Türk hikayesinin yaşayan ustası Mustafa Kutlu’nun hayat hikayesi, kendine özgü tarzıyla yazdığı o büyülü eserlerden çok da farklı değil. Cebesoy İstasyonu üzerindeki yalnız evden başlayan hatıralarını, Erzincan’daki naylon ev günlerini, babasının vefatı sonrası sebze halinde çalıştığı zamanları, Güzel Sanatlar Fakültesi sınavları için İstanbul’a ilk gelişini, sevgiyle yad edilen Tunceli’deki öğretmenlik günlerini ve Hareket ile başlayan 50 yıllık yazarlık serüvenini kendi anlatımıyla dinlediğimiz Mustafa Kutlu, Doğduğum Ev’e konuk oldu.
Erzincanlıyım, şehrin içerisinden benim ailem. Fakat Erzincan’ın Osmanlı döneminden itibaren uzun yıllar ilçe merkezi olan Kuruçay diye bir ilçesi vardır. Benim dedem burada memurluk yapmış Osmanlı döneminde. Kuruçay’ın köylerinden birinden evlenmiş. Kader işte, rahmetli babam da nahiye müdürü olarak Kuruçay’da görev yaparken o da oradan evlenmiş. Ben de Kuruçay’da doğdum. Küçük bir yer. Yüz hane ancak. ‘Kalbin Sesi: Mustafa Kutlu’ diye bir belgesel çektim, iyi kötü yürürken. Dedim ki, gideyim de bu belgeseli doğduğum evin önünden başlatayım, ‘ben bu evde doğdum’ diye. Fakat tahkik ettim ki ev yıkılmış, yanında yöresindeki evler de yıkılmış. Böyle bir hüzünle başlamak istemedim... Yani sonuçta doğduğum ev yok. Hatıramda da yok.
Çocukluğuma dair benim aydınlık olarak hatırladığım mekan, babamın son tayin olduğu Kemah’ın Kamerik Nahiyesi. O zaman sanıyorum ben 5 yaşındayım. Etrafta başka ev yok. Benden başka çocuk yok. İşte ablalarım var. Babam bir at almıştı, atla nahiyeye gidip geliyor. Bir köpek hatırlıyorum, Gümüş diye bir köpek. Onunla kır bayır dolaştık… İstasyondan gelip geçen trenler de benim için çok önemli bir husustu ve zihnimde kalmış. Benim hikayelerimde bir tren motifi vardır; tabii dumanlı tren. Dumanlı tren aynı zamanda çok sinematografik bir unsur. Birçok filmde kullanılmıştır. Nostaljik bir tarafı var. Benim için de çok önemli. Bir de o yıllarda köylerin boşalmasıyla insanların büyükşehirlere doğru akışını hatırlıyorum. Sepetler, çocuklar, torbalar, çıkınlar... Gelen tren 3-5 dakika duruyor, ara istasyon. Pencerelerden verilen çocuklar şunlar bunlar bir kıyamet. Arkasından sallanan eller... Gidenlerin arkasından mendil sallanırdı o zamanlar iyi hatırlıyorum. Mendil sallanır, mendille gözyaşları silinir... Bu gitmek, gelmek, gurbet, sıla demek ki o zamanlardan kalma bir şey. Benim yazılarımda da hissiyatımda da yeri vardır.
Evet ailenin tek erkek çocuğuyum. Kız kardeşim var benden ufak, üç ablam var. Ablalarımın ikisi vefat etti. Kız kardeşim Erzincan’da hala, bir ablam yine orada. Ben de o yaşlardan itibaren çalıştım. Evimizden aşağıda sebze hali vardı. Orada kendime mahsus yani kendi kaldırabileceğim kadarıyla; kasalara domates dizmek, arabadan karpuz indirmek gibi işlerde çalıştım. Başka bir sürü işler yaptım. Bayramlarda kartpostal satmak, pazarlarda kurabiye satmak, şunu yapmak bunu yapmak… O yaşlarda bana birçok tecrübe kazandırdığını söyleyebilirim. Bir karpuz alıp o yaşta eve götürmek de bir büyük bir onur vesilesiydi.
