Usta yazar Hüseyin Su, yeni kitabı İçkanama’yı okurla buluşturdu. Yeni kitabı ve Türk öykücülüğü ekseninde konuştuğumuz Su, “Edebiyat eserlerini evrenselliğe ulaştıran, insanîlikle sanatın buluştuğu derin akıntıdır” diyor.
Tüneller (1983), Gülşefdeli Yemeni (1998), Ana Üşümesi (1999), Aşkın Hâlleri (1999)… Son yayımladığınız öykü kitabının üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmiş. Merakla beklenen yeni kitabınız ‘İçkanama’ okurla buluştu. Öyküye neden bu kadar ara verdiniz ?
Bugünlerde bu soruyla çok sık karşılaşıyorum ve hep; öykü yazmaya ve tabiî ki okumaya, yani bir yazar ve okur olarak öyküyle ilişkime hiç ara vermedim, şeklinde bir cevabı sürekli tekrarlamak durumunda kalıyorum. Şimdi böyle bir giriş cümlesiyle size, sorunuz yersiz, demek istemiyorum şüphesiz, tersine haklısınız, on sekiz, on dokuz yıl öykü kitabı yayımlamayan ve adı öyküyle anılan birine bu sorunun sorulması kadar doğal bir durum olamaz. Yer aldığı bir topluluk içinde, ideallerini ve üstlendiği sorumluluklarını, hem hayatının hem de bireysel olarak yapıp etmesi gereken işlerinin önüne koyan bir mizacım var benim. Hemen söylemem gerek, bu bir tür yüceltme değil, belki hayıflanma bile sayılabilir, öyledir de. Önce “Edebiyat” dergisinin kapanma süreciyle birlikte bir yazma, yayımlama ‘dikkati’ ve ‘bekleme’, ardından da yayımladığımız dergilerimizin, yayınevimizin düzenli olarak sürebilmesi için maddî, manevî olarak gece gündüz fiilen çalışıp çabalama dönemindeki kendinden verme, bıçağı kendine çalma anlayışı üzerine kurulu iş yapma ve sorumluluk duygusu, ister istemez yazmayı da yazdıklarınızı yayımlamayı da ikinci, hatta üçüncü plâna itti. Doğru muydu bu yaptıklarım? Evet, inanarak yaptım! Peki, illâ böyle mi olmalıydı? Hayır!.. Duygusallıkla idealleri birbirine karıştırmamak gerekiyor. Hesaplı kitaplı olmaktan söz etmediğimi de ayrıca belirtmeye gerek görmüyorum. Dolayısıyla hem öykü hem de öteki kitaplarımız hep ileriki günlerde yayımlanmak üzere bekledi. Şimdi bu kitapların dosyalarıyla uğraşıyorum.
İçkanama’daki öykülerde insanı fiziksel olarak da alt-üst eden ve tanısı zor konulan içkanama imgesi üzerinden modern insanın her gün ruhsal olarak yaşadığı içkanamaları ele aldığınızı söylemek doğru olur mu?
