Dört bir yanımızı kaplayan beton binalardan şikayet ediyoruz. Ancak bunu değiştirmek için atılan adımlar oldukça küçük. Dünyada ekolojik mimari üzerine çalışmalar devam ederken biz de Anadolu’nun yüzlerce yıllık mimari tekniklerini yeniden yaşatmak için çalışmalara başlayabiliriz. Üstelik bu toprakla bağ kurabilmemizi, sağlıklı yapılarda yaşamamızı ve kendi geleneğimizi hatırlamamızı sağlayabilir.
9 bin yıl önce Orta Anadolu’da inşa edilen Çatalhöyük yapıları da, dedelerimizin evleri de kerpiçtendi. Biz ise betonarmeden inşa edilmiş şehirlerde, kasabalarda hatta köylerde yaşıyoruz. Binlerce yıllık geleneksel yapı tekniklerini son yıllarda neredeyse unutuldu. Ancak kolay inşaat imkanı sunan betonarme yapılar da, sayısız sorun doğurduğu için güncel bir tartışma konusu. Betonun sadece 50 yıl ömrü olan bir malzeme olması ve 50 yıl sonra yapının yenilenmesi gerektiği gibi... Bu da sürekli yenilenmesi gereken yüz binlerce yapı ve tabi ciddi bir mali yük demek. Üstelik sıcak iklimli bölgelerde de, soğuk iklimli şehirlerde de aynı malzemeyi kullanmak, mimari bir üslup kullanmamak da diğer başlıklar. Artan nüfus ve değişen alışkanlıklarımız, büyüyen tüketim toplumuyla dünyanın kaynaklarının da azaldığını görmezden gelemeyiz. Bu nedenle artık mimarimizin ‘geri dönüşebilen’ hatta ‘doğaya zararsız’ olmak gibi kaygılarının da olması gerekiyor. Ekolojik mimari kavramı da bu noktada ortaya çıkıyor. Geri dönüşümü mümkün, doğaya zarar vermeyen, yerel kaynaklardan beslenen, geleneksel üslubu benimseyen bir ekolojik mimari şehirlerimiz için bize çözüm sunabilir. Yani ahşap, kerpiç, yığma ve diğer geleneksel yöntemler.
EKOLOJİK MİMARİ BİZE YABANCI DEĞİL
Ekolojik mimari terimi bize ilk bakışta yabancı gelebilir. Ancak durum sandığımızdan farklı. Çünkü ekolojik mimari insana yerel malzemeyle, yöreye göre yapı oluşturmayı öneriyor. Yani bir anlamda geleneksel mimarimizi koruma, yaşatma yolu açıyor. Önümüzdeki soru ise şu, mimariyle ilgili sorunlara ekolojik mimari penceresinden bakıp, geleneksel mimarimizi hatırlamamız ve şehirlerimizi bu şekilde yeniden kurmamız mümkün mü? Bu sorunun cevabı Melih Aşanlı’ya göre ‘evet’. Tasarımcı olan Aşanlı Kazdağları’nda yaşıyor. Burada düzenlenen atölyelerde öğrencilere ve meraklılarına geleneksel mimari yöntemlerini hatırlatmaya, ustalıkları yaşatmaya çalışıyor. Aşanlı ekolojik mimari tasarımın bugün Anadolu’da da, İstanbul’da da uygulanabileceğini söylüyor. Mimari geleneğin tüm kaynak bilgisinin bu topraklarda saklı olduğunun da altını çiziyor.
BİLGİYİ İSRAF ETMEMELİYİZ
Aşanlı bugün kullanılan sistemin ne doğaya, ne de insana uygun bir sonuç çıkarmadığını da ifade ederek şunları anlatıyor: “Öncelikli olarak nitelikli personel sayısını arttırırsınız, çünkü doğal malzemeler ile çalışmak, bilgi beceri ve eğitim gerektirir. Ayrıca yereldeki firmalar, alanında uzmanlaşmış ustalarla daha çok çalışırsınız. Bu durum küçük üreticinin desteklenmesini sağlar. Yerel bilgi ve teknikleri kullandığınızda, kaynak bu topraklardır. Eğer gelecek için yeni bir yaşam yöntemine ihtiyaç duyuyorsak, bu ülkenin, ve coğrafyanın geçmişi ile iyi harmanlanmış özgün bir ekolojik mimari ve tasarım algısına ihtiyacımız vardır. Tüketimi azaltmak, israfı önlemek demek yanlızca fiziksel çöp üretimi demek değildir, geçmişten bu günlere kadar getirdiğimiz bilgi birikimimizi de israf etmememiz gerekir. Bilgi kolay üretilemez. Ne bugün dünyanın geçmişi reddetmesi ve kadim kültürleri yok saymasını yaşamalıyız, ne de içinde yaşadığımı dönemi ve teknolojiyi günah keçisi yapmalı ve çağ dışı bir yaşamı arzulamalıyız. Bunların her ikiside tüketimdir.”
