Düşmanı tanımamak beraberinde onu mitleştirmeyi getiriyor mutlaka. Tanımadığımız ölçüde gücünü büyütüyor, efsanevi bir kimliğe büründürüyoruz. Oysa Siyonizm’i tanısak, ellerindeki bütün gücü bir asırdan fazla süredir disiplinli ve istikrarlı bir şekilde çalışma sayesinde elde ettiklerini göreceğiz. Başka hiçbir ruhani anlamı yok yani.
Gazze’de 7 Ekim’den bu yana süren soykırımın ardından kendi acı gerçek-lerimizle yüzleşmemiz gerektiğine şüphe yok artık. Sadece İsrail’i ve Siyonizm’i lanetlemekle bir şey yapılamayacağı çok açık. Zira o an için rahatlatıcı gibi gelse de, yani önemli birşeyler yapmış hissi uyandırsa da, uzun vadede rehavete sebep olması kaçınılmaz bir durum bu.
Dünya tarihinde hangi mücadele sadece düşmanı lanetlemekle kazanılmış şimdiye kadar? İsrail şöyle kötü, böyle şeytan demekle ya da Siyonizm hakkında edindiğimiz birkaç yüzeysel bilgiyi tekrarlamakla kazanabilecek bir savaş mı bu? Çok basit bir örnek verelim. Gerek bireysel müsabakalarda, gerekse futbol ya da basketbol gibi takım sporlarında, başarıya götüren en önemli noktalardan birisi de rakibini iyi tanımaktır. İyi sporcular, rakiplerinin bütün geçmiş maçlarını izlerler, güçlü ve zayıf oldukları tarafları iyi analiz ederler yani. Bu takımın defansı ya da kalecisi zayıf, bu boksörün sol kroşesi iyi değil gibi…
BİLMEDİĞİMİZİ MİTLEŞTİRİYORUZ
Peki biz Siyonizmi ne kadar iyi tanıyoruz? Biz buradayız, onlar da orada karşımızda duruyor. 100 seneyi aşkındır düşmanımız olan bu “şey” hakkında söyleceğimiz neler var? Güçlü ve zayıf taraflarını biliyor muyuz mesela? Bu konuda genellikle kullanılan ezbere dayalı birkaç kalıp cümle var; Teodor Herzl, Siyonizm diye bir şey icat etti. Sonra Sultan 2. Abdülhamid’den toprak istedi ama 2. Abdülhamid kabul etmedi… Balfour Deklarasyonu imzalandı. Sonra da ne yapıp edip, arkalarına büyük güçleri alarak, İsrail diye bir devlet kurdular...
Düşmanı tanımamak beraberinde onu mitleştirmeyi getiriyor mutlaka. Tanımadığımız ölçüde gücünü büyütüyor ve putlaştırıyoruz aslında. Efsanevi bir kimliğe büründürüyoruz. Güçlü ve zayıf taraflarını bilmediğimiz bir şey olduğundan çok daha büyük görünüyor gözümüze. Mutlak bir güç, yenilmezlik simgesi gibi yerini alıyor zihinlerimizde. Arkasında neler yaptığını, ne işler çevirdiğini bilmediğimiz kapalı kapılar arkasına hapsediyoruz onu. Hakkında tek bildiğimiz, o kapının arkasında, zalimlikte adeta şeytana bile pabucunu ters giydiren ve küresel dünya düzeni denen o sistem içerisinde pek çok destekçiye sahip bir şey olduğu…
GÜCÜNÜ ÇALIŞMAKTAN ALIYOR
Oysa düşmanımızı yani Siyonizm’i tanısak, ellerindeki bütün gücü bir asırdan fazla süredir disiplinli ve istikrarlı bir şekilde çalışma sayesinde elde ettiklerini göreceğiz. Başka hiçbir ruhani anlamı yok yani. Sadece çalışmak, ama ciddi ve yoğun bir şekilde çalışmak. Öyle ki; 1917 senesinde Balfour Deklarasyonu imzalandığında ve Filistin topraklarında İngiliz mandası başladığında, bir İsrail devleti kurulması için herşeyleri hazırdı zaten. Edebiyatları hazır, dilleri hazır, tarihleri hazır…
Kıymetli yazar Taha Kılınç’ın geçtiğimiz haftalarda yayınlanan, modern İbranice’nin babası Eliezer ben Yehuda’nın hayatını anlattığı Dil ve İşgal adlı kitabında öyle iyi görüyoruz ki bu çalışmanın sonuçlarını. Eliezer ben Yehuda, İsrail’in kurulduğunu göremeden ölüyor ancak öncesinde modern İbranice’nin bir dil olarak teşekkülü için gösterdiği olağanüstü çabayla, bu devletin dilini oluşturuyor. Siyonizmin tarihi, tıpkı Eliezer ben Yehuda gibi davalarına sonuna kadar iman(!) etmiş ve bu uğurda yoğun bir tempoda çalışan figürlerle dolu. Taha Kılınç, kitabında Eliezer ben Yehuda’nın çalışma masasının önünde asılı bir tablodan bahsediyor. Şu sözler yazıyormuş o tabloda: Gün kısa ama yapılacak iş çok büyük. Diğerleri de onun gibi çalışma masalarının önüne böyle bir tablo asmışlar mı bilinmez ancak her halükarda çok çalışmayı kafaya taktıkları açık. Edebiyat da, bu çalışmanın en önemli sahalarındandı.