İlk bakışta evet, elbette doğru olabilir. Modern edebiyatın insanı ele alışı ve tematik sorunları açısından okunduğunda, yaklaşıldığında böyle. Çünkü bugün biz de modern bir dünyada ve bu dünyanın kuşatması içinde yaşıyoruz. Böyle bir dünyada ‘Müslüman olarak yaşamak’ ne demek, bu ayrı bir durum şüphesiz. Tabiî ki böyle bir ayrıksılığın farkındaysak. Değilsek, zaten bir sorun da kalmıyor demektir. Modern insanla modern dünyadaki Müslüman insanın aynı sorunu farklı yaşaması gerekir kanaatimce. Mesnevi’deki, yağmurun suyunu ilk içenlerden veya en sonunda teslim olup içenlerden değilse bu Müslüman insan... Dokunuşları, acıları, bunalımları, dikkatleri, karşı koyuşları vs. çok farklı olur; en azından farklı olması gerekir. İnsan, toplumsal akışı izlerken eğer fıtratında yüklü olan duyarlıklarını yitirmemişse ister istemez huzursuz, uyumsuz, ayrıksı, yaralı olur. Bunlar tabiatımızın, fıtratımızın verdiği tepkilerdir; eğer ‘bulantıya’, ‘bunalıma’ dair yapay bir özenti değilse… Yaratılışa ters giden veya ters işleyen birtakım şeylerin bize battığını, bizi yaraladığını hissetmiyorsak eğer, fıtratımızla ilgili çok ciddi bir sorunumuz vardır. Bunun üzerinden atlayıp geçemeyiz. Modern insan böyledir, bunda şikayet edecek ne var, diyemeyiz. Bu iki farklı durumu birbirinden ayırabilmeliyiz. İçkanama kavramı, ilk anda hem modern tıp hem de modern anlatı literatürüyle yakın duruyor. Ne ki, insan, fıtrattan uzaklaştırıldıkça varlık olarak kanıyor sürekli, yani içkanama geçiriyor. Örneğin, Necip Fazıl’ın ‘Çile’ ‘Bir Adam Yaratmak’ ve ‘Cinnet Müstatili’ gibi kavramlarla ifade ettiği de bir içkanama durumu değil miydi? Mehmet Akif’in sürgünlüğü, Ali Şeriati’nin ve Muhammed İkbal’in çığlığı, haydi biraz daha geriye gidelim, Ebuzer’in tepkisi de birer içkanama değil miydi?
‘İçimden Yüzlerine Karşı’ isimli öyküdeki kahraman, şehir yaşamının olumsuzluklarıyla boğuşurken bir iç hesaplaşma yaşıyor. Kendi gerçeğiyle yüzleşmeye çalışan şehir insanını ele alırken nasıl bir yol izlediniz?
Bizler, insanî hâlleri, durumları, insanın yaşarken karşılaştığı sorunları, açmazları, tıkanmaları vs. yazmak istediğimizde, bir edebiyat metninin izlemesi gereken yolu izlemek durumundayız. Bir şiir, bunları nasıl ve hangi dille söyler? Bir öykü veya roman, bir tiyatro, sinema vb. insanın bu hâllerini nasıl ve hangi dille anlatır? İllâ bu dile ve yola başvurmak zorunda değiliz elbette; dinle, bilimle, felsefeyle, siyasayla da anlatabiliriz. Sanatı seçmişsek, onun gereğine uymak, hatta onunla yetinmek durumundayız. Şehir insanı, kuşatıldığı koşullar içinde neleri yaşıyor, nasıl bir ruh dünyasına kapılıyorsa, bunları yaşarken çevresine nasıl tepkiler veriyorsa, boğuluyor veya inşirah buluyorsa… İşte bütün bu hâlleri, bir ‘öykü’ metninin teknik, dil, anlatım ve duyarlık imkânları içinde eksiltmeden veya çoğaltmadan, abartmadan veya ketmetmeden, her kareyi yerli yerince yerleştirip çıkıntılara, çukurlara yol açmadan, söylenecekler konusunda utanmadan veya şımarmadan birer kesit alıp kendi doğallığına da uygun bir el ve dil ustalığı içinde göstermeye çalışarak anlatmanın yolunu ararız. Başarırız veya başaramayız ama yapmamız gereken budur. Zaten bunu yapabilmenin sonucunda ortaya çıkan esere, sanat ve edebiyat eseri; öykü, roman, şiir, tiyatro, resim, müzik vs. diyoruz. Biz de bu öykülerde, işte bunu yapmaya çalıştık; umarım niyetimiz gerçekleşmiştir…
‘Öykülerinizde genel olarak kadına dair önemli tespitler yapıyorsunuz. Bu kitaptaki kadın vurgusu eş ve annenin dışında erkeğin birey olarak var olma çabasında bir ayna vazifesi görüyor gibi geldi bana. Bu kadın imgesini nasıl yorumlarsınız?
