Kişisel internet sitesinde İsmet Berkan'ın 'İnsan uygarlığının kısa tarihi' adlı kitabına dair bir inceleme yayımlayan Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, Orta Çağ ve Yeni Çağ’da din devletlerinin yükselişini anlattı. Ülker, "Hristiyanlığa karşı Müslümanlığın yükselişi, din savaşlarını beraberinde getirdi. İslam, bir din devleti olarak mucizevi bir hızla yayıldı. Bu yayılmanın önemli bölümü savaşlar yoluyla oldu" dedi.
Ekonomi, sanat, tarih, felsefe gibi birçok alanda kaleme aldığı yazılarıyla dikkat çeken Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, son olarak İsmet Berkan'ın 'İnsan uygarlığının kısa tarihi' adlı kitabına dair değerlendirmelerini paylaştı.
İsmet Berkan’ın yazdığı kitabı okudum, hayran kaldım, demiştim. Ama tabii kendi bilgi, yorum ve hatta ukalalıklarımı da eklemeden duramadım.
Neyse şimdi Orta Çağ ve Yeni Çağ’da neler oldu diyerek devam ediyoruz. Hatırlayacaksınız, tarihi olayların bağlamına bakarak okumak lazım demiştim. Burada uygarlık tarihimizin kısa notlarını bir bağlamla ilişkilendirerek vermek istedim.
Orta Çağ’ın adlandırılışında neredeyse hiç bir sorun yok ama tabii bu bizim havzamızda yaşayanların bakış ve anlayışı açısından… Yeni Çağ ise adı üstünde yenilikler çağı, ama bugün artık yaşayageldiğimiz yenilikler ve değişim hızı herhangi bir şeyi yenilik diye adlandırmamıza imkan vermiyor. İnsanlık bugünlere devrimler, keşifler, buluşlar, dünya savaşları, ekonomi politik dönüşümlerle geldi… Bu konuları Berkan’ın kitabına dayanarak aktaracağım. Yazar girişte diyor ki:
Bizim ders kitaplarımızda bilgi bir tarihî bağlamda öğrenciye aktarılmak yerine test şeklinde veriliyor. Halbuki matematik dahil tüm konular kendi bağlamıyla anlatılmalı. Türkiye’de eğitimde herkese bilgi yüklenir, ama bağlamsız. Artık bilgiye ulaşmak kolay, ama neye yarar!
Tarihte iki devrim oldu: Neolitik Devrim ve Sanayi Devrimi. Dünya tarihçileri birçok dönüm noktasından bahsetmektedir, onu da belirteyim.
Bugün üçüncü büyük devrimi yaşıyoruz!
Anlattığım konuların kök nedenini veya yaşananlar arasındaki nedensellik ilişkisini daha iyi açıklayarak insan düşüncesinin gelişimi ile tarihin gelişimi arasındaki sürekliliği sergilemek ve insanlığın birikimini ortaya koymak istedim.
Yeni Çağ da tarihte kabul görmüş bir tanımdır, bizim için övünç kaynağıdır. Müslüman Türklerin tarihi kalıcı olarak değiştirişlerinin adıdır.
Bakalım birbirini takiben gelen iki dinin ve uygarlığın etkileşimlerini okumak sizde nasıl yankılanacak. Sorularıma da dikkat. Yorumlarınızı bekliyorum.
Geçmişte dünyevi iktidarların sahipleri bu iktidarlarına göksel/tanrısal bir meşruiyet aradılar, din görevlileri de çoğunlukla bu meşruiyeti onlara sundu. Bugün Japonya’nın hala bir imparatoru var ve onun güneş tanrısı olduğuna inanılıyor. Çin imparatoru da öyleydi, yeryüzündeki tanrıydı. Birleşik Krallık’ın bir kraliçesi vardı, aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin de başıdır. Şimdi yerine geçen kralın da başına tacını Anglikan Kilisesi koydu.