Ben ilkokuldan itibaren resim yapmaya meyyal bir çocuktum. Hem okuma; ne bulursam okuyordum, müthiş bir okuma açlığı içerisinde. Bir de resim yapıyordum ilkokuldan itibaren. Ortaokul, lise. Lisedeyken Allah rahmet eylesin Nurettin Bey diye bir resim hocamız vardı. Kabiliyetli çocuklardan 5 kişiyi okul paydos olunca atölyeye indiriyordu ve bize orada bizatihi resim yaptırıyordu. O zamanlar Güzel Sanatlar Akademisi’nin imtihanı ayrı yapılıyordu. Bir arkadaşımla beraber posta treniyle 3 günde İstanbul’a geldik. Anamın köylüleri Taksim civarında daha çok o zamanlar kapıcılık yapıyorlardı. Bir akrabamızın kapıcı dairesine inmiştim. Tabii İstanbul benim için çok şaşırtıcı. Ne tarafa bakayım nasıl bakayım… O kadar çok bakmak, görmek istediğim şey var ki. Fakat Güzel Sanatlar Akademisi’nde gördüğüm manzara karşısında “ben burada yapamam” dedim. Bir taşralı olarak Güzel Sanatlar Akademisi’nin öğrencilerinin o özgür havası, kız erkek ilişkileri bana çok bohem bir şey göründü. Biz buna alışmamışız. Dedim “Burada yapamam, en iyisi vazgeçeyim.” Vazgeçtim.
İstanbul’da da birçok fakülteye gidebilirdim ama Erzurum yakın diye Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni seçtim. Edebiyat da seviyordum, okuyan yazan biriydim ama bunu söylemem lazım. Bizim nesil nasıl bir nesil? Küçücük Erzincan, 30 bin nüfusu var ama 4 tane kitabevi vardı. Dördü de sadece kitap satıyordu. Şimdi 24 tane kitabevi var fakat kırtasiye, oyuncak falan filan satıyorlar, kitap pek satmıyorlar. Biz Erzincan Lisesi’nde İngilizce, Fransızca, Almanca, Türkçe 4 tane gazete çıkarıyorduk ‘Duvar Gazetesi’. Bir lise tahsili bayağı bir tahsildi yani. Onun sonucunu da anlatmam lazım. Bizden iki devre sonraki Erzincan Lisesi talebeleri, Türkiye çapındaki bilgi yarışmasında Haydarpaşa’yı, Galatasaray’ı, Kabataş’ı geride bırakıp Türkiye şampiyonu oldu. Aynı yıl o okulun futbol takımı da Türkiye şampiyonu oldu ve Fransa’da Türkiye’yi temsil etti. Demek ki böyle bir kalite yakalanabiliyormuş 30 bin kişilik bir şehirde.
Bana rahmetli amcamın oğlu hukuktan terk Ruhi Kutlu tanıttı. Ben de doğrusu hissiyatıma ve fikriyatıma çok uygun buldum. Bilhassa Nurettin Bey’in (Topçu) yazıları. Üniversite 2. sınıftayım, Hareket mecmuasını okuyan birisiyim. Bu sırada da hocamız Prof. Orhan Okay ile yakındık. Bir gün odasında baktım ki masasının üzerinde Hareket mecmuası duruyor. Dedim, “Hocam ben de bu mecmuayı okuyorum”. “Öyle mi” dedi. “Çok beğeniyorum ama biraz içi bana donuk geldi, mizanpaj falan. Keşke içinde desenler, resimler olsa daha cana yakın olur” dedim. “Bu mecmuayı çıkaran arkadaş Ezel Elverdi burada, Erzurumlu kendisi” dedi. “Öyle mi”, dedim, “tanışmak isterim”. “Bugün gel öğleden sonra” dedi. Orhan Okay’ın odasında Ezel Elverdi ile tanıştık. 50 küsür yıllık arkadaşım, kardeşten ileri bir arkadaş… Erzurum’da bir Hemşin Pastanesi var; o zamanlar okuryazarların takıldığı bir yer. Orada buluştuk Ezel ile. Ben ona büyük bir nutuk attım, ‘bir mecmua nasıl olur’ diye. O da tabii beni sabırla dinledi. Sonra “Madem sen desenler yapıyorsun, bize başla” dedi. Ve ben önce yazı değil desenler gönderdim Hareket mecmuasına. 1968’in hangi ayı hatırlamıyorum, kapakta bir desenim yayınlandı. Hani ‘dünyalar benim oldu’ derler ya gençlikte. İnsanın ilk kitabı çıktığında da oluyor. Böyle karşına koyuyorsun, ona bakıyorsun. Bu biraz hususi bir duygudur pek de anlatılmaz yani. ‘Çok mutlu oldum’ yetmez…
