Dolu rüzgârla çıkıp ufka giden yelkenli!
Gidişin seçtiğin akşam saatinden belli.
Ömrünün geçtiği sahilden uzaklaştıkça
Ve hayâlinde doğan âleme yaklaştıkça,
Dalga kıvrımları ardında büyür tenhalık
Başka bir çerçevedir, git gide dünyâ artık.
Daldığın mihveri, gittikçe, sarar başka ziyâ;
Mâvidir her taraf, üstün gece, altın deryâ…
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 7 Aralık’taki Atina ziyareti iki ülke arasındaki ilişkileri yeni bir evreye taşıdı. Yeniden başlayan dostane yaklaşımların neticesinde imzalanan Atina Bildirgesi gelecek ve barış adına umutları canlandırdı. Bugüne gelene kadar ikili ilişkiler hep inişli çıkışlı oldu. Bu yaklaşımın tarihsel arka planını hatırlamakta yarar var.
Haçlı Seferleri’nden itibaren Doğu Akdeniz kıyılarındaki topraklara göz diken Batılı güçlerin özellikle 17. asırdan sonra Doğu Sorunu diye adlandırdıkları bir sorunu vardı. 1683’ten beri Türkleri önce Balkanlardan atmak, sonra İstanbul’u ele geçirmek ve nihayetinde Anadolu’dan çıkarmak ya da Anadolu’da belirli bir bölgede hapsetmek düşüncesi Birinci Dünya Savaşı sırasında sahne aldı. Çanakkale Zaferi ve ardından Türk İstiklal Harbi sırasında Sakarya ve Dumlupınar’da gereken cevabı almalarına rağmen, belli mihraklarda Türkiye’ye karşı pozisyon alma alışkanlığı hala devam etmektedir.
100 yıl önce Orta Doğu sınırları çizilirken petrol sahalarının Türkiye dışında kalması için türlü entrikalar yapıldı. Bugün de denizlerde hidrokarbon kaynakların keşfi yapıldığından münhasır ekonomik alanların belirlenmesinde, Türkiye’nin hukukunu ihlal edecek senaryolar sahneye konulmaktadır. Bu politikaların arkasında Atina hükümetinden daha çok, diğer uluslararası güçlerin olduğu yadsınamaz. Türk kıyılarına 2 km ila 10 km uzaklıktaki adaların silahlarla donatılması akılcı bir davranış olmadığı gibi, 1923 Lozan ve 1947 Paris Antlaşmalarına da aykırıdır.
Türkiye, kuşatılıp kolayca ele geçirilecek bir ülke midir? Elbette değil. ABD ve onun arkasına sığınanlar, deniz alanlarında yeni aktör istememektedirler. Bunun için son dönemlerde ABD, Yunanistan’a çok sayıda askeri üs kurmuş ve cömert askeri yardımlarda bulunmuştur. Her ne kadar amaç Ukrayna’ya yardım olarak açıklansa da bu gelişme Türkiye’nin egemenlik haklarını tehdit eden bir durumdur. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Anadolu’nun işgalinde olduğu gibi, bu dönemde de Yunanistan’ın tekrar devreye sokulduğuna dair şüpheler yabana atılacak iddialar değildir.
Elbette Türkiye egemenlik haklarının korunması noktasında tıpkı Millî Mücadele Dönemi’nde olduğu gibi, siyasi ve askeri kurumlarıyla gereğini yapacak kapasite ve iradeye sahiptir. 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarma yapan Yunanistan, 30 Ağustos 1922 Zaferi’yle başlatılan süpürme operasyonuyla 9 Eylül 1922’de İzmir’den denize sığınarak kaçtı. ABD Başkanı W. Wilson ve İngilizlerin desteğini alarak Anadolu’yu işgale yeltenen Yunanistan, tarihinin en büyük yenilgisini alarak canını zor kurtarmıştır. Bugün, Yunanistan aynı yanlışları tekrarlamak istemiyorsa tarihi hatırlamasının tam zamanıdır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’yi petrol sahaları dışında tutmayı başaran güçler, denizlerin önem kazandığını gördükleri andan itibaren Türklerin deniz yetki alanlarındaki haklarını kullanmasını engellemeye başladı. Uluslararası Deniz Hukuku’na göre Türkiye’yi kuşatan denizlerdeki karasuları, kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırları; vatan sınırlarıdır. Bu kıyılardan MEB’e kadar uzanan deniz vatan sınırlarına Mavi Vatan da denir. Emekli Tümamiral Cihat Yaycı tarafından yapılan kıymetli çalışmalarla Mavi Vatan doktrininin hem içi doldurulmuş hem de Türk kamuoyunda Mavi Vatan Doktrini ile ilgili farkındalık oluşması sağlanmıştır. Deniz vatanının büyüklüğü 462 bin km karedir ve deniz vatanı, 783.562 km karelik kara vatanının yaklaşık beşte üçüdür. Yani Türkiye’nin yüzölçümü 1 milyon 245 bin 562 km karedir. Deniz alanlarındaki hakimiyet aynı zamanda hava sahalarındaki egemenlik alanlarını da belirlemektedir. Bu yüzden Mavi Vatan kavramı ile deniz ve hava sahaları anlaşılmaktadır.
