İçeriği ve tespitleri itibarıyla güncelliğini koruduğuna inandığım aşağıdaki yazı ana hatlarıyla, 15 Temmuz 2016 günü yaşanan menfur darbe teşebbüsünün dördüncü yıl dönümü vesilesiyle hazırlanan ve Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından yayımlanan ULİSA: Uluslararası Çalışmalar Dergisi “15 Temmuz Özel Sayısı” için kaleme alınmıştı. Söz konusu yazıda, Türkiye’deki yerleşik vesayetçi geleneğin ürettiği darbe ve darbe girişimlerinden bütünüyle farklı bir seyir içinde gelişen ve halkın topyekûn direnişi karşısında akim kalan 15 Temmuz kalkışmasının sonuçları geleceğe dönük etkileri bakımından etraflıca incelenmiş; Türk siyasasının 21. yüzyıldaki serencamına dönük olarak normatif bir perspektif içinde analiz edilmişti. Aradan geçen iki yıllık dönem boyunca yaşanan iç ve dış politik gelişmeler, bahse konu analizin küçük revizyonlarla birlikte yeniden yayımlanmasını ve kamuoyunun dikkatine sunulmasını gerekli kıldı.
Zira 15 Temmuz darbe girişimi dolayısıyla yaşanan sürecin nedenleri ve sonuçları bağlamında yapılan ve yapılacak analizler, bu sürecin müsebbibi olan FETÖ yapılanmasının tekabül ettiği gerçekliğin anlaşılması kadar, Türk siyasal ve hukuk düzeni ile Türk demokrasisinin geleceği bakımından da yaşamsal bir önem taşımaktadır. Unutmamak gerekir ki, 15 Temmuz, yalnızca Cumhuriyet tarihinin kaydettiği bir ihanet gününün adı değil, aynı zamanda bu ihaneti boşa çıkaran güçlü bir direniş ruhunun ve bu ruha devamlılık kazandıran milli bir diriliş sürecinin de başlangıcıdır. FETÖ yapılanması kapsamında kendisini açığa vuran kötülük ve zaafların son bulması ve ülkemizin siyasal, hukuksal ve toplumsal düzeninin her türlü hile, desise ve istismara karşı korunaklı
bir hale gelmesi için ‘bitene veya bitmesi gerekene’ (FETÖ ve benzeri yapılar) ve ‘başlayana ya da
başlaması gerekene’ (milli diriliş süreci) ilişkin nitelik ve sonuçların doğru bir şekilde analiz edilmesi şarttır.
Kuşkusuz ki, bir yanıyla ihanet diğer yanıyla ise direniş ve diriliş süreci olarak tarihe geçen 15 Temmuz’un en önemli sonuçlarından birini ve hatta birincisini, FETÖ yapılanmasının aksi inkâr edilemeyecek bir biçimde deşifre olan gerçek kimliği oluşturmaktadır. Uzun yıllar boyunca kendisini insanlığın baki kurtuluşu için çalışan hayırhah bir sivil toplumu örgütü olarak takdim eden ve toplumun geniş kesimlerini buna inandırmayı başarmış olan bu yapının gerçek kimliği 15 Temmuz’la birlikte açıkça ortaya çıkmış, o tarihe kadar büyük bir maharet ve özenle gizlediği devleti ele geçirme arzusu tüm çıplaklığıyla görünür olmuştur. Bu sayede, FETÖ’nün devletin tüm kurumlarına sızan ve buradan hareketle de meşru sivil iktidarı devirmeyi hedefleyen nitelikli bir suç/terör örgütü olduğu kesin bir şekilde anlaşılmıştır.
15 Temmuz’un birinci ve belki de en önemli sonucu olarak ifade ettiğimiz bu tespitin içindeki ‘kesinlik’ vurgusu büyük bir önem taşımaktadır. Zira FETÖ yapılanmasına dönük mücadele süreci, bu örgütün gizli ajanda ve hedeflerinin farkına varan siyasal iktidar tarafından 15 Temmuz 2016 tarihinden çok daha önce başlatılmış ve gerek dershane tartışmaları gerekse akabinde yaşanan 17-25 Aralık yargı merkezli darbe teşebbüsleri ile açığa çıkan ‘paralel devlet yapılanmasına’ dikkat çekilmiştir. Siyasal iktidarın o günkü koşullar altında yaptığı ve toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edilen bu tespit, 15 Temmuz gecesinde yaşanan menfur girişimin neticesinde tüm toplum kesimlerince paylaşılan ortak bir kanaate dönüşmüş ve
FETÖ yapılanmasının terörizmle ilişkisi açık bir şekilde tescillenmiştir. Böylece söz konusu yapının terörist niteliği hukuksal bir kesinlik kazanmış ve bu da, 15 Temmuz’un ikinci ve diğer önemli sonucunu doğurmuştur. Bu sonucu, kırk yılı aşkın süredir devam eden örgütlenme süreci boyunca neredeyse tüm kamu kurum ve kuruluşlarına sızan örgüt müntesiplerinin tespit edilmesi ve devletin bu kişiler ile bunların yol açtığı zararlardan kurtarılması ve bir anlamda arındırılması şeklinde özetlemek mümkündür. Devletin FETÖ unsurlarından ayıklanması, ülkenin bekasına ilişkin önemli bir tehdit odağını ortadan kaldırdığı gibi, sivil ve askeri bürokrasinin daha rasyonel ve etkin bir şekilde yönetilmesinin de önünü açmıştır. Örneğin FETÖ unsurlarından arındırılan Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhuriyet tarihinin en başarılı sınır ötesi operasyonlarına imza atarak Türkiye’ye dönük iç ve dış kaynaklı tehdit ve terör odaklarını bertaraf etme yönünde büyük mesafeler kaydetmiştir.
