‘Ve toprak bağırmadıkça kesilen bir kurban gibi’

04:0027/07/2024, Cumartesi
G: 27/07/2024, Cumartesi
Ömer Lekesiz

Önceki yazımızda “Sezai Karakoç’un Leyla ile Mecnun mesnevisindeki sebeb-i telifi başlı başına bir şiir dersidir” demiş ve ilgili ilk şiiri sözde öncelik daima şairindir vurgusuyla birlikte okumak için nakletmiştik. Şimdi o şiirde Karakoç’un ne söylediğine bakalım: Karakoç o şiirinde, 1 - Sözün Nizâmî, Molla Câmi ve Fuzûlî örneklerindeki gibi -en büyüklerinden- birer anıt esere dönüşerek hayata ve hayale dair boşlukları bihakkın doldurduğunu, yazılabilecek bir öykünün önünde durmanın ilk bedelinin


Önceki yazımızda “Sezai Karakoç’un Leyla ile Mecnun mesnevisindeki sebeb-i telifi başlı başına bir şiir dersidir” demiş ve ilgili ilk şiiri
sözde öncelik daima şairindir
vurgusuyla birlikte okumak için nakletmiştik. Şimdi o şiirde Karakoç’un ne söylediğine bakalım:

Karakoç o şiirinde,

1
- Sözün
Nizâmî, Molla Câmi
ve
Fuzûlî
örneklerindeki gibi -en büyüklerinden- birer anıt esere dönüşerek hayata ve hayale dair boşlukları bihakkın doldurduğunu, yazılabilecek bir öykünün önünde durmanın ilk bedelinin ise o dolulukta kendi sözünü dolduracak boşluk bulmanın, malayani şeyleri terk edip, ateşten bir işe girişmek ve bunun ilk bedelinin de asıl maksadına ulaşıncaya kadar kuşkular içinde yüzmek, hayat ışığında gözleri kamaşmak, huzurunu kaybetmek, kalemini küflendirmek… demek olacağını bildirmektedir.
2
-Bunlara rağmen, kelimeye erişmeye ve onu söylemeye yazgılı olduğunu düşünen kişinin bu eyleminde musır olması gerektiğini, ancak ve ancak şairlerin yaşayamadıklarını yazabildiklerini ama o yazılacak olanı yaşarlarsa susacaklarını hatırlatarak, bunun için korkmadan ölüme dalmayı ve
hayatı bizzat onun gözbebeğinden
seyretmeyi salık vermektedir.
3
-Hayatın gözbebeklerinden görülecek şeylerin başında sevgileri ayaklar altında çiğnenenleri, insanlık onurları kırılanları, hayat suyu zindanlarda tükenenleri, aç susuz ve tekmelenmiş zavallı hayvanları, sevgisizlikten ve yalnızlıktan kavı tutuşacak kadar yürekleri çatlamış olanları, öksüzleri, dulları, yetimleri, köle ve esirleri, çaresiz yoksulların gönüllerindeki burukluğu… işte tüm bunları
görerek dinlemekle
anlatabilenlerin ancak bizim
anılar
ımız sayesinde bizi anlatabileceklerini söylemektedir.
4
-Hilalin hakkının bütünlenmek (ay – dolunay) olması gibi, kelimenin hakkının da mucize kudretine, göklere mahsus güce ulaşmak olduğunu; böylece
ses ile nefesin kiyazması olan kelimenin
sesin ve nefesin Sahibi’nden talep edilebileceğini, bu talebe erişmenin ise zamanda zamansızlaşmanın, mekanda mekansızlaşmanın, hâlde hâlden yoksunlaşmanın, kararda karasızlaşmanın, durmada duramamanın, gitmekte gidememenin, dönmekte dönememenin, rüyanın çarpılışına şahit olmanın ve ancak bu oluşlar - olamayışlar içinde, bir geçmiş zaman hayalini yani malum talebini perilerin çeşmedeki yansımasından, bir umut ışığından, bir alevin titreyişinden anlayıp, sesin, nefesin ve kelimenin kendi yaratımı ve mülkü olmadığını, bilakis bunbundan tamamen yoksun olduğunu, bunların asıl Sahibi olana muhtaç ve mahkum bulunduğunu idrak etmeye davet etmektedir.
5
-Bu idrakin namazla, oruçla duaya (ubudiyete) bitişmesini ve ancak bu yolla kelimenin asıl Sahibi’yle ve O’nun kendisine Cebrail vasıtasıyla en güzel kelimeleri bağışladığı Peygamberiyle münacatının (kelimenin sırrını

fısıldaşarak paylaşmasının) mümkün

olacağını haber vermektedir.

6
-Ve ancak kulluk şuurunun tekamülü demek olan bunlardan sonra çocuk safiyetine erişerek kelimeye açık olunabileceğini, kendi acziyetini bilerek Allah’ın varlığını ve kudretini öğrenmekle ateşten geçen kalemin bahşedilecek ilham sayesinde değişimlerin, başlangıçların, varlığın, hayatın ve hikâyenin keşfine doğru seferine çıkılacağını yani şiir yazılabileceğini, Leyla ile Mecnun’un kelimelerine ulaşan bir şair olarak kendi tecrübesi eşliğinde öğretmektedir.
Rabbimiz her hâlükârda ve bir şekilde varlığa dil vermiştir. Bu manada insan lisanları esasında has şiir ve iletişim dilleri arasında bir ayrım yaparak söyleyecek olursak, herkes bir dil sahibi olmakla birlikte, kulluğunu idrak etmiş bir şairin (ki, yukarıda Hazret’in dilinden zikrettiğimiz gibi has şiirin için bu zorunluluktur) dili ile heva ve hevesine tabi olarak şiir yazan birinin dili asla
aynı değildir.

Çünkü heva ve heves yel tabiatlıdır yani dili heva ve hevesi için kullanan kişi, onu yele vermiş demektir. Yel ise içine kattığı her şeyi kendisine benzetir.

Bu perspektife göre heva ve hevesine tabi bir şair yelden alarak yele vermiştir. Yel ise içindekini bazen gözlerin bile göremeyeceği kadar
yükseltir
, hem öyle bir yükseltir ki o şey yere inebildiğinde kendisinden hiçbir
iz kalmaz
, diğer bir söyleyişle yelin bu yükseltmesi, yükselttiği şeyi yok etmesi demektir.

Nitekim, ilk insandan bugüne milyarlarca kişinin şiir yazdığını, ama konunun birinci dereceden ilgililerinin bile bugün üç beş isimden başkasını bilmediklerini fark ettiğimizde yel ile gelenin yel gibi gidişine bizzat tanıklık ederiz.

Bunların bize söylediği ise şairler arasında çok derin bir farkın işleye geldiğidir ve şimdi Sezai Karakoç’un birlikte okumayı teklif ettiğimiz diğer şiirini nakletmenin yeridir.

#edeibyat
#aktüel
#Ömer Lekesiz