Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra Suriçi’nde inşa ettirdiği ilk mescidlerden, Yedikule Hisarı’nın kalbinde yer alan Fatih Mescidi, ayakta kaldığı 450 yılın ardından geçen yüzyılın başlarında harabeye dönmüş ve işlevini yitirmişti. Uzun yıllardır hisarın avlusunda kalıntılarıyla; bir kısmı günümüze gelmeyi başarabilmiş minaresi, çeşme ve sarnıcıyla yeniden hatırlanmayı bekliyordu. Geçtiğimiz yıllarda kapsamlı bir restorasyona giren Yedikule Hisarı’yla birlikte mescidin de yeniden inşa edilmesine karar verildi. Mescidin yeniden inşası da Yedikule Hisarı restorasyonu gibi Mimar Celâleddin Çelik’e emanet edildi. Fethin hemen ardından Fatih’in emriyle inşa edilen ve Ayasofya Vakfı’na bağlanan Fatih Mescidi’nden geriye yalnızca iki fotoğraf ve vakfiye belgeleri kalmışken yapıyı yeniden özgün mimarisiyle ihya eden Mimar Celâleddin Çelik, “Mescidin restorasyonu sırasında mimarlık bilgimi değil ama tasarımcı mimar kimliğimi bir kenara bırakıp, mescidin kendisine teslim olmaya çalıştım. Yapı kendisi nasıl var olmak istiyorsa, o şekilde tekrar ayağa kaldırılmış oldu. Özgün şekliyle, malzemesiyle” diyor.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde “Ebu’l Feth (Fethin Babası) Camisi” olarak da geçen ve bugünlerde son hazırlıklarını tamamlayarak yeniden cemaatle buluşmayı bekleyen Yedikule Fatih Mescidi’ni konuşmak üzere Mimar Celâleddin Çelik ile bir araya geldik.
Yedikule Hisarı’nın restorasyon çalışmalarını üstlendiniz. Hisarın restorasyonuyla birlikte bugüne yalnızca kalıntıları kalan Yedikule Fatih Mescidi’ni de günümüze kazandırdınız. Bu restorasyon çalışmasının hikâyesi nasıl başladı?
Yedikule Hisarı, en son 1960’larda kapsamlı bir restorasyon görmüş. Daha sonraki yıllarda çok dokunulmamış ve iyice harap hale gelmiş. Biz 2020 yılında Yedikule Hisarı’nın restorasyon projelerini üstlendik. Bu proje hisarın kendisinin restorasyonu ve hisar içerisindeki ek yapıların inşasını ve çevre düzenlemesini kapsayan bütüncül bir projeydi. Hisarın restorasyonu sırasında orada bir mescid olduğunu biliyorduk. Ama mescid yok olmuştu. Bir minare, çeşme ve sarnıç kalıntısı vardı. Kalıntılarla ne yapacağımız biraz daha süreç içerisinde belli oldu. Yedikule Hisarı, kapsamlı bir projeydi ve biz bu projeye açıkçası uzun vakitler ayırdık. Bunun içinde; hisarın zarar görmüş olan duvarlarının güçlendirilmesi, çimento eklerinden arındırılması, çatısız kalmış olan kulelerin çatılarının tekrar inşa edilmesi gibi birçok safha var. Bu proje bütüncül olarak çalışıldı. Tüm kurul onayları alınmış olduğu halde uygulama kısmı safhalara bölünmüş olarak ilerliyor. Hisarla ilgili olarak yapılması gereken daha çok iş var aslında. Mesela benim çok önemsediğim bir konu: Hisarın içerisinin dolgu malzemesiyle doldurulmuş olduğu gerçeği. Şunu kastediyorum; kulelerin giriş kotları özgün kotlarında. Kulelere biz hep basamaklar, rampalarla inerek girebiliyoruz. Çünkü hisarın içerisi 1970’lerde Suriçi’nin bir moloz dökme alanı olarak kullanılmış. Bu nedenle bir buçuk, iki metrelik bir yükselme söz konusu. Bu kotun da özgün kota indirilmesi lazım. Ancak bu arkeolojik bir kazı olacağı için çok büyük metreküp, çok büyük bir emek… Bunun gibi birçok katmanı var. Onun için biz Yedikule Hisarı projesinde gerekli bütün onayları aldık ve projeyi kâmilen tamamladık. Ancak uygulama safhalar halinde ilerleyecek. Elbette, bu projenin bir parçası da hisarin içerisindeki mescid konusuydu.