Avrupa Birliğinde birçok Batı Avrupa ülkesinin başında kral ve kraliçeler var. Devletleri hanedanlar temsil ediyor. ABD, Rusya, Almanya, İtalya, Fransa ve İskandinav ülkeleri hariç…
Ayrıca dünyanın en zengin ve büyük ülkelerinin, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi, devlet başkanlarını İngiliz kralı tayin ediyor.
Osmanlı padişahları yüzyıllar boyunca aynı zamanda İslam halifesiydi. İslam ümmetinin başıydı.
Tabii tüm bunların pratikte neyi, ne kadar temsil ettiğini ve gücünün ne olduğunu bugün ve tarihte tartışabiliriz. Ama bildiğiniz gibi tarihteki senato ve insanın yaptığı kanunlar Roma’ya, demokrasi düşüncesi ise Eski Yunan’a bağlanmaya çalışılıyor. Halbuki Roma kanunları mutlu bir azınlık Romalılar için ve Eski Yunan’da da demokrasi sadece vatandaşlar ki onlar azınlıktı, için geçerliydi.
Batı ve Güney Avrupa’da birleştirici güç, Katolik Kilisesi’nin başı Papa oldu. Yani Avrupa’da uzun süre sadece göksel iktidarı değil, dünyevi iktidarı da papalar belirledi.
Din Devletlerinin Yükselişi
Haçlı Seferleri, Avrupa’daki devletlerin değil, Papa’nın projesiydi. Papa, sefere katılacaklara cenneti vadederek asker topladı. Koca Avrupa, onlarca prensliğe bölünmüş tek bir Katolik din devleti gibiydi. Ama Haçlı Seferleri’nden önce dünya Müslümanların ve İslam’ın yükselişini gördü.
İslam, bir din devleti olarak mucizevi bir hızla yayıldı. Bu yayılmanın önemli bölümü savaşlar yoluyla oldu. Bütün Kuzey Afrika’yı geçen Müslümanlar, Cebelitarık’tan Avrupa’ya sıçradılar ve izleri bugün hâlâ İspanya’da görülen muazzam Endülüs uygarlığını kurdular.
Hristiyanlığa karşı Müslümanlığın yükselişi, din savaşlarını beraberinde getirdi. Papa’nın orduları Haçlı Seferleri’yle sadece Kudüs’ü ele geçirmeye değil, İslam’ı da sona erdirmeye giderken hedef Katolik Avrupa’yı birleştirmek ve kuvvetlendirmekti.
Tabii aynı Hristiyan askerler Bizans’ın başkentini işgal edip yıllarca yağmaladılar, çünkü Roma’daki Katolik Kilisesi, merkezi İstanbul’da olan Ortodoks Kilisesi’ne düşmandı.
Avrupa’da Dinin ve Devletin Dünyevileşmesi
Orta Çağ’a özelliğini veren şey, bu parçalanmış, irili ufaklı devletlere ve prensliklere bölünmüş olan Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin zaman içinde birleştirici bir rol kazanması, hatta bu parçalanmış Avrupa’nın zaman içinde koca bir “din devleti” haline gelmesidir.
Orta Çağ’ı Bitiren Olaylar Arasında İlk Saymamız Gereken İklim Değişikliği Miydi?
Havalar soğudu, ciddi üretim azalmasına ve dolayısıyla yaygın açlığa sebep oldu. Açlık da kıta çapında sosyal huzursuzlukları, ayaklanmaları, isyanları beraberinde getirdi. Bunu “Kara Ölüm” diye anılan büyük veba salgını izledi. Avrupa’da 1347 ile 1350 arasında, sadece üç yılda bütün Avrupa nüfusunun üçte biri öldü, bir fecaat.
Orta Çağ’ı Bitiren Olaylar Arasında İkincisi, İnsanı Merkeze Alan Rönesans Mıydı?
