Resimli Cumhuriyet Din Kitabı adlı üç ciltlik kitapta öne çıkan resimlerden olan Atatürk’ün yanında eşi Latife Hanım’ın başörtülü ve modern giyimli resmi üzerine konuşan Prof. Dr. İsmail Kara, “1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren mütedeyyin ailelerin kızları üniversite dahil eğitim-öğretimin bütün kademelerine, çalışma hayatına katılmaya başladıkları zaman tercih edecekleri kıyafetle Latife Hanım’ın kıyafetinin benzerliği dikkat edilmesi gereken bir diğer husus” diyor.
Türkiye’de İslamcılık üzerine yaptığı akademik çalışmalarla tanıdığımız Prof.Dr. İsmail Kara’nın uzun yıllardın üzerinde çalıştığı Resimli Cumhuriyet Din Kitabı üç cilt olarak Dergah Yayınları arasında okurla buluştu. Cumhuriyet’in 100. Yılı vesilesiyle çıkan kitap rejimin dindar kesimle ilişkisini 70 ana başlıkta yaklaşık 35 yıldır derlediği görseller üzerinden anlatıyor. Kara, kitapta 100 yaşını kutlayan Cumhuriyet’in hem dahil olduğu hem muhalefet ettiği din anlayışını ele alırken aynı zamanda dindar halkın islami endişelerini, cemaat ve tarikatları ve muhalefet dillerini gazete kupürleri, reklamlar ve fotoğraflar üzerinden ele alıyor. Konu başlıkları çok geniş olduğu için biz de ağırlıklı olarak kitaptaki görselleri öne çıkararak dindar kadın ve erkek merkezi üzerinden meseleyi konuşmak istedik. Ayrıca son zamanlarda gündemde olan Ayasofya meselesini de ele aldık. Buyrun sohbete...
Lozan önemli bir dönemeç ve kırılma noktası. Her bakımdan. Her şeyden önce Ankara’da kurulan yeni devleti uluslararası düzeyde kabul eden, tanıyan ilk büyük antlaşma. İkinci olarak bir taraftan Birinci Cihan Harbi’nden mağlup çıkan Osmanlıyı tasfiye ediyor, bir taraftan da Milli Mücadele’yi kazanan Ankara’ya yeni sınırlar çizmeye çalışıyor. Onun için karşımızda sadece denize döktüğümüz Yunanistan yok İngiltere başta olmak üzere yedi düvel var. Ankara Lozan’da Milli Mücadele’sini kazanmış bir memleketin temsilcileri olarak kabul edilmeyi talep edip beklerken masanın etrafındakiler onu mağlup olmuş bir devletin temsilcileri olarak görmekten yana idi. Müzakereler böyle bir ortamda başladı. Hem uzun sürdü hem zorlu geçti.
Kronolojik takipte bulunduğunuz zaman Ankara’da Lozan öncesi ve Lozan sonrası diye bariz bir ayırım görmemek mümkün değil. En geniş mânasıyla dinle, Müslümanlıkla alakalı konularda kesin olarak böyle. Bizim konumuz dinle alakalı meseleler ama Lozan’ın etkisi elbette daha geniş bir çerçevede yürüyor. II. Meclis’ten itibaren seçimleri neredeyse atamaya dönüştüren, keyfi bir hukuk anlayışını getiren, yukardan aşağıya ve halka rağmen halk için politikalarını, modernleşme teşebbüslerini topluma dayatan tekparti iktidarını mümkün ve hatta gerekli kılan da aynı zamanda Lozan. Düşünsenize, bir milletin İstiklal Marşı’nı yazan kişi bile takibata uğruyor.
Tarihi kavga alanı değil tecrübe alanı olarak görmeli
Bu uzun bir bahis; yakın tarih anlayışları ve bunların politik ve psikolojik kaynakları üzerine ayrıca durmak lazım. Tarih kültürü ve tarih anlayışı problemlerimizden biri de bu. Ayrıca tarih ve gelenek Osmanlıların son dönemlerinde ve bütün Cumhuriyet tarihi boyunca din ve Müslümanlık meseleleriyle içiçe geçiyor. Kitapta birkaç başlık altında bu meseleleri de ele alıyorum. Sırf din-tarih-gelenek içiçeliğini göstermek için kullandığım görseller de var. İdeolojik tartışmalar için işin içine biraz latife de katarak “yalan tarihe karşı yalan tarih” demek doğru olur. Tarihin hissiyat ve hamaset üzerinden anlaşılması büyük kalabalıklar için ciddi bir problem değil. Fakat eğitimli insanlar ve tabii bir memleketin eğitim sistemi bu seviyeyi aşmakla mükelleftirler. Ayrıca tarihi bir savaş alanı olarak değil de kuvvet ve zaaflarıyla bir tecrübeler hazinesi ve sosyokültürel tabiatımızı tanımak için devreye almak lazım. Eğitim sistemimiz ve fikir-sanat çevrelerimiz bu mühim vazifeyi yapamıyor maalesef.
