Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, tek tek listelenen tüm çocuk haklarını güvence altına almaktadır. Bu anlamda Sözleşme, çocuk haklarının korunmasına ilişkin en temel ve en kapsamlı belgedir. Sözleşmeye taraf devletler, Sözleşmedeki çocuk haklarını aktif olarak desteklemekle yükümlüdür. Türkiye, bu sözleşmeyi 14.09.1990 tarihinde imzalamış, 09.12.1994 tarihinde de uygun bulmuştur. 193 devletin taraf olduğu Sözleşme, 27.01.1995 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Sözleşmenin 2’nci maddesine göre taraf Devletlerin Sözleşmede yazılı olan hakları kendi yetkileri altında bulunan her çocuğa, hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulama yükümlülükleri bulunmaktadır. Sözleşmeye taraf olmanın bir gereği olarak ülkemizde 2010 yılında Anayasa’da çocuklar açısından önemli bir değişiklik yapılmış ve çocuklar için alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı sayılamayacağı ifade edilmiş ve böylelikle çocuklar açısından pozitif ayrımcılık anayasal bir temele kavuşmuştur. Benzer şekilde Anayasanın 41’inci maddesinin başlığı, “Ailenin Korunması” iken 2010 yılında yapılan değişiklikle birlikte “Ailenin Korunması ve Çocuk Hakları” olmuştur. Böylelikle ailenin bir üyesi olan çocuk, Anayasa’da 41’inci madde başlığında özel olarak vurgulanmıştır. Bunun yanında 2010 yılında, çocuklarla ilgili iki önemli fıkra hükmü daha eklenmiştir: “Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.”
Tüm bu hususlara karşılık önemle belirtmek gerekir ki, Anayasa’nın 41’inci maddesinde yer alan, “Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.” şeklindeki hüküm, aile planlamasının öğretimi ve uygulanmasını sağlamak şeklindeki ifade nedeniyle eleştirilebilir durumdadır. Bu noktada özellikle sorulması gereken soru, aile planlamasının öğretimi ve uygulamasının ne anlam ifade ettiğidir? Bunun için öncelikle 6 Ekim 1983 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan Nüfus Planlaması Hizmetlerini Yürütme Yönetmeliği incelenmelidir. Zira söz konusu Yönetmelikte, nüfus planlaması eğitim, öğretim ve uygulama hizmetlerinin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı koordinatörlüğünde tüm kamu kurum ve kuruluşları, kamu niteliğindeki ilgili meslek kuruluşları, özel ve gönüllü kuruluşların iş birliği ile yürütüleceği (madde 5) belirtildikten sonra bu hizmetlerin belli bir program ve düzen içerisinde ülke düzeyinde yürütülmesini sağlayacak makam olarak Bakanlık Aile Planlaması - Ana ve Çocuk Sağlığı Genel Müdürlüğü gösterilmiştir (madde 6). Nüfus planlamasının ne anlam ifade ettiği ise 24 Mayıs 1983 tarihinde kabul edilen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’un 2’nci maddesinde şu şekilde tanımlanmıştır: “Nüfus planlaması, fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları demektir.” Yine aynı madde hükmünde, Devletin, nüfus planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alacağı, nüfus planlamasının gebeliği önleyici tedbirlerle sağlanacağı ifade edilmiştir.
Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere 1982 Anayasası ve bu Anayasa’ya bağlı olarak 1983 yılında kabul edilen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile bu Kanuna bağlı olarak yine 1983 yılında yürürlüğe giren Nüfus Planlaması Hizmetlerini Yürütme Yönetmeliği, nüfusun kontrol altına tutulması üzerine temellendirilmiştir. Doğum oranlarının azalması suretiyle nüfusu her geçen yıl azalan Avrupa ülkelerinde doğumlar çeşitli yollarla teşvik edilirken görüldüğü üzere ülkemizde doğum oranlarının azaltılmasına yönelik bir devlet politikası esas alınmış ve bunun üzerinden mevzuat düzenlemeleri ihdas edilmiştir. Gerçek şu ki, ülkemizde doğurganlık hızı son 20 yılda ciddi şekilde azalmıştır. Nitekim Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre toplam doğurganlık hızı, 2001 yılında 2,38 çocuk iken 2022 yılında 1,62 çocuk olarak gerçekleşmiştir. Yani bir kadının doğurgan olduğu dönem boyunca doğurabileceği ortalama çocuk sayısı 2022 yılında 1,62 olmuştur ki bu durum, doğurganlığın nüfusun yenilenme düzeyi olan 2,10’un altında kaldığını göstermektedir. Bu veriler karşısında her ne kadar çocuklar açısından pozitif ayrımcılık anayasal bir temele kavuşturulmuş olsa da ne yazık ki ülke olarak çocuksuz günlere doğru sürüklenme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Bu tehlikeden korunmak için öncelikle Anayasa’nın 41’inci maddesi yeniden gözden geçirilmeli, yine bu madde hükmüne bağlı olarak yukarıda bahsettiğimiz Kanun ve Yönetmelikte yer alan hükümlerde gerekli değişiklikler yapılmalıdır.