1453de İstanbul’un Müslüman Türkler tarafından fethi ile birlikte çok sayıda Bizanslı aydın, yanlarında el yazması kitaplarıyla birlikte Batıya, özellikle de bugünkü İtalya coğrafyasında bulunan şehir devletlerine, göç ettiler. Bu Bizans aydınlarının yanlarında getirdiği yazmalar, hem eski Yunancaya ilgiyi artırdı hem de örneğin Bizans İncil’i, Roma Kilisesi’nin söylediğinden başka İncillerin, kutsal kitabın farklı versiyonlarının da olabildiğini göstererek daha sonraki Reform, yani Protestanlık hareketinin bir yerde başlatıcısı oldu.
Rönesans sanatçıları ise kilisenin sipariş ettiği resimlerinde dine farklı bir bakış açısı getirdiler, deyim yerindeyse dinî öyküleri insanileştirdiler. Bilahare Bilimsel Düşünce Devrimi de bilginin dinden ve kilise kontrolünden kurtulup özgürleşmesine büyük katkı sundu.
İnsan Merkezlilik, Bilimi De Arkasına Almış İlerliyordu.
1439 yılında Johannes Gutenberg, matbaayı icat etti. Matbaanın icadı, Rönesans’ın, Reform’un, Aydınlanma Çağı’nın ve bilimsel devrimlerin yolunu açtı. Yine Almanya’dan, Martin Luther isimli bir din adamı, 1517 yılında “95 Tez” başlıklı bir uzun makale yayımladı. Matbaa sayesinde çoğaltılan ve çok sayıda insana ulaşan bu makale, nihayetinde Batı Hristiyanlığının Katoliklik ve Protestanlık adı altında ikiye bölünmesine giden yolu açtı. Galiba en büyük fark artık Hristiyanlıkta faizin helal sayılmasıydı.
Britanya Adasında Kral Henry, 1533te sadece karısından boşanabilmek için değil, aynı zamanda ülkesini de bağımsızlaştırmak ve Papa’nın boyunduruğundan kurtarmak için Katolik Kilisesi ile ilişkisini kesti, Protestanlığın bir versiyonu olan Anglikan (İngiliz) Kilisesi’ni kurdu.
Martin Luther’in bir makalesi dinin, 8. Henry’nin boşanması ise devlet yönetimlerinin dünyevileşmeye başlamasına yol açtı.
İslam’ın Altın Çağı
Batı’da Bunlar Olurken Hemen Yakında Doğu’da, Hatta Endülüs’te (Batıda) Neler Oluyordu?
Miladi takvimle 8. yüzyılın başlarından 12. yüzyılın sonlarına kadar geçen süre genellikle “İslam’ın Altın Çağı” olarak adlandırılır.
Hazreti Muhammed (sav), Miladi 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmek (Hicret) zorunda kaldığında, Medine’de yaşayanlarla kendisiyle birlikte bu şehre gelenlerin ilişkilerini düzenleyen bir belge imzaladı. Bugün “Medine Vesikası” adıyla bilinen bu belge, aslında ilk İslam devletinin de kuruluş belgesiydi ve imzalandığı tarihten bugüne kadar İslam siyasal düşüncesinde bir rehber olarak kullanıldı.
Bu belgede Hazreti Muhammed (sav), Medineliler tarafından Allah’ın peygamberi ve İslam devletinin yöneticisi olarak tanınıyordu. Hazreti Muhammed (sav), yönetimi süresince kendine Kur’an’ı rehber olarak aldı. Elbette gündelik hayatta karşısına çıkan ve Kur’an’da açıkça emredici hüküm bulunmayan sorunlarla başa çıktı ve kendi yaşamı ve sohbetleriyle yani uygulamalarıyla insanlara örnek oldu.
Bugün bunlar, yani Kur’an ve Hazreti Muhammed’in (sav) davranışları ve sözlerinden oluşan hükümler (Sünnet) İslam’ın iki temel kaynağı olarak kabul ediliyor. Sadece dinin değil, sosyal hayatın, İslam devletinin de iki temel kaynağı bunlar. Çünkü İslam, dünyaya düzen ve adalet getiren dindir.
İslam devleti, daha ilk yüzyılını tamamlamadan, halifenin kim olması gerektiğiyle ilgili bir büyük kavga sonrası Şiilik ve Sünnilik olarak ikiye bölündü. Ancak dünya Müslümanlarının ezici bir çoğunluğu Sünniliği benimsemiş durumda.