Bir şey daha ekleyelim: Türkiye’de Lozan meselesi Kemalist ve solcularla muhafazakârlar arasındaki en sert tartışma konularından biri olmasına rağmen Lozan’ın 100. Yılında taraflar ve üniversiteler kaydadeğer yayınlar ve müzakereler yapmadılar. Nuri Sağlam meslektaşımızın yaptığı ve Albaraka’nın yayınladığı üç ciltlik derleme ile geçiştirildi dense yeridir. Bu da garip değil mi?
Atatürk’ün eşi latife Hanım’dan Şule Yüksel’e sıkmabaş modeli
Kapaklarda yer alan fotoğrafları tasarımcı arkadaşlarla birlikte elbette hususi olarak seçtik. Kapak fotoğraflarının kitabın konularını, meselelerini temsil kapasitesinin ve estetik formunun yüksek olması gerekir. Bir de kapaktaki kullanım alanına uygunluk…
İlkinden başlayalım: Mustafa Kemal Paşa’nı eşi Latife hanımla olan fotoğrafı 1924 sonbaharında yani Cumhuriyetin ilanından ve 3 Mart 1924’ten sonra yapılan Doğu Karadeniz seyahatinde çekilmiş. Latife hanımın kıyafeti çarşaf değil modern bir kıyafet; elbette özel olarak hazırlanmış, hem örtünme kurallarına uygun hem de sosyal hayata katılan, eğitimli-şehirli yeni Müslüman kadının dış kıyafeti olarak, tabiri caizse modern veya asri. Bu fotoğraf kitabın konuları itibariyle iki açıdan önemli; biri Mustafa Kemal Paşa’nın ve eşinin 1924 yılının sonbaharında bile dışarıda, resmi olarak görünüşünü veriyor. Bu tesadüfi bir görüntü değil.
Örtülü olması önce benimsenmiş sonra karalanmış
Fakat çok kısa bir zaman sonra bu görüntü radikal bir şekilde değişecek ve dahası karalanacak, kötülenecek. Sanki dışarıya, başkalarına, yabancıya ait bir şeymiş gibi karartılacak. Soruyoruz: Niçin ve nasıl? Kendisini de karartmak değil mi bu? 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren mütedeyyin ailelerin kızları üniversite dahil eğitim-öğretimin bütün kademelerine, çalışma hayatına katılmaya başladıkları zaman tercih edecekleri kıyafetle Latife hanımın kıyafetinin benzerliği dikkat edilmesi gereken bir diğer husus. Kitapta fotoğraf ve çizimlerine de yer verdim, rahmetli Şule Yüksel hanımın bu süreçte dikkatle ve farklı bakışaçılarıyla takip edilmesi gereken hususi bir yeri var. “Sıkmabaş” ifadesi 1920’lerde de kullanılıyordu, 60’lardan sonra da tekrar tedavüle girdi.
Bir tarafıyla öyle. Fakat o fotoğrafı ben daha ziyade protesto biçimleri ve görünürlükleri açısından önemsiyorum. 1990’lı yılların daha ilk senesi. Haksızlığa uğrayan, kaba usullerle eğitimleri engellenen başörtülüler sokakta canlı kol hareketleriyle, yüksek sesle hak talebinde bulunuyorlar. Fakat protesto biçimleri ve ses yükseltmeleri, bağırmaları -meseleyi anlatmak için “bağırmak” fiilini kullandım yoksa hanımlar için kullanmamak gerektiğinin farkındayım- sol yahut ülkücü protesto biçimlerinden, tezahür tarzlarından esas itibariyle farklı değil. Mahremiyet anlayışları ve “kapalılık” hızlı bir şekilde değişiyor, dönüşüyor, yeni biçimler alıyor. Dindarlaşma ile modernleşmenin, muhalefet ile uyumun içiçe oluşu burada da açıkça takip edilebilir. Ne yazık ki bu mühim meseleler derinliğine çalışılmadı.