Metinlerimiz birer ‘öykü’ olduğuna göre sözünü ettiğiniz hususa biz, ‘tespit’ değil de kadının ‘anlatımı’ diyelim, sanırım böylesi daha isabetli olur söyleyeceklerimizin anlaşılması açısından. Teşekkür ederim. Öncelikle, insanı anlatmaya çalıştığımızın bilincindeyiz; bir insan olarak kadını ve bir insan olarak erkeği. Yazarken, özellikle bir kadını anlatayım şeklinde bir ayrımdan yola çıkmadım hiç. Bunun bilinçli olup olmadığının da farkında değilim. Ama sonuçta bir türlü oluyor, böyle bir yazarlık tutumum var. Toplama bakıldığında kadın kahramanlarım da epeyce var. Hatta dikkatli bir okur arkadaşım ilk üç kitap için; her üçünün adı da (Gülşefdeli Yemeni, Aşkın Hâlleri ve Ana Üşümesi) kadın dünyası ve kadın imgeleri üzerinden kuruluyor, demişti. Bunu duyunca ilk önce yadırgadım. Dediğim gibi farkında değildim. Sonra düşündüm, evet, böyle bir durum var. Bir öykü yazarı da kadınları daha derinden anlatabildiğimi, söylemişti. Bundan tam emin değilim. Sanki siz de böyle bir şey söylüyorsunuz. Bizim toplumumuzda otorite baba da olsa evde de çocuklar üzerinde de belirleyici iz, annenin izidir. Malum, yuvayı dişi kuş yapar. Birincisi, bunun etkisi bende de böyle tezahür ediyor olabilir. İkincisi, hikâye anlatıcılığımda iki üç yaşlarından itibaren annemin uydurarak, şifahî olarak öğrendiği hikâyeleri bana anlatışının etkisi çok büyük. Bunun da benim dilim ve insana bakışımda etkisi olmuştur kuşkusuz. Erkeğin aynası olabilir kadın, erkek de kadının aynasıdır. İnsan, insanın aynası değil mi her zaman, eğer bakmasını becerebilirsek. Ama bence aşkta da hayatta da erkeği her zaman kadın yönlendirir ve yönetir; bazen ince bir ustalıkla, bazen de baskılayarak. Âdem’i de Havva yönetmedi mi?
Olay örgüsü itibariyle daha ayrı bir yerde durduğunu söylemek istiyorsunuz sanırım. Evet, anlatılan olayların geçişliliği açısından diğer öykülerin birbirleriyle gözle görülür derecede yakın duran irtibatı, ilmek bağları, bu öyküde biraz daha mesafeli ve olaylardan daha çok insanî durumların ve hâllerin dokusuyla kuruluyor. Kanaatimce, hem anlattığımız temaları, sorunları, düşünceleri hem de bizzat sanat ve edebiyat eserlerini evrenselliğe ulaştıran, insanîlikle sanatın buluştuğu derin akıntıdır. Yer altı kaynak suları gibi… Sanatçının, yazarın görüşü, kalemi buraya ulaşabiliyor ve buradan alıyorsa mürekkebini, gücünü, o zaman evrensel bir sanat eseri olabiliyor. Her yazar insanı anlatıyor kendince ve aynı sorunları yazıyorlar ama birinin yazdığı evrensel şiir, öykü ve roman olabilirken, diğerinin yazdıkları, hem de daha çok maddî ve manevî yatırım yapmasına karşın evrensel olamıyor. Bir öyküdeki, romandaki veya şiirdeki aşk yücelirken, diğerindeki aşk cıvıklaşıyor. O kadar cinayet romanı okuyoruz ama hiçbirisi Suç ve Ceza, kahramanı da Raskolnikov olamıyor. Bu hususlar, şüphesiz sanatın ve edebiyatın ezelî sorunları. Yemen Treni Gözlerinden adlı öyküde olay örgüsü ve kahramanların yaşadığı hâller, durumlar, sizin de belirttiğiniz gibi olsa bile temelde o insanlar da bir tür içkanama geçiriyorlar. Hayat onlara da dokunuyor, yaralıyor, savuruyor. Belki o insanlar yaralarının nedenlerine yakın durduklarının daha çok farkındalar. Çünkü hayat tarafından hırpalanmaktan daha çok doğrudan doğruya bilinçleri, kalpleri ve hassasiyetleri hedef alınıyor. Şüphesiz insan onuru ve işkence en çok kanayan evrensel konular.