Sünnilik içinde, Allah’ı aklımızla kavrayıp kavrayamayacağımıza dair bir tartışmanın sonucu doğmuş iki inanç mezhebi var. Maturidilik ve Eşarilik olarak adlandırılan bu iki inanç mezhebinin altında ise Kur’an’da ve sünnette anlatılan İslam hukukunu, yani şeriatı yorumlayan en az dört farklı hukuk okulu (mezhep) var. İslam’ın Altın Çağı’nın büyük düşünürleri, El Kindi’nin sayesinde Yunan felsefesi ile tanıştılar. Platon ve Aristo’nun felsefi görüşleri üzerine derin ve verimli tartışmalar yapıldı. Bu dönem İmam Gazali ve İbn Rüşd’ün karşı görüşleriyle sona erdi.
İslam’ın Altın Çağı’nın ilk iki yüzyılında Basra ve Bağdat’ta ortaya çıkan Mutezile Okulu, aslında Eşarilik ve Maturidilikten de önceki ilk inanç mezhebiydi. “Ayrı düşünenler” veya “ayrı duranlar” anlamına gelen Mutezile ilginç bir soruyla yola çıkmıştı. “Allah her şeye gücü yeten olduğuna göre bu dünyada kötülükler nasıl mümkün olabiliyor?” Bu soruya cevap arayan Mutezile Okulu, dünyadaki kötülüklerden Allah’ın sorumlu tutulamayacağına, insanın kendi aklıyla iyi ile kötüyü ayırt etmesi gerektiği düşüncesine vardı.
Mutezile Okulu “akılcı okul” diye de bilinir; vahyin, yani Allah’ın sözlerinin hep akılla okunup yorumlanması gerektiğini söyler. Ama tabii ki İslam’da da inanç esasları tartışılamaz.
Bu okula en şiddetli itirazı yaklaşık 100 yıl sonra Hasan el Eşari yaptı. “Eşarilik” olarak bilinen bu yorum okulu, bugün Sünni İslam’ın en yaygın iki görüşünden birini oluşturuyor. Eşarilik, Kur’an’da yazılı Allah’ın kelamının ve peygamberin hayatından kaynaklanan sünnetin her zaman emredici olduğunu, Allah’ın ve sünnetin emrettiği şeylerin tanımı gereği doğru, Allah’ın ve sünnet’in yasakladığı şeylerin ise yine tanımı gereği yanlış şeyler olduğunu söyler. Eşarilere göre bunu anlamak için akıl yürütmeye gerek yoktur, zaten her şey yazılıdır. Yine Eşarilere göre, doğru ve yanlış, her yer, her zaman ve herkes için geçerli objektif gerçeklikler değildir. Allah’ın ve sünnetin bazı emirleri insanlara yanlış görünebilir ama Allah öyle bir varlıktır ki, onu insanlar kendi akılları veya duygularıyla tam olarak kavrayamazlar, o yüzden emre itaat etmelidirler.
Bugün Sünnilikte Eşarilikle birlikte hâkim durumdaki diğer inanç mezhebi Maturidilik. Orta Asya Türklerinin benimsemesiyle yaygınlık kazanan ve Osmanlı döneminde de en geçerli mezhep kabul edilen Maturidilik, akla ve akıl yürütmeye ayırdığı yer bakımından Eşarilikle çok da benzeşmiyor. Maturidi Okulu’nun mensupları, Allah fikrine kendi akıllarıyla ulaşabileceklerine inanırlar.
İmam Gazali ve İbn Rüşd’ün pek çok tartışmayı bitiren görüşlerini duyurduğu 1100-1200 yıllarından itibaren o eski felsefi tartışmalar sona ermiş bulunuyor. Müslümanların felsefe tartışmaları, özellikle eski Yunan felsefesinin Arapçaya tercüme edilmiş ve sonra hakkında eserler yazılmış olması, Avrupa düşüncesinin Orta Çağ karanlığından çıkmasına yardımcı oldu. Sadece felsefe değil, İslam uygarlığının, özellikle de Altın Çağ dönemi Emevi ve Abbasi uygarlıklarının dünya siyasal düşüncesine katkıları da büyük oldu.