Bu fotoğrafta yer alan kız talebelerden biri sonradan benim fahri derslerimin müdavimi oldu. Bu fotoğrafı yorumlayarak yayınlayınca bana kıymetli bir mektup yazdı. Kitapta o mektuptan da bir paragraf var, ismini vermeden tabii...
Kaldırıma düşen Atatürk fotoğrafı ve hat levhaları
Üçüncü kapağın fotoğrafı da benim gözümde birçok bakımdan kıymetli ve temsil kapasitesi yüksek. Harf devrimi oluyor ve evlerde, işyerlerinde, cami ve tekkelerde itibarlı bir varlık, bir bereket, bir dua gibi duran levhalar kaldırımlara, hurdacılara düşüyor. Bini bir paraya… Bu levhalar arasında Kelime-i Tevhid, Kelime-i Şehadet, er-Rızku Alellah, Tevekkeltü Alellah, I. Cihan Harbi ve Milli Mücadele yıllarında yaygınlaşan Men Sabere Zafere (Sabreden Zafere Ulaşır), Allah’ın Dediği Olur, İnnâ Fetehna Leke Fethan Mübînâ levhaları var. Muhtemelen bir camiden, mescitten çıkma Ya Hazreti Bilal-i Habeşi levhası da var. Bir dünyanın değişmesi, değerlerin kaybı veya altüst oluşu, baskıların etkisi, yeni psikolojiler… hepsi bir arada bu kaldırımda.
Mustafa Kemal Paşa’nın değişmiş yüzünü ve kıyafetini veren çerçeveli büyük bir fotoğrafının bu levhalarla birlikte kaldırıma düşmesi de enteresan bir kontrast yahut paradoks oluşturuyor.
Kitapça çokça örneğine yer veriyorum, özellikle Halk Müslümanlığı kısmında; çok kısa bir zaman sonra bu levhaların yerini Latif harfli olanları alacak, 50’lilerden sonra aynı levhaların Arap harfli ve Latin harfli versiyonları birlikte tedavüle girecek. Ben İstanbul’a 1969 Şubatında geldim, evler ve iş yerlerinde bu yeni ve çift harfli levhalardan bol miktarda vardı. Halk Müslümanlığının kuvvetli ve dayanıklı damarları…
Bakın, 80’lerin ikinci yarısından itibaren mütedeyyin ailelerde zenginleşme, sınıf atlama, konfor, tahsil, katılım arttıkça bu levhalar, bu defa başka sebeplerle onların evlerinde ve iş yerlerinde de görünür olmaktan çıkmaya başlayacak. Uç bir örnek verirsek “faizsiz” olduğu rivayet edilen bir finans kurumuna “er-Rızku Alellah” yahut “Kanaat Tükenmez Bir Hazinedir” levhası asılabilir mi? Veya lüks evlere, iş yerlerine… Benim yıllar önce İlahiyat talebelerine yaptığım “Kanaat Nereye Defnedildi?” başlıklı bir sohbetim var, internetten bulunup dinlenebilir. Latife de yapıyorum, Allah’tan İstanbul’da, Üsküdar’da Kanaat adını taşıyan iyi bir lokanta var, o sayede kanaat adı yaşıyor diye…
60 darbesi sonrası çarşaf çıkarılıp manto teşvik edildi
Bu kıymetli fotoğrafların kitapta mufassal altyazılı halleri de var. Şimdi darbelerle dini düşüncenin, dini hayatın kapanan ve açılan, evet hem açılan hem kapanan yönleri arasında sıkı irtibatlar var. 60 ve 80 darbeleri bu bakımdan daha önemli. Onun için kitapta “Darbelerin Dini Var mı?” başlıklı bir kısım var. 60 darbesinden sonra İstanbul’a vali olarak atanan bir generalin özel olarak çarşafları çıkarma ve manto giydirme programları, daha doğru bir ifade ile baskı siyasetleri var. Türkeş’in de bu faaliyetlere katılan müftülerin tebrik ve taltif edilmesi istikametinde resmi yazısı… Burada sadece darbecilerin, Cumhuriyet ideolojisinin mütedeyyin insanlara baskı uygulaması, onları dönüştürme çabaları yok, Diyanet’in, din adamlarının, mütedeyyin insanların, İlahiyatların sürece dahil edilmesi de var. Bunu gözden kaçırıyoruz çoğunlukla. Böyle bakarsanız mesele sade ve iki taraflı bir mesele olmaktan çıkacak, daha karmaşık, biçimsiz, alt seviyede ve çok taraflı bir mesele haline gelecek. Şöyle veya böyle hepimizin içinde olduğu bir mesele adeta.