DEPREMLE YOĞRULDUK
Aşanlı, ekolojik mimarinin dünyadaki örneklerinin aynen uygulanmaması gerektiğini de vurguluyor: “Ekolojik mimari geri dönüşümü önerir, fakat bizim çöplüklerimiz Amerika hurdalıkları gibi değildir, siz bir okul otobüsünü alıp eve dönüştürmek için Türkiye’de çok para harcarsınız, İşin manası ortadan kalkar. Mesela biz depremler ile beraber yaşayan bir ülkeyiz. Anadolu mimari teknikleri depremler ile yoğrulduğundan son derece sağlam yöntemler bulmuştur. Modern mimari çalışmalarında deprem ile yaşayan ülkelerin tekniklerinden ve yöntemlerinden faydalanmamız gerekir. Bu oradan kopyalamak demek değildir. Hatırlatmakta fayda var. Sakarya depreminde eski konaklar, Cumhuriyetin ilk döneminde yapılan yapılar, sivil mimarinin bir çok tekniği ile inşa edilmiş, bir insan ömründen daha yaşlı olan binalar, Osmanlı veya Selçuklu eserleri yıkılmadı. Yıkılanların neredeyse tamamı betonarme ve diğerlerine kıyasla genç binalarımızdı. Başarılı sonuçları harmanlamak gerekir.”
“Toplulukla hareket etmek istiyorsanız, sosyolojik dinamikleri bilmeniz gerekir” diyen Aşanlı, mimariye geçmişimizden parçaları koymamız gerektiğine dikkat çekiyor: “Ekolojik yaşamın püf noktaları diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’nin de geçmişinde saklı. Örflerinde adetlerinde saklı. İşin inceliklerine ve püf noktalarına önem vermeden, malzemenin sağlıklısı, teknolojinin yeşili bir fayda vermez insana. Bilimsel veya dini geçmişin hangi parçasına bakarsanız ekolojik bir önerme görebiliriz. Bizim dinimize göre israf haramdır. Yeter ki hatırlayalım ve şekil olarak değil mana olarak akıl süzgecinden geçirerek yeniden yaşamaya başlayalım. İlk hareketin halktan gelmesi gerekir. Sokakta vücut bulmayan hiçbir akım veya disiplin yaşamını o halkın içinde sürdürememiştir. Sonrasında buna uygun mimari zaten ortaya çıkacaktır.”
GELENEKSEL MİMARİ BİZE ULAŞMADI
Geleneksel mimari teknikleri ve modern dönemin sonuçları üzerine düşünen isimlerden biri de müzisyen ve mimar Celâleddin Çelik. Çelik, “Maalesef geleneksel mimari diye bir şey yok, çünkü o bize aktarılarak gelmedi. Orada bir yerde kaldı, kesintiye uğradı” diyor. Mimarinin aslında inşa ederken insanın dünyada varoluş biçimini ifade ettiğini söyleyen Çelik şu ifadeleri kullanıyor: “Mimari, insanın bu dünyada nasıl var olmayı seçtiğine dair bir tavırdır. Bunun içinde insanın insanla olan ilişkisi de var, tabiatla kurduğu ilişki de. Bu bağlamda meseleyi ekoloji veya çevre duyarlılığı gibi çerçevelere sığdırmaya çalışmak konuyu daraltmak olur. Bugün biliyoruz ki insan ilişkilerine, çevreye, şehre olumsuz etkileri olan, kapital merkezli yapılara yeşil bina ödülleri veriliyor. Vinçlerle ağaçları gökdelen tepelerine çıkarıp park yaptığı için sürdürülebilir enerji ve yeşili koruma ödülü alan gökdelenler tuhaf değil mi?”