Tarihteki ilk deniz savaşı olarak bilinen ve M.Ö. 1178’de Mısırlılar ile Denizci Kavimler olarak anılan Fenike, Miken, Rodos ve Giritlilerden oluşan birlik arasında gerçekleşen Delta Savaşı, Müslüman Araplar tarafından 649’da Kıbrıs’taki Bizans güçlerine karşı deniz seferleri düzenledikten sonra 652’de veya 655’te Müslüman Araplar ile Bizans arasında Antalya açıklarında (bazı kaynaklara göre İskenderiye açıklarında) cereyan eden Zâtüssavârî Savaşı, 1538’de Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması ile Amiral Andrea Doria kumandasındaki Haçlı donanması arasında yapılan Preveze Deniz Savaşı, İspanyol donanmasıyla İngiliz donanması arasında 1588-1589 yıllarında yapılan Manş Kanalı Savaşları, 1853-1856 Kırım Savaşı ve daha sonraları Birinci ve İkinci Dünya Savaşları; müstakil olarak ya da muharebelerin içerisindeki önemli harpler olarak bazı büyük deniz savaşlarına örnek gösterilebilir.
1947’de denizden ilk kez petrol çıkarıldı. Norveç, Kuzey Denizi’nde çok zengin petrol kaynaklarını keşfedince denizlere hâkim olma arzusu bambaşka bir boyuta taşındı. Denizlerdeki egemenlik yarışında kıta sahanlığı kavramına 1982’den sonra Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kavramı da eklendi. Bundan sonra Dünya kamuoyu bazı ülkelerin denizlerde, savaşlara varan mücadelelerine tanıklık etti. İngiltere-Arjantin arasında Nisan 1982’de Falkland Savaşı, Aralık 1995-Ocak 1996’da Türkiye-Yunanistan arasındaki Kardak Krizi, Temmuz 2002’de İspanya-Fas arasındaki Perejil (Maydanoz) Kayalığı Krizi, 2012’de Japonya-Çin arasındaki Japonların Senkaku/Çinlilerin Diayou Adaları dediği bölgede çıkan kriz; denizlerde dünyada yaşanan mücadele sahalarından oldu. Küçük kayalıklar yüzünden çıkan krizlerin sebebi aslında, deniz diplerinde bulunan değerli hammadde kaynaklarıydı. Günümüzde dünyada kullanılan petrolün üçte birinin, doğal gazın ise yarıdan fazlasının denizlerden çıkarılması; bu kayacıkların ne kadar önemi haiz olduğunu göstermektedir.
Yunanistan’ın haksız tutumu yüzünden iki ülke arasında bir deniz sınırı çizilememiştir. Bundan kaynaklanan başlıca problemler ise şunlardır: Egemenliği devredilmeyen ada, adacık ve kayalıklar; aidiyeti tam olarak belli olmayan gri bölgeler; Yunanistan’ın yapılan antlaşmalara aykırı olarak adaları silahlandırması; Lozan’da tespit edilen 3 millik kara suları alanını Yunanistan’ın 12 mile çıkarma girişimi; Kıta sahanlığı alanı konusunda Yunanistan’ın aykırı taleplerde bulunması; Kıta sahanlığı sorununda Yunanistan’ın gündeme taşıdığı iddialarının benzerlerini hava sahası alanı ve FIR hattı konusunda da yapması.