Değiştirici güç sessiz kalabalığındı
Kız talebesine hafızlık icazeti veren modern giyimli, kravatlı ama sarıklı genç hocanın etrafındaki erkek hafızlık talebelerinin hepsinin ceketli ve kasketli olması da elbette önemli. Burada bir benimseme mi var yoksa bir tedbir mi? Bugünleri de hesaba katarak bakmak ve anlamak, şerhetmek lazım. Ben daha önceki çalışmalarımda da, bu kitapta da mütedeyyin insanların pasif ve dayanıklı muhalefet biçimlerini önemli bir mesele olarak anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Meslektaşlarım ve aydınlar, gazeteciler dahil insanların çoğu radikal İslâmcılık ve Erbakan hareketiyle birlikte yeni bir şekilde canlanan aktif muhalefet biçimlerini daha fazla önemsemeyi tercih ediyorlar ve bazı ince meseleleri, tezahürleri atlıyorlar diye düşünüyorum. Büyük kalabalıkların, dindar insanların meseleye bakışı, anlama düzeyi ve cevap verme biçimleri Türkiye’de laiklik politikalarının seyri ve Cumhuriyet ideolojisinin aldığı şekiller açısından çok önemli bence. Değiştirici ve dönüştürücü esas gücün tanımsız kalabalıkta olduğu bile söylenebilir bazı durumlarda.
Bakın, şimdi bize ironik ve tebessüm ettirici gelen “Para Biriktir” yahut “Yerli Malı Kullan” mahyası da böyle. 30’lu yıllardayız. Devlet tasarruf politikaları uyguluyor ve bunu bir şekilde en büyük camilerin mahyalarına da çıkarıyor. Aynı yıllarda bu başlıklarla hazırlanmış ve okunmuş hutbeler de var. Parantez içinde söyleyelim; hutbe ve vaazların aktüel siyasetin, iktidarların emrinde bir şekilde kullanılması Osmanlıların son dönemlerinden bugüne kadar artarak muhatap olduğumuz bir hadise.
Sorular şunlar: İktidarlar camileri ve mahyaları sadece kendi ideolojisi ve programı istikametinde kullanıyor ve istismar mı ediyor yoksa bunun yanında, bununla birlikte aynı zamanda siyaseti, iktidarı, siyasi merkezi kendince, kendi öncelikleriyle dini bir çerçeve mi büründürüyor? Seküler dindarlık meselâ… Bence meselenin her iki boyutu da çok önemli. Çokpartili hayat ve bugün itibariyle ilk bakışta ters istikametler gibi gözüken iki hat üzerine de ciddiyetle eğilmedikçe olan biteni tam anlayamayacağız gibi geliyor bana.
Bu topraklarda Müslümanlıktan ayrı bir tarihimiz yok
Bana göre bunun iki ana sebebi var. Biri, herhalde birincisi bu topraklarda Müslümanlıktan ayrı bir tarihimiz yok. Bir başka şekilde söylersek Müslümanlıkla bu topraklar arasında varoluşsal bir ilişki var. Bu derin ve köklü bir ilişki. Modernleşme programları uygulayan son dönem Osmanlı devlet erkânı da, Cumhuriyeti kuran kadro da bunu çok iyi biliyor. Bununla irtibatlı olarak ikincisi, Türkiye’de aynı zamanda dini olmayan hiçbir mesele yok gibidir. Bu da derin kültürel kaynakları olan bir şey. Kitapta görselleri var; aile planlaması yapacaksınız fetva almadan, dini açıklama getirmeden olmuyor. Organ bağışını yaygınlaştırmak istiyorsunuz, aynı şey. Atatürkçülüğü halka benimsetmek için anlatacaksanız onu da dinle irtibatlandırmanız lazım. Bugün okullarda okutulan Din Dersi kitapları Atatürkçülük bahisleriyle dolu. Kitaplardaki akışı kendisine gösterdikten sonra Mustafa Kutlu bir espri konusu olarak bunu anlatırdı; ünite sonlarında âyet, hadis, sonra Atatürk’ün sözleri diye… Kim ve niçin yapıyor bunu dersiniz?