Halife, İslam toplumunun en üst yöneticisinin, toplum tarafından (ümmet) bir danışma süreci içinde belirlenmesi, İslam siyasal düşüncesinin merkezinde yer alan fikirdir. Her zaman bu şekilde, yani bir çeşit demokrasi veya oligarşi gibi uygulanmamış olsa da, bu fikrin varlığı önemli. Bugünkü İslam Cumhuriyeti tanımının kaynağını oluşturmaktadır. İkinci prensip, Halife’nin adil ve erdemli olması ve İslam’a uygun davranması zorunluluğu olmuştur. Üçüncü prensip, İslam’ın bir çeşit kuvvetler ayrılığı sistemi getirmiş olmasıdır.
İslam devletinde Halife veya hükümdar hiçbir zaman tek başına tüm gücün sahibi olmadı. Yargı yetkisi ve hukuki yorum yapma hakkı her zaman din alimlerinde oldu. Dolayısıyla devlet yönetimine her zaman alimler ile halife arasındaki hassas ilişki damgasını vurdu.
Dünya siyasal düşüncesine İslam âleminin sunduğu en önemli iki katkı, iki ayrı isimden geldi. Bunlardan kronolojik olarak birincisi, 1092 yılında ölen ünlü Şelçuklu veziri Nizamı Mülk’tür. Siyasetname adıyla yazdığı meşhur kitapta adalet, etkili yönetim ve İslam toplumunda devletin rolü gibi konuları tartışır.
İslam düşüncesinin siyasal düşünceye ikinci büyük tarihi katkısı ise daha ileri bir tarihte, 1332-1406 yılları arasında bugünkü Tunus’ta yaşamış olan büyük düşünür İbn Haldun’dan geldi.
İslam tarihinde yaşanan akıl-vahiy tartışmaları, Platon’un Devlet adıyla ve Aristo’nun yazdıklarına ilişkin yürütülen tartışmalar ve son olarak İbn Haldun’un Mukaddime’si, Batı Avrupa’da büyük bir dikkatle okundu. Ve etkili oldu.
Yeni Çağ’a Doğru Neler Oldu?
Artık Müslümanlar batı dünyasını kuşatmış durumdaydılar. Hem Endülüs’te hem de Balkanlar’da hatta Viyana önlerine kadar ilerlemişlerdi. Her yönden gerek bilim ve düşünce, gerek sosyal ve ekonomik ve askeri olarak Batıdan ilerdeydiler. Batı ise derebeyliklere parçalanmış veya Akdeniz kıyılarında zengin şehir devletleri vardı. Batıdaki bu bölünmüş iktisadi ve siyasi yapıyı bir arada tutan tek güç Hristiyanlık, papalıktı. Fakat doğudan kaçanlarla gelen fikirler, Müslüman düşünürlerin eski filozofları yorumlamaları neticesinde Batı önce dini ve dini iktidarı protesto etti. Artık Batı’da faiz helal, ilmi düşünmek mümkün, dini resmetmek caizdi. İnsan ve kişisel menfaat hayatın merkezindeydi.
Mülkiyet Hakkından Hukukun Üstünlüğüne Giden Yol
Burjuva
Orta Çağ’da şehirler çoğunlukla yüksek surların ardındaydı. Çünkü hırsızlardan, korsanlardan, büyük haydut çetelerinden ve yabancı ordulardan, yabancı yağmacı gruplardan korunmak istiyorlardı. Bu surların ardında bu tüccar ve zanaatkâr sınıfı zaman içinde bugün adına “meslek birliği” dediğimiz “lonca”lar altında birleştiler. Her meslek grubunun kendi loncası vardı. Aynı dönem Osmanlı’sında da bu “lonca”laşma yaşandı, “Ahilik Teşkilatı” Batı’daki “lonca”nın bizdeki adıydı.