SİYONİZM ÖNCE KÜLTÜRDE DOĞDU
Zira Siyonizm, 1897 senesinde, İsviçre’nin Basel şehrinde gerçekleşen meşhur Birinci Siyonist Kongresi’nden önce edebiyat ve kültürde doğmuştu zaten. Gidecek yeri olmayan mazlum Yahudilerin hâmisi olan bir edebiyat, kültür ve sanat anlayışı… Avrupa’da yükselen anti-semitizme karşı yazılmış gibi duran bu metinlerin satırları arasındaki gizli mesaj buydu aslında. Bu Yahudiler nereye gidecek?
İngiliz yazar George Eliot'un meşhur romanı Daniel Deronda’daki Mordecai karakteri, Doğu topraklarında bir Yahudi devleti kurulması gerektiği çağrısını yaptığında, tarihler 1876 yılını gösteriyordu, yani Birinci Siyonist Kongresi'ne henüz 21 sene vardı… Şöyle söylüyordu o roman karakteri; “İsrail kazandığında dünya da kazanacaktır. Doğu’nun ön saflarında, her büyük milletin kültürünü, sempatisini bağrında taşıyacak bir toplum olacaktır. Güçlü bir toplum olacaktır.”
Öncesinde de başka bazı örneklere rastlamak mümkündü. Örneğin İngiliz romancı Maria Edgeworth, 1817’de yayınlanan Harrington isimli romanında ya da Walter Scott’un 1819 senesinde yazdığı meşhur Ivenhoe romanında… George Eliot’un farkı, kahramanının çok daha açıksözlü oluşuydu.
Siyonizm, büyük çoğunluğu İngilizce yazan ve mazlum Yahudi imgesinin güçlenmesine bilerek ya da bilmeyerek hizmet eden bu kalemlerden faydalanma konusunda büyük bir ustalık gösterecekti. Niyetlerin iyice açığa çıktığı zamanlarda da Maksim Gorki gibi yazarların açık desteğini kazanmaya muvaffak olabilmişlerdi. Ve İbranice’nin din dilinden milli bir dile dönüşmesiyle birlikte, Siyonizm fikrini desteklemek için kaleme alınan eserlerin kahramanları da, dini birer kahraman olmaktan çıkıp ulusal kahramanlara dönüşüyorlardı artık.
FARKLI DİŞLİLERDEN OLUŞAN BİR MAKİNE
İstikrarlı çalışma, daha Nekbe’den yani İsrail’in kuruluşundan seneler evvelinde, ister edebi olsun isterse kültürel ya da siyasi, farklı dişlilerden oluşan ama aynı amaca hizmet eden bir makinenin doğmasına sebep olmuştu. Bugün Filistin topraklarına gittiğinizde, böyle bazılarının mezarlarını görürsünüz. İsrail’in kendine her anlamda bir tarih oluşturabilmesi için uğraşmış didinmiş bir çok insan var. Asher Ginsberg (İbranice ismi Ahad Ha’am), Boris Schatz ya da Max Nordau gibi. Her biri aynı dişlinin birer parçası olan bu yüzlerce insanın kaç tanesi tanınıyor ülkemizde? Bizler, hamaseti ve Siyonizm’i mitleştirmeyi bir kenara bırakıp onlar kadar ciddi bir biçimde çalıştık mı şimdiye kadar?
Gazze’de 7 Ekim’den bu yana süren soykırımda neredeyse 30.000 insan İsrail tarafından katledildi. Toz pembe hayalleri, büyük büyük lafları, boş konuşmaları, kalabalıklar karşısında ağlamayı ve ağlatmayı, yani ağıtçılığı bir kenara bırakmamız ve aynaya bakarak şu soruyu sormamız gerekiyor kendimize artık. Neden? Cevabı çok basit bir soru bu. Çünkü düşmanımızı tanımıyoruz. Eğer tanısaydık, Filistin davasına destek vermenin tek yolunun en az onlar kadar çalışmak olduğunu da bilirdik…