‘Tek yön! Niye şaşkınız peki? Bütün yönleri karıştırdığımızda bile tek yön!’ diyorsunuz. Bu tek yönle okuyucuya hangi mesajı iletiyorsunuz?
Bir mesaj değil orada söylenmeye veya anlatılmaya çalışılan. Mesaj değil, derken ‘düşünen yazıdan’ kaçtığımı söylemeye çalışmıyorum. Yazı, sanat ve edebiyat düşünür, hem de en ince, en darasız bir dille düşünür; en azından böyle olması gerekir. Mutlaka bir şey ‘söyleniyor’ eninde sonunda. Yani, insanî bir durumdan, bizim tabiatımızda içkin olan bir hususiyetimizden söz ediliyor, demek istiyorum. İnsanoğlu, dünyadaki aculluğundan, gözünün, gönlünün bir türlü doymak bilmeyişinden dolayı her zaman hayatı kendisine zehir eder. Değmez de. Aslında çektiği acıların hepsi bu yüzderdir ama o yine de elde edemedikleri eğer elinde olsa her şeyler düzelecek sanır. Zamanı yetmez, kazandığı yetmez, aldığı, sattığı, sahip olduğu hiçbir şey ona yetmez. İhtiyaçları bitmez. Sanır ki dünya bütünüyle kendisinin olsa ancak sığabilir buraya, bu nedenle de verseler bütün kıtalara sahip olmak ister. Her tarafa saldırır. En sonunda boşuna yorulduğunu görür. Neden saldırıyoruz peki? Bütün yollara girer çıkar. Bütün yönleri dener kısacık ömründe. Hâlbuki tek bir yön vardır ve o da bellidir ama mütemadiyen denemektendir yorgunluğumuz, yine de bilmeyiz. Niye şaşkınız peki? İnsan, dediğimiz karmaşık doku tam da bu işte. Her şey bu kadar basitken, bu nasıl ve neden böyle olur bir türlü anlayamayız. Uslanmayız. Öğrenmeyiz. Ders almayız. Bu insan, nakt-ı ömrünü çar çur eder, hovardaca harcar, rüzgâra verir, savurur, geçer gider.
İçkanama Hüseyin Su Şule Yayınları 2018 144 sayfa
Bir yerde öykü yazmayı ve okumayı; “Kendimize ve insanlara en yakın olduğumuz bir baş başa kalıp hâlleşme durumu, ağzıma bakılarak dinleniyormuşum, gözlerinin içine bakarak dinliyormuşum gibi bir şey…” sözleriyle anlatıyorsunuz. Öyküye dair içinizde nasıl bir yolculuk geçirdiniz?
O yolculuk sürüyor. Edebiyatı, sanatı, yazarı ve sanatçıyı kutsamayı doğru bulmuyorum. Dinden söz eder gibi sanattan söz etmeyi de doğru bulmam. Hizbir yazarın, sanatçının, en ciddi okurun bile, hayatımda edebiyattan, öyküden, şiirden vs. başka bir şey yok, demesini de gerçekçi ve doğru bulmam. İnsan fillerine kutsallık atfedemeyiz. Eninde sonunda bir insan işi ilgilendiğimiz ve üzerinde konuştuğumuz. Ciddiye almamız yeter. Bunları, siz böyle gördüğünüz, anladığınız için değil, alıntıladığınız sözümün yanlış anlaşılmasını istemediğim için söylüyorum. Bununla birlikte sanatın ve edebiyatın, fen ve sosyal bilimlere, siyasaya, ekonomiye vs. göre insanın iç dünyasını, ruh dünyasını, yukarıda konuştuğumuz o karmaşık yapısını anlamada, buradan yola çıkarak insanla dünya ilişkisinin olabildiği kadar iyileştirilmesi ve yaşanılası bir dünya için en elvirişli, en insanî bir imkân olduğunu düşünüyorum. Bunları söylerken, dünyayı edebiyat kurtarır, demenin veya böyle düşünmenin, edebiyatı da dünyayı da insanı da anlayamamak olduğu kanaatindeyim. İnsan, her şeye karşın bir müdahalede bulunacaksa eğer, en etkili, en sağlıklı ve en kalıcı yolun bu olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bir insanın, insanî bir durumun, bir hâlin öyküsünü (veya şiirini, romanını) yazıyorsunuz, bu da o insana, onu anlamaya en yakın bir mesafede ‘çalışıyorsunuz’ demektir. En ince uç, iyi bir yazarının kaleminin ucudur. En hassas ses, bir nağmenin sesidir. Bir tel kopunca âhengin ebediyyen kesilmesi de budur işte… Yazdığınız insanı dikkatle dinliyorsunuz önce, okur da siz insanı yazdığınız için dikkatle okuyor sizing yazdıklarınızı.