Tabii 15 Temmuz’un sonuçları, yalnızca sosyo-politik düzlemdeki güncel etkilerini gösteren bu iki hususla sınırlı değildir. Bu örgütün kendi müntesipleri nezdinde ve diğer toplum kesimleri nazarında sağladığı görece olumlu imajın dayandığı sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve sosyo-psikolojik arka planın anlaşılmasına dönük olarak başlayan akademik tartışma ve çalışmaları da, 15 Temmuz’un önemli bir sonucu olarak zikretmek gerekmektedir.
Multidisipliner nitelikli bu tartışma ve çalışmalar kapsamında, FETÖ mensupları ile örgüt kimliği arasındaki aidiyet ve adanmışlık ilişkisinin nasıl oluştuğu/üretildiği analiz edilmekte; bu örgütün kamusal alanlardaki varlığını nasıl şekillendirdiği ve kendisini ne ile kamufle ettiği incelenmekte; tek tek bireylere, ailelere ve oradan da geniş toplumsal kesimlere nasıl ulaştığı tetkik edilmektedir. Akademik ve bilimsel düzeydeki bu tartışma ve çalışmalar, bir yanıyla kendisiyle hukuksal düzlemde mücadele edilen bu ve benzeri nitelikteki terör örgütlerinin istifade ettiği sosyolojik gerçekliğin anlaşılmasına yardımcı olmakta, diğer yanıyla ise karar alıcıların orta-uzun vadeli eylem planlarının oluşmasına ve dolayısıyla devletin yeniden yapılandırılmasına dönük yol haritasının belirlenmesine katkı sağlamaktadır. Bu yöndeki araştırma ve analiz çalışmalarının nicel ve nitel açılardan daha da gelişmesi ve karar alma süreçlerine ilişkin somut etkiler üretmesi büyük bir gereklilik ve ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır.
Eğitim alanı, bu doğrultudaki gereklilik ve ihtiyacın kendisini en yoğun şekilde hissettirdiği alanların başında gelmektedir. Nitekim FETÖ yapılanması da esas olarak eğitim alanındaki varlığıyla tebarüz ve temayüz etmiş; toplumsal imaj ve algısını oluşturmanın yanı sıra, nitelikli insan kaynağını devşirme ve ekonomik kapasitesini geliştirme imkânını da öncelikli olarak bu alandan sağlamıştır. Eğitim alanı üzerinden kurduğu/kurabildiği iletişim kanalları vasıtasıyla tüm toplumsal kesimlere ulaşabilme becerisini gösteren FETÖ yapılanması, söz konusu becerisini milli ve manevi değerlerin istismarına dayalı olarak kurguladığı takiyyeci bir stratejiyle desteklemiş ve kendisi için geniş bir nüfuz alanı üretmiştir.
Esasında her türlü denetimden ve açık gözlemden uzak olan bu nüfuz alanı; bireyin ve bireysel niteliklerin yok sayıldığı, örgütsel akıl ve kimliğin tüm üyeler için geçerli tek gerçeklik haline geldiği, serbest tartışma ve rızaya dayalı iknanın yerini örgütsel yapıya biat ve adanmışlığın aldığı ve nihayetinde kendisine insanüstü bir önem ve değerin atfedildiği örgüt liderinin ‘mistik varlığının’ her bir bireyin iradesini kuşatan ve temsil eden ortak iradeye dönüştüğü bir istismar alanı olagelmiştir. 15 Temmuz menfur darbe girişimi, bu istismar alanının görünür hale gelmesine olanak sağlamış ve eğitim alanının FETÖ’cü etki ve yöntemlerden arındırılmasına dönük gerekliliği somutlaştırmıştır. Kaldı ki, FETÖ terör örgütüne yönelik mücadelenin tam anlamıyla başarıya ulaşabilmesi de bu gerekliliğin hakkıyla idrak edilmesine ve icap ettirdiklerinin yapılmasına bağlıdır.
Türkiye’nin FETÖ’cü çeteyle hâlihazırda devam eden haklı ve ahlaki mücadelesinin ana temelini ve istikametini, her türlü ilke ve değerin araçsallaştırıldığı bu ve diğer istismar alanlarının yok edilmesi oluşturmalıdır. 15 Temmuz’a giden süreci doğuran sosyo-politik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve sosyo-psikolojik koşullar ortadan tamamen kaldırılamadığı sürece, FETÖ ve benzeri yapıların yeniden ve daha güçlü biçimde kök salabileceği unutulmamalıdır. Sivil ve askeri bürokrasi alanlarını yeniden yapılandıran ve FETÖ’cü unsurlardan arındıran Türkiye, eğitim alanındaki değişim sürecini de kararlı bir şekilde sürdürmeli; insan hak ve onurunu esas alan, çoğulculuğu ve demokratik idealleri benimseyen, milli-manevi değerlerle ve evrensel ilkelerle uyumlu olan, bilimsel ve akademik becerilerin gelişmesini sağlayan, özgün-özgür ve özgürlükçü bireylerin yetiştirilmesine odaklanan bir eğitim sisteminin inşasını gerçekleştirmelidir. Bireysel aklın, bireysel iradenin ve bireysel yeteneklerin kendi özgünlükleri içinde gelişebildiği ve toplumun ortak çıkar ve değerleriyle uyumlu olacak biçimde harmanlanabildiği bir ülkede, mevcut ve potansiyel tehdit odaklarının var olma koşulları ya bütünüyle ortadan kalkacak ya da en azından minimal bir düzeye inecektir. Bu ise, yalnızca devlet yöneticilerinin veya siyasal karar alıcıların çabasıyla değil, tüm toplumsal kesimlerin dâhil olduğu kolektif bir mücadele bilinci ile mümkün olabilir.