CUMBALI EVDE OTURAMAYIZ
Bugün nostaljik bulduğumuz bir binada yaşamamızın çok da mümkün olmadığını hatırlatan Çelik, bunu yaşam tarzımızın değişmesine bağlıyor: “Cumbalı bir evde bizlerin yaşaması zor. Çünkü onun da kendi içerisinde bir ritmi, hayat tarzı, size yüklediği sorumlulukları, gereklilikleri var. Kombisi, sıcak suyu, yalıtımı, çift camlı doğraması, hatta elektriği olmayan evlerden bahsediyorum. Peki bugünün konfor beklentileriyle o nostaljik imge birleştirilemez mi? Tabii ki olabilir, ama bu da konutun pitoresk bir imgeye dönüştürülmesi, dekorlaşması riskini taşıyor. İnsanın insanla, çocuğuyla, annesiyle,tabiatla kurduğu ilişkiyi düzeltmeden bu mimariye “dönüş” yapmamız gelecek için kalıcı bir çözüm önermiyor.” Çelik konunun çözümsüz olduğunu da düşünmüyor. “Konutun bir yuvadan ziyade yatırım amacı olması sorunlarımızdan biri.‘Bu evde yaşayacağım, ben ve ailem burada mutlu olur muyuz?’ diye değil ‘bu ev prim yapar, değerlenir mi? Kiraya verebilir miyim?’ diye düşünüyoruz. Evin bir yatırım amacı olmaktan çıkıp, yuva olduğunu hatırlamamız çözümün ilk basamaklarından. Ancak evi bir mesken olarak sahiplenen insan mahallesini, daha sonra da şehrini sahiplenebilir.” Günümüzde büyük bir hızla devam eden kentsel dönüşümün de betonarme dönemine ait yeni sorunlar doğurduğunu söyleyen Çelik, yakın gelecekte bu sorunlarla yüzleşeceğimizi ifade ediyor: “Sonunu felsefi olarak getiremediğimiz bir “yoğunluk artışı” çözümü ile binaları yeniliyoruz. Yeniden inşanın finansmanını sağlamak için binaları birkaç kat yükseltiyoruz. Ama bir gün bu yeni binaları da yıkıp yenilemek zorunda kalacağız. O zaman geldiğinde binaların daha da yükseltilmesi mi gerekecek? Betonarme olan ve yıkılmak zorunda olan bu binaların hafriyatının nereye döküleceğini dahi bilmiyoruz. Milyarlarca küp beton ne yapılır, meçhul. Üst üste yığmaya devam ediyoruz ama bunlarla bir gün yüzleşilecek.”
Başka bir sistem mümkün
Peki yeniden geleneksel mimari yöntemlere dönüş yapmamız ne kadar gerçekçi? Melih Aşanlı bu konuda da gayet olumlu. Ona göre geleneksel mimarimizi Anadolu’da da, İstanbul’da da uygulamak oldukça kolay. Hatta İstanbul bu iş için çok uygun. Aşanlı bu dönüşümün aslında insanın da dönüşümü olduğunu ve bunun için de gerekli mirasa sahip olduğumuzu söyleyerek şunları ifade ediyor: “İstanbul bu dönüşüm için çok uygun. Çünkü tarihi bir alt yapısı var. Projenin uygulanacağı pilot bir mahalle seçilip çalışılması gerekiyor. Hepimiz dedelerimizin yaşamlarına şahit olduk. Bunu hemen hatırlayabiliriz.” Celâleddin Çelik’e göre de bazı şeyler bize dayatılıyor ve biz de değişmez sanıyoruz. “Bu çağda başka seçeneğimiz yok sanıyoruz. Oysa yığma sistemler de mümkün, taş da mümkün, ahşap karkas da” diyen Çelik, Avrupa’da inşa edilen ilk sosyal konutların dinamitlenerek devlet eliyle yıkılmasıyla bu dönemin aslında kendini reddetmeaşamasına geldiğini anlatıyor: “St. Louis, Missouri’de 1955’te yapılan Pruitt-Igoekonutları, büyük bir kentsel yerleşim projesiydi. Mimar Minoru Yamasaki tarafından tasarlanan çok katlı yerleşim, 60’ların sonunda bir çöküntü bölgesi haline gelmişti. Suç oranlarındaki artışla 1972’de devlet eliyle bu binalar yıkıldı. 4 yıl içinde 33 bloğun tamamı yok edildi. Mimarlık tarihçisi Charles Jencks bu günü “Modern Mimarlığın Öldüğü Gün” olarak isimlendirdi. Kendini reddetmiş, iflasını açıklamış bir sistemdir bu.”