Bazı yerlerde bu tüccar ve zanaatkâr sınıfı ile onların loncaları o kadar güçlendi ki, bütün şehri kontrol eder, şehri yönetir oldular. Ortaya ticaretle uğraşan şehir devletleri çıktı. Bunlar genellikle cumhuriyetti, yani kralı veya hükümdarı olmayan, yöneticisi bir çeşit seçimle belirlenen yerlerdi. En ünlüleri, Floransa, Cenova ve Venedik idi. Bu üç tüccar şehir devleti o kadar zengin ve güçlüydü ki, kendi ticaretlerini güvenli kılmak için koca ordulara, daha çok da donanmalara sahipti, onların parasını ödüyor, kendi ticaretinin güvenliğini sağlıyorlardı.
Onlara “şehirliler” anlamında “burjuva” deniliyordu. Burjuvalar, yerel feodal lordlardan, toprak ağalarından, silahlı şövalyelerden ve daha önemlisi kralların kendi başlarına buyruk yönetimlerinden şikayetçiydiler.
Britanya’da cumhuriyetçiliğin ve parlamentarizmin ortaya çıkması, Avrupa’nın en tüccar devletinden biri olan Hollanda’nın bir “cumhuriyet” olması boşuna değildi, Burjuva sınıfı serbest ticaret istiyordu; serbest ticaretin kralların keyfi vergileriyle sınırlanmasından hoşlanmıyordu; kuralların önceden herkes tarafından bilinmesini ve mümkünse temsil kabiliyeti olan bir parlamento tarafından konmasını talep ediyorlardı.
Toprak Mülkiyeti
Neolitik Devrim’in başlamasından bir sonraki devrim olan Sanayi Devrimi’ne kadar insanlığın temel üretim aracı topraktı. Toprak da, orayı ekip biçenlere değil, yerel toprak ağalarına, kabile şeflerine, aşiret reislerine, lordlara, kontlara, baronlara, padişahlara, krallara, imparatorlara aitti.
Toprağın, doğrudan tanrı tarafından krallara verilmiş bir şey değil de, onu işleyen insanlara ait olabileceği düşüncesinin akıllardan geçmesi için Batı’da 1600lü yılları görmemiz gerekti. Osmanlı toplumunda bu düşünceye hiçbir zaman gelinmedi, ancak 19. yüzyılın ortalarında Batı’nın zoruyla yapılan Tanzimat reformlarıyla özel mülkiyet ve eşit vatandaşlık fikri kabul edilmek zorunda kalındı. Tapu adı verilen özel mülkiyet vesikalarına sahip olmak için 20. yüzyılı beklememiz gerekti.
Arazinin krala değil, onu işleyen, onun üzerinde çalışan insanlara ait olduğu fikrini bu açıklıkla dile getirip bunun teorisini yapan insan John Locke’dur. Locke, “liberalizm” adı verilen düşünce akımının da babalarından biri kabul edilir.
Özel mülkiyet, yani bu dünyadaki bütün varlığın krala/hükümdara/yönetici elite değil, tek tek insanlara ait olması, farklı coğrafya ve kültürlerde farklı farklı zamanlarda ortaya çıkmış olsa da, nihayetinde Batı Avrupa’nın her yerinde birden ortaya çıkmış bir ortak davranış biçimidir.
Hukukun üstünlüğü ve halkın bir meclis aracılığıyla temsil edilip yasaların yapılmasına, en önemlisi de halktan toplanan paraların yine halkın iyiliği için nasıl harcanacağına karar vermesi, farklı zamanlarda da olsa, Batı Avrupa’nın pek çok yerinde birden ortaya çıkmış bir başka ortak uygulamadır.
Burada Orta Çağ’a, Yeni Çağ’ı hazırlayan şartlara nokta koyup, biraz öğrendiklerimizi sindirelim. Bir sonraki yazıda “insanı” merkeze almanın sonuçlarını inceleyeceğiz. Yorumlarınızı yazmayı lütfen unutmayın.