Filistinli direniş gruplarının 7 Ekim’de İsrail’e yönelik saldırısı çatışmanın taraflarında olduğu kadar dünyada da yankı uyandırdı. Gerek İsrail gerekse de Filistin tarihinde bir kırılmaya işaret eden bir saldırıydı bu. Mahiyeti; politik, askeri, ekonomik, psikolojik ve daha birçok farklı perspektiften tartışılmaya başlandı ve önümüzdeki uzun yıllar da konuşulmaya devam edecek gibi gözüküyor. 20. yüzyılın ortalarından, İsrail devletinin resmi olarak kurulduğu 1948’den 2023’e miras kalan bir meseleyi konuşmaya nereden başlamak gerektiği, konuyu tanımlarken kullandığımız kavramlara dahi yansımış durumda. “Filistin Sorunu”, “Filistin’in Sorunu”, “Filistin-İsrail Sorunu” ve 7 Ekim’den itibaren, “Hamas-İsrail Savaşı”. Hangi kavramın tercih edildiği, ideolojik arka plan başta olmak üzere pek çok farklı nedene göre değişiklik gösterebiliyor. Ama başta da belirtildiği gibi 7 Ekim 2023, geriye dönüp bakıldığında sadece yerel dinamikler açısından değil küresel toplumsal hafıza anlamında da öncesi ve sonrası şeklinde okunacak bir tarih aslında. Bunun en açık ifadesi ise özellikle Batı başkentleri ve büyük şehirlerindeki “Filistin’le Dayanışma” ve “İsrail’i Protesto” mitinglerinde ve yürüyüşlerinde kendisini gösteriyor.
İsrail’in 7 Ekim saldırısını bahane ederek intikam alırcasına, hiçbir hukuk düzenini tanımadan kadın, çocuk, yaşlı, hastane, cami, kilise demeden hedef alması başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere pek çok Batılı ülke tarafından, meşru müdafaa hakkı çerçevesinde değerlendiriliyor. Bütün bunlar yaşanırken gözler, kendi amacını “uluslararası barış ve güvenliği korumak” olarak ortaya koyan Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatına çevriliyor. Zira BM’nin barışın tesisi anlamında Burundi, Somali veya Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi ülkelerde Barışı Koruma Gücü oluşturarak müdahil olduğu biliniyor. Ancak söz konusu İsrail olduğunda BM’nin kendi bünyesinde aldığı ve bağlayıcı hükmü bulunan 30’a yakın kararı uygulatmakta başarısız kaldığı tarihi bir gerçek olarak uluslararası kamuoyunun önünde duruyor. Bu da küresel siyasetin bir diğer temel soru işaretine bizi götürüyor: Koruma Sorumluluğu.
İlk olarak 1999 Kosova savaşı ortamında gündeme gelen “koruma sorumluluğu” ilkesi özetle kendi halklarını koruyamayan ve insani krize yol açan devletlere karşı uluslararası kamuoyunun bir araya gelerek, gerektiğinde askeri müdahaleye varan güç kullanımını devreye sokması anlamına geliyor. Her ne kadar kuramsal bağlamda ideal bir yaklaşım olsa da küresel güç mücadelesinin, büyük güçleri karşı karşıya getirdiği sahalarda, bu ilkenin işletilemediği de tarihsel bir vakıa. Bu ikilem Libya ve Suriye savaşlarında yaşandı. Uluslararası toplum Libya devlet başkanı Kaddafi’nin kendisine karşı ayaklanan halkına şiddet uygulamasını kabul edilemez olarak algılamış ve Kaddafi’yi hedef alan hava harekatları gerçekleştirmişti. Ancak benzer şekilde protestolara başvuran Suriye halkı, yanında duran bir uluslararası kamuoyu göremedi ve ülke on yılı aşkın süredir devam eden ve sonucu kestirilemeyen bir iç savaşa sürüklendi.
Bu kısa tarihi arka planda dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus ise Batılı ülkelerin politikaları ile özellikle bu ülkelerle dayanışma gösteren halk kitlelerinin bu politikalara verdiği tepkiler arasındaki makasın giderek açılıyor olması. Ulusötesi toplumsal halk hareketlerinin izini 1990’lardan itibaren Sao Paulo’dan Seattle’a, Londra’ya kadar pek çok farklı sokak eylemlerinde sürmek mümkün. İlk olarak Küreselleşme Karşıtları şeklinde kendilerini gösteren bu eylemlerin en çarpıcı olanı 2003 Irak savaşına karşı bir araya gelen adeta küresel bir halk koalisyonuydu. Örneğin Irak işgalinin ABD’den sonra ikinci büyük ortağı İngiltere’nin başkenti Londra’da 1.5 milyon kişinin bir araya geldiği “Irak Savaşına Hayır” mitingi düzenlendi. 11 Eylül sonrası ABD imparatorluğunun bir hayalete karşı başlattığı mücadelenin adı olan “Terörle Savaş” politikası başta Ortadoğu olmak üzere barış için bir araya gelenlerin de sindirilmesi sonucunu doğurdu. Tıpkı bir karşı devrim süreci gibi sokağa da statüko hakim olmaya başladı. Önce 2003 Irak ardından 2012’de patlak veren Suriye savaşının yarattığı Frankenstein, DAEŞ’in Batı başkentlerinde gerçekleştirdiği terör eylemleriyle güvenlikçi politikalar taraftarı olan hükümetlerin sokağı konsolide etmesine imkan sağlarken, ateşkes ve barış çağrısında bulunan aktivizmin geriye çekilmesine neden olacaktı. Bunun en çarpıcı örneği Fransız dergisi Charlie Hebdo’nun Hz. Muhammed’i (sav) aşağılayıcı karikatürlerinden dolayı gerçekleştirilen saldırıda 17 kişinin hayatını kaybetmesinin ardından başlatılan Je Suis Charlie (Ben Charlie’yim) kampanyasıydı. Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’in yanına Almanya Başbakanı Angela Merkel, İngiltere Başbakanı David Cameron, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas gibi isimleri de alarak Paris’te düzenlenen anma yürüyüşüne katılması Avrupa’da devlet destekli dayanışma gösterisinin sembolü haline gelecekti. Giderek artan oranda ilk olarak açıktan İslam ve Müslüman karşıtı gösteriler, ardından göçmenleri hedef alan protestolar ve son olarak fiziksel şiddete varan linç kampanyaları çarpıcı bir şekilde İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde görünür hale gelecekti.
7 Ekim 2023’te yaşanan saldırı ve sonrasında İsrail’in soykırıma varan kitlesel yıkım harekatı, devlet dışı sivil dayanışma açısından işte bu karanlık döneme tekabül ediyor. Çok geçmeden Avrupa’da Filistin’in yanında olduğunu ilan eden yürüyüşler yasaklanırken ve “Denizden Nehir’e Özgür Filistin” sloganının ırkçılık olup olmadığı tartışılırken, tüm bu dayatmalara rağmen sokağa dökülmeyi başarmak, göçmen karşıtı ve yabancı düşmanı hareketliliğe de bir itiraz aynı zamanda. Devletlerin eyleme geçmek istemediği bir dönemde halklar, kendi “koruma sorumluluğu” ahlakını devreye sokarak mazlumun yanında olduklarını belli etmeye devam edeceklerinin altını çiziyorlar.