Bu sebeple Lozan sonrası peşpeşe gelen beklenmedik devrimlerin istisnasız hepsi doğrudan dinle, İslâmiyetle, Müslümanlıkla alakalıdır, elbette bundan sonra günümüze kadar uzatabileceğimiz ana laiklik politikaları da… Bu tek taraflı değil elbette. Siyasî merkez dinin önemli yerinin farkında olduğu için baskıları, biçimsizleştirmeleri onun üzerinden yapıyor, dindar halkın daha incelikli tepkileri, mesafeleri, muhalefetleri de onun üzerinden tezahür ediyor. Birbirini besliyor ve itiyor bu hareketler. Meselâ yeni, zevkli ve estetik bir cami mimarimizin olmayışı bu besleme ve itmelerle de alakalı. Tabiatla, etrafındaki yapılarla, onların ölçüleriyle irtibatsız camilerin, minarelerin büyüklük ve yükseklikleri sadece bir ibadet yeri yapmakla alakalı değil, aynı zamanda bunun üzerinden bir mücadele ve meydan okuma yürütülüyor. Kitabın son bölümünde bu cami meselesiyle alakalı birçok enteresan fotoğraf, karikatür, afiş ve gazete kupürü var. İbadethane bir baskı yahut meydan okuma unsuru olur mu?
Dini problemlerimizi yeterince anlayıp köklü çözümler getiremedik
Birçok yönü ve cevabı var bu sorunun. Bana göre Türkiye’nin entelektüel ve fiili kapasitesi problemlerini üst düzeyde anlamaya, kavramaya ve çözmeye yetmiyor. Elbette dış baskılar ve etkiler de var ama bence esas mesele kendimizle, yeterli hale getiremediğimiz, bunun için pek de çaba sarfetmediğimiz kendi kapasitemizle alakalı. Dini olanlar dahil köklü problemlerimizi kademeli olarak bilme, anlama, müzakere etme, yorumlama, toplumsal katılımı sağlama ve çözme konusunda yetersiz kalıyoruz. Bu çok açık. Yetersizliğin doğurduğu neticelerden biri de dayatma veya kutuplaştırma. Hissi-hamasi düzeyi düzenli bilgi, geniş yorumlar ve felsefe-hikmet seviyesine çıkaramıyoruz.
Vakıa bu. Fakat Türkiye hem insan unsuru hem de tecrübe hazineleri itibariyle imkânları çok olan bir memleket, istisnai bir toprak parçası. Bunları devreye sokabilirse çözümlere ulaşması muhtemelen birçok ülkeden daha kolay ve süratli olacak. Herkesin kendi mesleği ve meşrebi üzerinden bunun için çaba sarfetmesi lazım. Bu kitapta benim yapmak istediklerimden biri de bilgi, tasvir, tahlil ve yorum düzeyinde kapasite genişlemesine katkıda bulunmak, yeni ve sıhhatli bir zemin oluşturmaktır.
Basının, hususen gazetelerin doğru haber verme karnesi dünya basın tarihinde de pek iyi değil, bizde hiç iyi değil. Bu da entelektüel kapasite ve taşıma gücüyle, bir miktar da meslek ahlâkıyla, donanımla alakalı bir şey. İsmet Özel beyin, yanlış hatırlamıyorsam Yeni Şafak’ta çıkmış bir yazısının başlığını hatırlayalım: “Basının gücü yok, gücün basını var”. Cumhuriyetin ilk yıllarında kısmen muhalif İstanbul basınının Ankara’dan gördüğü kaba ve ağır muamele -malum, tutuklanıp İstiklal Mahkemelerine sevkedilerek gözleri yıldırılmış ve muhtemelen söz alınarak serbest bırakılmışlardır- ve Ankara’nın dediklerini yapanların gördüğü her türden destek gazeteleri ve basın dünyasını pasif, kendi kişiliği güçlü olmayan, dışardan çizilmiş bir dairenin içinde mahkum bir duruma düşürdü. Din, laiklik, irtica, bunun yanında Kürt meselesi, darbeler, iktidar-muhalefet mücadeleleri sözkonusu olduğunda Türk gazetelerin karneleri günahlarla ve dezenformasyon kelimesinin bile yetmeyeceği saptırmalarla kararmış vaziyettedir. Kitapta kullandığım kupürler sanırım bu durumu açıkça gösterecektir.