Türk öykücülüğündeki “Yeni Gelenekçiler” anlayışının önemli temsilcilerinden birisiniz. Son dönemlerdeki öykü anlayışları hakkında neler söylersiniz?
Bu konuda, dikkatle yaklaşılması gereken iki ayrı sorun var konuşmayı zorlaştıran. Birincisi, eser veren yazarların, sanatçıların, sanat eserinin ne olduğu ile ilgili olarak eleştirmecilerin ve incelemecilerin gözüyle bakamayacağı hususu. Poetik bağlamda düşünebilirler, hatta düşünmeleri de gerekir ama kendi eserleriyle ilgili bir eleştirmeci veya incelemeci gibi bakamazlar, tanımlayamazlar. En azından kendi adıma kaçınmaya çalışırım bundan. Yaratma çabasını, tanımların kalıplarına sokmak sanatçının işi değil, olmamalı. Bu bir tür sınırlama olur. ‘Yeni Gelenekçi’ tanımını sanıyorum ilk kez Ayşenur İslâm hanımefendi kullandı. Düşününce bana da bir şeyler söylüyor, bazı eserlerin ve isimlerin, dönemlerin özelliklerini anlamamızı sağlıyor bu kavram. Yine de her tanımda olduğu gibi eksik görünüyor. Bir yazarın eserlerini bile bütünüyle tanımlayamaz gibi görünüyor. Burada enine boyuna tartışamayız elbette bu konuyu. İkincisi ise ‘gelenek’ kavramının başlı başına sorunlu bir alanı ima etmesi hususu. Örneğin ben, hem inançta ve düşüncede, hem de sanatta, edebiyatta, kültürde ve siyasette geleneği çok önemserim ama bugün kullanıldığı sağ, muhafazakâr bağlam içinde ‘gelenekçi’ miyim? Kesinlikle değilim. Sorulsa, hayır, derim. Siz de biliyorsunuz, geleneği, yirmi yıl önce yaptığımız ilk söyleşide, ‘ilk insandan son insana kadar devam edecek olan vahyî bir ilik bağı’ olarak gördüğümü söylemiştim. Bu, bugünkü gelenek literatüründe pek bir şey ifade etmez sanırım. Benim düşündüğüm anlamda gelenek, bir kültür enkazı değil, dünden yarına dinamik bir bilinç akışıdır ve özellikle de sürekli devrim, demektir. Son dönemlerdeki öykü anlayışlarıyla günümüzü kast ediyorsanız eğer, bunun için tanımlar yaparak değerlendirmek için henüz erken. İzlemek gerekir. Elbette önemli yönelimler, arayışlar, imzalar var.