Mektebi bitirdik, üniversiteyi. Kurayla çekiyoruz, bana Tunceli çıktı. Tunceli de Erzincan’a yakın diye. Tunceli Lisesi de doğrusu iyi bir lise, güzel. Fakat su yoktu. Lojmanlar var, su yok. İleriden bir yerden dereye inip çıkıyoruz, oradan kovalarla su taşıyoruz. Tabii heyecanlı bir kişi, yardımcı olmak isteyen birisi, işte talebesini iyi yetiştirmek isteyen birisi… Kütüphanesi kapalıydı mektebin. Orayı açtım, İstanbul’dan çeşitli yayınevlerinden kitaplar getirttirdim. Kitaplık kolunu faaliyete geçirdim. Sahneye birtakım gösteriler yaptık. Hatta Orhan Kemal’in 72. Koğuş oyununu bile orada oynamıştık. Orası da bir mahrumiyet bölgesiydi ama dolu dolu geçti diyebilirim öğretmenlik günlerim. Sevgiyle hatırlıyorum. Müfredatta yoktu ama öğrencilere şiir defteri bulundurmayı ve tutmayı mecburi kılmıştım. Arada sırada Erzurum’a gidiyordum. Erzurum’da kitabevi açmıştık. Hareket mecmuasındaki hikayelerim devam ediyor, yazılar yazıyordum. Bütün arzum İstanbul’a gitmek, öğretmenliği bırakmak, Hareket mecmuasının yayınına ortak olmak. Hep tayin istedim. Tayinim çıkmadı. Sonunda istifaya karar verdim. O sene tayinim çıktı. İstanbul’a geldim ve Küçükköy Vefa Poyraz Lisesi’nde iki yıllık edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra kafamdaki kararı uyguladım ve istifa ettim. Hareket mecmuasında çalışmaya başladım.
Kahvede tavla oynuyorlar, bağıranlar, çağıranlar, televizyon seyredenler bana fon müziği gibi geliyordu o zamanlar, gençken. Bir oturuşta yazıyordum. Ve o yazdığım metni de hiç okumadan verdiklerim de var. Üzerinde herhangi bir değişiklik yok. Sonra da dedim ki, ya kardeşim insan yazdığını bir okur bakalım ne olmuş ne bitmiş. Bazı yerlerde düzeltmeye ihtiyaç olabilir. Bunu da yaptım, düzeltmeye kalkıştım fakat baktım ki bozuyorum. İyisi mi bırak böyle kalsın. Mizacımla ilgili... Çay bahçesinde, kahvede, açık havada... Eve iş götürmeyi sevmiyordum. Ama artık dışarıda çalışamaz olunca da evde yazmaya başladım.
Benim ahım milletin ahıdır. Kendimi milletten ayrı görmem, böyle bir yazarlık havası sıçratmaktan da hiç hoşlanmam. Ben insanların içinde bir insan, vatandaşlardan bir tanesiyim. Kendimi vatandan ve vatandaşlıktan o tarafta görmüyorum.
Madem son bir şey istiyorsun benden. Divan Edebiyatı’ndan bir mısra ile kapatayım; benim fikriyatımı ve hissiyatımı dile getiren bir mısra, o da şudur: “Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur.”
Benim ev Merter’deydi. Yeni Şafak, Topkapı’daydı, yolun üstündeydi. Yayınevinden çıkıp da her geçişimde orada iniyordum, zaten çok mütevazı bir gazeteydi. Muhabbet ediyorduk, çay içiyorduk, yazılar yazılıyordu. Ben de orada yazmaya başladım. Dediğim gibi futbolculuktan gelen bir spor merakım var, spor yazıları da yazdım. Bunu anlatmalıyım. Şöyle, o zamanlar bazı köşe yazarları futbol yazıları yazıyorlardı ve çok okunuyordu. Bizim gazetede de dedim ki, “köşe yazarları da futbol yazsın, futbol sayfamız hiç iyi çıkmıyor, fotoğraf bile yok”. “Aa çok iyi olur” dediler. Ben başladım arkamı döndüm benden başka kimse yok. Tabii edebiyatla beraber karışık futbol yazıları yazıyordum. Bir kısım okuyucular bunu çok benimsediler fakat benim hikayelerimi okuyanlar hiç oralı olmadılar. Hatta bir tanesi mektup yazmıştı, ‘Mustafa abi sen bu yazıları terk etmezsen bendeki kitaplarını yakacağım’ diyenler bile oldu. Böyle bir macera ve o gün bugün Yeni Şafak’ta yazıyorum. Önceleri haftada iki gün yazıyordum sonra bire düşürdüm. O günden kalan 3 tane yazar var: Hayrettin Karaman, Mehmet Şeker ve ben. Kimler geçti saymayayım ama biz kaldık orada öyle.