Benim talebelik yıllarımda muhafazakâr ve mütedeyyin kesim “bizim de bir Cumhuriyet gazetesi gibi bir gazetemiz olsa” der, iç geçirirlerdi. Çocuk aklımızla olursa hakikatleri söyleyecek, yalan yanlış bilgileri ortaya çıkaracaklarını zannederdik. 12 Eylülden sonra giderek sayıları artacak şekilde gazete ve dergi araçlarına sahip oldular. Ne kadar doğruları dile getirdiler, ne ölçüde hak ve adaletten yana yer aldılar ve uyarılmış kutuplaşmalara karşı durdular, bence bu da müzakereye açık bir soru. Ben bunu büyük ölçüde basının tabiatına bağlıyorum.
Sözü uzattık, sorunuzun son kısmına gelirsek, Cumhuriyet ideolojisi mütedeyyin insanlara karşı kaba ve katı bir laiklik uygulamasını öngördüğü için basın bunun sınırlarının dışına çıkmaya hiç niyetlenmedi gibi gözüküyor. Din meseleleriyle alakalı olarak siyasi merkezi, asker-sivil bürokrasiyi destekledi, uydurma irtica haberleri yaydı veya biri bin etti, kendi vatandaşlarına tehditler savurdu. Bunun tahribatı çok oldu şüphesiz.
Erkek başını açtı kadın ise sosyal hayata karıştı
Benim “Erkeklere de Başörtüsü!” başlıklı bir yazım var, son resimli hali Zafer Değil Sefer kitabında yer alıyor. Dinen farz olmamakla beraber erkeklerin de başı örtülü olmaları ve böyle dolaşmaları bir gelenek ve adap gereği idi. Avrupa’da hürmet için baş açılır –“şapka çıkarmak” deyimi oradan geliyor herhalde-, biz de baş kapatılır. Modernleşme süreçleri içinde Müslüman erkeğin kıyafetinde olan değişiklikler de hiç yabana atılacak cinsten değil. Sultan II. Mahmut yani bir halife-padişah batı tarzı pantolon giydiği için vatandaş tarafından “gavur padişah” diye adlandırılmıştır. Sizin de işaret ettiğiniz gibi idamlara, sürgünlere sebebiyet veren şapka kanunu var. Vatandaşın baş açık olmak yerine kasketi tercih etmesi, hatta namazda kasketin ön kısmını geriye çevirerek onu bir tür takke gibi kullanması pratik ve iki tarafı da kendince kurtaran çözüm arayışlarından biri. Bilirsiniz herhalde, İmam Hatip Okulu talebeleri de beyaz şeritli kasket takarlardı, hem de benimseyerek, severek. Velilerin de çoğu benimsemişti bu kasketleri.
Evet bunlar var fakat yine de hem dünyada hem de bizde problem ve büyük mesele olmak bakımından erkeğin kıyafetindeki değişiklikler kadının kıyafetinde olanlarla herhalde mukayese edilemez. Çünkü kadının kıyafetiyle alakalı olan sadece kıyafetle alakalı değil. Yeni ve farklı bir kıyafet de talep eden eğitim süreçlerine dahil olmasıyla alakalı, evin, tarlanın dışına çıkıp sosyal hayata katılmasıyla alakalı, ailesi dışındakilerle aynı ortamda çalışmasıyla, oturup kalkmasıyla, memur veya işçi olmasıyla alakalı vesaire. Hem din hem de gelenekler erkeklerden epeyice farklı olarak kadının bu yeni durumlarına karşı direniyor.
Bizde bunlara ailenin ve toplumun namusunu kadının temsil etmesinin getirdiği kültürel kabuller ve mükellefiyetler de ekleniyor. Bu da önemli bir husus. Bunları hesaba kattığınızda bilançonun haneleri daha belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktır zannederim.
Kitapta uzun ve bol görselli bir “Müslüman Kadın” kısmı var biliyorsunuz. Bu sadece kıyafetle alakalı değil elbette fakat kadın sözkonusu olduğunda kıyafetin, dış görünüşün erkeklerle kıyaslanamayacak şekilde öne çıktığı gözüküyor. Tesettür defileleri, başörtüsü ve örtülü kadın kıyafeti reklamları, Müslüman kadın dergileri ve bunların hepsinin akış istikameti artık başka bir alanın, tabiri caizse bambaşka bir piyasanın ortaya çıktığını da gösteriyor. Piyasanın şartlarını başka şeylerin belirlediğini biliyoruz.