Son yıllarda edebiyat dergilerinin sayısında ciddi bir artış var. Siz Türkiye’de bu alanda önemli başarılara imza attınız. Günümüz dergiciliğini ve bu dergilerde yayınlanan öykülerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Dergilerin çoğalmasının her hâlükârda yararlı olacağını düşünüyorum. Zaman eler hepsini de. Hak edenler yarına kalır. Birtakım eksiklikleri, yanlışlıkları olabilir dergilerin. Bunlar olacak diye dergilerin çoğalmasının önlenmesini isteyecek değiliz. Bu artışın en önemli nedeninin, dergi çıkarmanın ve yayıncılık yapmanın teknik olarak kolaylaşması olduğunu sanıyorum. Bilgisayarı olan herkes isterse büyük veya küçük bir dergi çıkartabiliyor. Kâğıt baskı yapılmayabiliyor da artık biliyorsunuz. Kitaplar da öyle. Eski dergilerin geleneğini bilmeyen kuşaklar nezdinde artık, dilin, yazının, okumanın, edebiyatın, sanatın, hatta tashih yapmanın adabının öğrenilmesine gerek kalmadığı gibi bir kanaat yerleşiyor. Teknik imkânlar, bir yerde kesici bir âlete dönüşüyor. Bir başka husus da kuşatıcı bir edebiyat ve sanat açısına ihtiyaç duyulmuyor oluşu. Çok küçük çevreler içinde kendi kendilerini tatmin ederek kandırabiliyor kimi dergileri çıkaranlar. Bir dergi, yayımlandığı dili ana başlık olarak alıp bu başlığın altında kuşatıcı bir yayın yapmalı. Franksiyon dergiciliği, sanatın ve edebiyatın insanî kuşatıcılığına sahip olamaz, değerlendiremez. Bununla bir derginin istikametini belirleyen yazar kadrosunu karıştırmamak gerekir. Bu kadro da anadil açısından bakar ve düşünür. Şüphesiz bugün çok iyi dergiler de yayımlanıyor. Sadece öykü türü açısından baktığınızda bile güzel dergilerin yayımlandığını rahatça söylemek mümkün. Öykü dergilerinin sayısı, şiir dergilerinden fazla. Bu da önemli ve ayrıca anılması gereken bir husus. Yirmi yıl önce onlarca şiir dergisi varken bir tane bile öykü dergisi yoktu. Adam Öykü ile birlikte bir özgüven kazandı öykü dergiciliği. Biliyorsunuz, roman türüne özgü dergi bile yayımlanıyor. Bunlar son derece önemli tür yayıncılığı açısından.
Kaleminiz üretken, öyküye uzun bir ara verdiniz ama her zaman yazmayı sürdürüyorsunuz. Şu anda üzerinde çalıştığınız bir kitap var mı?
Teşekkür ederim ama eskilerin diliyle ‘velût’ bir kalemim olduğunu söyleyemem. Evet, yine de her gün yazmaya gayret ediyorum. Zaman zaman kısa aralar vermek durumunda kalsam da en azından genç arkadaşlara tavsiye ettiğim yazarlık ilkesini kendi hayatımda uygulamaya ve her gün az da olsa yazmaya gayret ediyorum. Değilse kalemin mürekkebi kuruyor, kireç bağlıyor ve çözülmesi çok zaman alıyor. Benim zamanımı, özellikle son üç yıldan beri, yeni yazılardan daha çok yıllardır yayımını ertelediğim biriken kitap dosyaları alıyor. Yine de yazıyorum hamdolsun. Biraz da çok uğraşan bir huyum var yazdıklarımla. Evirir çeviririm elimde sürekli. Bu da işimi uzatıyor ister istemez. Bugünlerde yeni bir kitap dosyasını teslim ettim yayınevine: Entelektüel Öfke... Bir iki yıldan beri onu da evirip çeviriyordum elimde. Bir başka yayınevinde de Bir Hayat, Bir Hikâye adlı bir kitap var baskı aşamasında olan. Nasip olursa yıl sonuna kadar bir öykü kitabı daha vermek istiyorum Şule Yayınları’na. Kısaca, masayı birikmiş bu dosyalardan arındırmak için çabalıyorum gördüğünüz gibi. İşte o zaman elim rahatlayacak, diye düşünüyorum. Şüphesiz, kaderden öteye yol gitmez...