Lozan Antlaşması sonrasında Türkiye’nin Mavi Vatan coğrafyasındaki haklarını güvence altına almasında Türk dış politikasının beş başarılı girişimini ayrı ayrı zikretmekte fayda vardır. Bunlardan ilki 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’dir. Montrö, Karadeniz’e giriş ve çıkışların kontrolünün Türk egemenliğinde olmasını sağlayan bir anlaşma olarak tarihe geçmiştir ve 1809 sonrası Türk egemenliğini güçlendiren kapsamlı ve başarılı bir anlaşma olarak değerlendirilmelidir. İkincisi Hatay süreci; Mustafa Kemal Atatürk’ün sağlığında 1937’de başlamış ve 1939’da Hatay’ın Anavatan’a katılmasıyla son bulmuştur. Böylece İskenderun Körfezi’ni denetimi altına alan Türkiye, Doğu Akdeniz’deki varlığını güçlendirmiştir. Üçüncüsü, 1974 yılında Kıbrıs’taki Türklerin yardımına koşan Türk askerlerinin İskenderun Körfezi’ndeki egemenlik alanından faydalanarak büyük bir zafer kazanmasıdır. Dördüncüsü, 1992’de Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün (KEİ) kuruluşuna Türkiye’nin öncü olmasıdır. KEİ, Türkiye’nin Karadeniz’de Mavi Vatan sınırlarını çizen bir zemin olmuştur. Bu sayede Karadeniz’de aynı kıyıları paylaşan ülkeler arasında Münhasır Ekonomik Bölgeler (MEB) tespit edilmiş ve Türkiye, petrol ve doğal gaz araştırmaları yaparak burada başarılı sonuçlar almıştır. Bu gelişmeler neticesinde Karadeniz’de çıkarılan doğalgaz, Anadolu topraklarına çok kısa bir zamanda başarıyla sevk edilmiştir.
Beşinci başarılı girişim, Doğu Akdeniz’e yönelik 2019 yılındaki Libya’nın Ulusal Mutabakat Hükûmeti ile Türkiye arasında imzalanan MEB mutabakatıdır. Libya-Türkiye Denizcilik Antlaşması veya Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Antlaşması olarak da bilinir. Bu antlaşmayla Ankara, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de izole etmeye çalışan güçlere karşı rasyonel ve gerçekçi bir tepki vermiştir. GKRY ve Yunanistan ile MEB anlaşması yapan İsrail ve Mısır gibi ülkeler, Sevilla haritasını baz alarak bir paylaşım içinde olmalarının, kendileri açısından büyük kayıplara sebep olduğunu bir kez daha görmüştür. Türkiye ile ilişkilerini normalleştirme adımları atan İsrail ve Mısır’ın, Doğu Akdeniz’de ortak çıkarlarını sağlamak için harekete geçmiş olmaları; Türkiye’nin doğru ve kararlı adımlar attığının göstergesidir.
Son günlerde Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan olumlu gelişmeler, her iki ülke vatandaşları arasında memnuniyet yaratmaktadır. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Atina ziyareti ile başlayan dostane tavır; iki ülke arasında imzalanan Atina Bildirgesi ile somut bir şekle bürünmüş, resmîleşmiştir. Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin altyapısını oluşturacak, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis tarafından imzalanan bu “Dostane İlişkiler ve İyi Komşuluk Atina Bildirgesi”, 1930 yılında İsmet İnönü ve Eleftherios Venizelos’un imzaladığı dostluk anlaşmasından sonra atılan ikinci büyük adım olarak tarihe geçmiştir. Ege Denizi’ni barışın bir simgesi haline dönüştürmeyi amaçlayan Atina Bildirgesi, 100 yıl sonra atılan önemli bir gelişme olarak okunmalıdır. Hedef, bölgedeki gerilimi azaltarak diyalog ve iş birliği yoluyla sorunların çözümüne odaklanılması ve bölgesel barışa yönelik uluslararası topluluğa örnek teşkil edilmesidir.
Türkler ve Yunanlar uzun asırlar boyunca birbirlerini iyi tanıyan ve ortak geçmişe sahip iki halktır. Aralarındaki sorunları doğrudan diyalog yoluyla üçüncü tarafların müdahalesine ihtiyaç duymadan müzakere ederek çözüm yoluna koymak için bir anlayış birliğini Atina’da ilan ettiler.
Asırlardır bu bölgede varlığını devam ettiren Türkler, Yunanistan’ın tutumu ne olursa olsun, uluslararası hukuk ve adalet çerçevesinde hareket etme taahhüdünde bulunmaktadır. Türkiye, denizlerle çevrili bir deniz devleti olarak, Mavi Vatan sınırlarında barış, istikrar ve refahın korunmasına yönelik iradesini her zaman sergilemiş ve sergilemeye devam edecektir.
Yunanistan Atina’daki iradeye sahip çıktığı sürece her iki tarafın da tarih boyunca paylaştığı derin bağlar, karşılıklı anlayış ve iş birliğiyle daha da güçlenecek, bölgedeki barış ve istikrarın temelini oluşturacaktır.