Arkeolojik kazılar sonucunda temelleri bulunan Yedikule Fatih Mescidi’ne dair 1900’lerin başından kalma birkaç kare fotoğraf gibi kısıtlı bir bilgi bulunuyor. Bu kısıtlı bilgiler ışığında yeniden inşa nasıl mümkün oldu?
Hisara ilk geldiğimiz zaman; görünür halde, toprak üstünde şerefe hizasına kadar ayakta bir minare kalıntısı vardı. Bir de çeşme ve o çeşmenin arkasında yine bir kısmı ayakta kalmış sarnıç kalıntısı... Bunlar orada fiziksel olarak toprak üzerinde görünür haldeydi. Daha sonra arkeologlarla birlikte orada bir kazı çalışması yapıldı ve mescidin temelleri açığa çıkarıldı. Fatih Sultan Mehmet’in Suriçi’nde inşa ettirdiği ilk mescidlerden olduğu için mescid Ayasofya Vakfiyesi’ne bağlıydı. Bu nedenle hakkında çok fazla gravür ve vakfiye mevcuttu. Ancak fotoğraf olarak elde ettiğimiz döküman yalnızca iki taneydi. Açığa çıkarılan temellere ve elde olan birkaç adet fotoğrafa dayanarak bazı çalışmalar yapıldı. Fakat elde olan fotoğraf kareleri de 1870-1900’lere tarihlenen son dönem fotoğraflarıydı. O fotoğraflarda caminin başından geçen bazı maceralar sonucu özgün olmayan bir mimari vardı elimizde. Özgün halinde caminin kurşun çatılı olduğunu, Fatih dönemi diğer yapılara bakarak belli bir pencere düzeni olduğunu biliyorduk. Oysa fotoğraftaki yapı; kiremit çatılı, çok az pencereli bir yapıydı. Bütün cepheleri dahil beş adet -pencere bile denemez- delik var yapıda. Yedikule Fatih Mescidi’nin aslının öyle olmadığına emindik. Bu nedenle fotoğraftaki gibi restitüe edilmemeliydi. Bu verilerle beraber tasarımcı da bir mimar olarak, hem o kalıntıları yerinde sergileyen hem de tarihi dokuyla uyumlu olarak tasarladığım yeni bir mescidin inşa edilmesini önerdim. “Tarihi çevre ile uyumlu, ayaklar üzerinde hafif strüktür bir yapı tasarlayarak bu mescidi ihya edelim ama bu yeni bir tasarım olsun, çağdaş bir mimari üretimi olsun” düşüncesindeydim. Buna uzun zaman da harcadım açıkçası. Ancak şöyle hissediyorum ki; bu yapı nihayetinde kendini yeniden özgün şekliyle var etmeyi tercih etti. Bu tercih benim değil, yapının tercihi oldu. Neticede yapı; yığma taştan, tuğladan almaşık duvarlı, kirpi saçaklı, üzeri kurşun kaplı ahşap çatılı özgün malzemesiyle yeniden orada tamamlanmayı kendi seçti. Süreç öyle bir şekil aldı ki, beni öyle yerlere alıp götürdü ki tasarımcı bir mimar olarak kendimi bu yapının özgün kimliğiyle tekrar başbaşa buldum.
Fatih Sultan Mehmet’in oraya sembolik olarak da inşa ettirdiği yapı, bize el değmemiş sekilde ulaşmadı. Biz de bu yapıyı ayağa kaldırmakla yükümlüyüz ancak bununla birlikte tarihi yanıltmaya da kalkamayız. Zaten her dönem böyledir, bu yapılar zamanla eskiyen ve tamir edilen şeyler. Biliyorsunuz bugünkü Kâbe-i Muazzama binası bile tarih içerisinde defalarca inşa edilmiştir. Yapıların ömrü olur ve ömürlerini tamamlarlar. Bizler yapıların taşlarına, tuğlalarına tapınmadığımız için onları bir korumacı hassasiyetiyle, bir emanet bilinciyle tekrar tadil ve tamir ederiz. Yedikule Fatih Mescidi de böyle kıymetli bir yapı. Zaman içerisinde ortadan kaybolmuş ve bugün nihayetinde yeniden ayağa kalkma fırsatını buldu.
Yapım aşamasında ise şöyle bir yol izledik: Sarnıç kalıntısını özgün haline göre tamamladık. Ama oradaki hali hazırda bulduğumuz taşlar ve tuğlalar ile eklediklerimizi ayırt ederek. Bunu belli ederek bir tamamlama yoluna gittik. Yapının kendisini özgün malzemesi ve özgün mimari nitelikleriyle, kesme taşlı duvar, almaşık tuğla dizileriyle, tepe pencereleriyle, kirpi saçağı ile bir Fatih dönemi yapısı olarak tekrar inşa ettik. Tabii ki yığma yapıyı biz bugün yeniden inşa ederken çağdaş bazı tekniklerle daha güçlü hale getirebiliyoruz. Bu teknikleri de dikkate aldık.