Başka bir Ayasofya yok çok dikkatli olmak lazım
Ayasofya’nın cami olarak açılması çok büyük ve önemli bir hadise. Çünkü ben Ayasofya’nın güle oynaya müze yapılmadığı ve bunun “fethin sulhen iadesi” olduğu kanaatinde idim. Delillerim de vardı, meselâ müze olduktan sonra resmi olarak Ayasofya camisi diye bir müessese kalmamış olmasına rağmen imam kadrosu hiç iptal edilmemişti. Ayasofya camisi imamı hep oldu fakat başka bir görevde istihdam edildi. Niçin ve nasıl? Mevzuatta yeri var mı? Ve şöyle düşünüyordum: Türkiye başka şekilde çözemediği bir uluslararası problemi Ayasofya’yı camiye çevirerek çözebilir. Böyle bir şey oldu mu bilmiyorum ama Türkiye’nin bunu başarması önemli. Kitabın da son bölümü pek mesafe alamadığımız cami mimarisi, bunun etrafındaki gelişmeler, tartışmalar ve bu kısmın son başlığı Ayasofya. Görseller refakatinde bu meselelere de temas ediyorum. Basının buradaki rolleri de çok alt düzeyde…
Bugünkü yeni arayışlar uzlaşma mı yoksa daha ziyade turistlerle alakalı bir mecburiyet mi bunu bilmiyorum. Fakat esas sebep meselenin bütün unsurlarıyla düşünülmemiş olmasıyla alakalı gibi gözüküyor. Fakat cadde tarafından garaj kapısı gibi açılan turist giriş kısmının çok kaba ve her bakımdan yakışıksız olduğunu bu sorunuzu vesile bilerek belirtmek isterim. Bundan mutlaka ve hemen vaz geçilmeli. Özel bir araştırma yapmış değilim ama seyahatnamelerde Osmanlılar döneminde ve müze olmadan önce ibadet sırasında, hususen kandil gecelerinde gayrımüslimlerin, diplomatların galeri kısımlarında yer almalarına ve ibadeti izlemelerine müsaade edildiği istikametinde bilgiler var. Kontrollü olarak bu yine olabilir.
Takip edebildiğim kadarıyla Ayasofya ile ilgili daha ciddi tamir problemleri ve teknik meseleler var. Galeriler bu bakımdan daha riskli diye biliyorum. Bu kadar kalabalık ziyaretçi tehacümünün de mabedin taşıma kapasitesi itibariyle problem olacağı istikametinde makul gözüken yorumlar var. Bir başka Ayasofya yok, onun için çok dikkatli ve hassas davranılmalı.
YÜZ YIL SONRANIN TÜRKIYE RESMI UMARIM DAHA IYI OLUR
Güzel bir soru. Kitabın birçok yerinde söylüyorum; eğitimli insanlar tarihle tarihte yaşamak için değil esas itibariyle bugün ve yarın için uğraşırız. Kendi bünyemizle, genetiğimizle bugün ve yarınki sıhhatimiz için uğraşmamız gibidir bu. Umarım 100 yıl sonra da böyle bir çalışma yapan olur ve ortaya daha iyi bir tablo çıkar.
O başlı başına uzun bir hikâyedir. Yazıların ilk notlarının alınması gibi görsellerin derlenmesinin de 30-35 yıl geriye giden, bazıları için daha fazla tarihleri var. Siz gazetecisiniz, bilirsiniz, böyle konulu ve vasıflı bir görsel malzeme zaten birkaç yıl içinde derlenip toparlanamaz. Hele basın yayın tarihimizin hâlâ karanlıklar içinde, buzlu camların arkasında olduğu bir vasatta…
Bir düşünce tarihi malzemesi olarak görsellerin önemini erken farkettim diyebilirim. Sadece uğraştığım alanların görsellerini toplamakla kalmadım, bu sahada metinler de okudum. Kitapta herhalde elimdeki görsel malzemenin ancak onda birini, belki daha azını kullanabildim. Hem gözetmeye çalıştığım üçte iki metin, üçte bir görsel ölçüsü hem de tasarım sınırları daha fazlasına müsaade etmedi. Ama 850 civarındaki her türden görsel bu kitap çerçevesinde meseleleri daha iyi ve derinden anlamaya, kavramaya imkân verecektir zannediyorum.