İç mekân detaylarındaki sadelik vurgularıyla aslında bu yapının Fatih döneminden beri yıkılmadan bugüne kadar ulaşmış bir yapı değil de, belli bir dönemde ihya edilerek tekrar burada canlandırılarak var edilmiş olduğunu hissettirmeye çalıştık. Cami içerisindeki halıları özellikle çok sade tasarladım. Yine duvarlar çok sade. Aydınlatma çok sade ve loş. Çünkü burası bir Fatih dönemi camisi ve bırakın Fatih dönemini, Mimar Sinan döneminde bile camilerin nasıl aydınlatıldığını çok hayal etmiyoruz. O camilerin akşam vakti iç mekânları bugünkü gibi değillerdi. Biz Yedikule Fatih Mescidi’nde bunu biraz hissetmek istiyoruz. Bu nedenle yaptığım aydınlatma tasarımı çok sade. Süslü kandilller değil, bugüne ait armatürler kullandık. Aydınlatma fikri olarak o dönemin hafif loş cami atmosferini hissettirsin istedik. Yapının bir başka boyutu da ısıtma ve soğutma sistemleri. Bu yapılar aslında çoğunlukla kendi klimatik değerlerini sağlayan yapılar. Onun için yerden basit bir ısıtma sistemi kurduk ancak bunlar dışında klimalar, taze hava takviyelerine ihtiyaç yok. Bu yapının kendi duvar kalınlığı, ölçeği ve pencere açıklığı sebebiyle yazın da kışın da konforlu bir iç mekân hizmeti sunuyor.
Yedikule Fatih Mescidi’nde mescidin ölçeği çok sevimli ve küçük bir ölçek. Sanıyorum yüz metrekareden küçük. Orada özel bir ses tertibatına ihtiyaç bile duymuyoruz ve istemiyoruz açıkçası. Sonuçta o dönemde mescid inşa edildiğinde bu elektronik sistemler yoktu. İnsan insanı duyabiliyor, yapı buna imkân veriyor. O yüzden olabildiğinde minimal bir ses sistemiyle işi çözmek istedik.
Net söylemekten kaçınıyoruz ama muhtemelen cami henüz Osmanlı döneminde iken işlevini yitirmiş. Kale içleri her zaman mahalle olur. Avrupa’da da böyledir. Yedikule de buna benzer. İçi bir mahalledir onun için bir mescidi vardır. Ama bu mahalle ahşaptan inşa edilmiş ve zamanla izi bile kalmamış. Tahmin ediyorum, mescid de mahalle ortadan kaybolduğu için işlevini yitirdi. Osmanlı döneminde başka amaçlar için kullanıldı. Çok büyük ihtimalle Osmanlı-Rus Harbi sırasında burası cephanelik, fişeklik olarak kullanılmış. Pencereler de muhtemelen bu nedenle kapatılmış. Kurşunlar da bu nedenle sökülmüş, eritilerek mermi yapılmış olabilir.
Buradaki ek yapılar benim mimarlık yapılarımdır, yeni tasarımlar. Ve Yedikule Hisarı çok güçlü, çok muhkem bir yapı olduğu için onunla kontrast oluşturacak biçimde hafif, çok narin ve geri dönülebilir yapılar. Bu nedenle ben bu projede mescid ve diğer ek yapıları mimarlık ve tasarım kimliği açısından birbirinden ayırıyorum. Birinde ben mimarlık yapıyorum, diğerinde ise mimarlık bilgimi kullanarak sanat tarihçisi, arkeolog, çok kıymetli bilim kurulu hocalarımız gibi diğer aktörlerin de katkılarıyla bu yapıyı ayağa kaldıracak bir teknisyen gibi, aslında bir vasıta gibi davranmaya çalışıyoruz.
Sarayburnu Ahırkapı tarafında bir “İncili Köşk” vardır. Ben o yapıyı belgelerde gördüğüm zaman çarpılmıştım. Yapının baza kısmı halen duruyor. Geniş saçaklı, boğazın kenarında başka sahil köşkleri de var. İncili Köşk de onlardan bir tanesi ama ben İncili Köşk’ü yeniden yapmak isterim. Hayalimde olan yapılardan bir tanesi. Onun gibi sahil köşklerini bugün kaybettiğimize üzülüyorum.