Evin içini dekore etmek bize yetiyor
Bugün kullandığımız betonarmenin içinde kimyasallar da olduğunu dikkat çeken Çelik, şunları anlatıyor: “Henüz prizini almamış betona çıplak ayakla temas eden bir arkadaşımızın ayaklarında yanıklar meydana geldi. Biz dokunamadığımız kimyasallarla dolu beton donduktan sonra onun içinde yaşıyoruz. Oysa bu topraklarda kullanılan malzemeler tamamen doğaldı. Etrafta ne varsa o kullanılırdı, çamur, ahşap, taş... Bu aynı zamanda iklimlendirme için de uygundu. Bugün her klima bir yandan da havamızı ısıtıyor. Bunun doğaya verdiği zararı görmezden mi geleceğiz?”
Toprakla bir bağ kurmalıyız
Peki geleneksel mimarinin sunduğu avantajlar neydi? Çelik özellikle toprakla kurduğumuz ilişkiye dikkat çekiyor: “ Bahsettiğimiz geleneksel yapılarda bahçe hep vardır. Oysa şimdi ya gecekonduların, ya da çok lüks villaların bahçesi var. Aradaki grup apartmanlarda. Gelenekte her insanın toprakla kurduğu bir ilişki var. Bunun bir mesajı olması lazım. Kerpiç, bildiğiniz çamurdur. Öldüğümüz zaman da gömüldüğümüz, ondan geldiğimize inandığımız toprak ana malzeme. Üstelik böyle bir binanın geri dönüşümünü, karbon ayak izini düşünmeyiz bile.”
Kaynaklarımızdan öğreneceklerimiz var
Çelik, “Aslında bize lazım olan bilgi bizde var, rafa kaldırdık sadece, görmediğimiz için yok sanıyoruz. Bu topraklarda üretilmiş müthiş bir yapı inşa geleneği var, bu bilginin kendine özgü malzemesi de, mimari tekniği de, dili de var. Coğrafyayla ilişki kurma biçimi de var. Nefes almamacasına dökülmüş betonarme blokların tek seçenek olmadığını, daha iyisine layık ve muktedir olduğumuzu idrak etmek lazım.Bu bilgileri tekrar keşfedip hatırlayabilmek içinse neredeyse arkeolojik bir merakla biriki asır öncesini araştırmak gerekiyor. Kendi kaynaklarımızdan öğrenecek çok şeyimiz var. Bu bilgiler bize yeni şehrin, yeni konutların inşasında yol gösterici olacaktır” diyor.
Kerpiç hepimiz için bir miras
Yıllardır Türkiye’nin kültürel mirasını koruma çalışmaları yürüten sanat tarihçisi Prof. Dr. Metin Sözen de kerpiçin, geleneksel yapılarımızdaki tekniklere sahip çıkılması gerektiğini düşünen isimlerden. Sözen’in oldukça önemsediği projelerden biri de Konya’da inşa edilen, türünün ilk ve tek örneği olduğunu söylediği Sonsuz Şükran Köyü. Bu köyü kuran ise sanatçı Mehmet Taşdiken. Konya’da Çavuş Köyü’nün yanına yapılan bu yerleşim yeri için Taşdiken 10 yıl önce çalışmalara başlamış. Tamamen kerpiçten yapılan köy, bugün 30 hanesinde de sanatçıların yaşadığı, hayatın organik biçimde devam ettiği kendine has bir sisteme sahip. Taşdiken’in bu köyü kurmasının nedeni çocukluğunda kerpiçte kurduğu bağlantı. Taşdiken şunlar anlatıyor: “Konya’nın Beyşehir Gölü’ne kıyısı bulunan Çavuş Köyü benim memleketim. Kerpiç bir evde doğdum. Ancak küçük yaşlarda buradan ayrılık. Lise çağlarından itibaren İstanbul’daydık. Yine de arada sırada ziyaretlere gittiğimiz köyümüzdeki evimizi, kerpiç yapıları hatırlıyorum.Beni etkileyen bir olay da köyün yakınlarında bulunan, 1924’de yapılmış yatılı bölge okulunun yıkılmasıydı. Bu bina kerpiçti ama sapasağlamdı. O dönemlerde kerpiç yapılar kötüleniyor, betonarme yüceltiliyordu. Hatta her depremin ardından suçlu kerpiç yapılar oluyordu. Benim o yatılı okul binasının yıkılması aklımda bir sahne olarak kaldı. Yıllar sonra o bölgeye kerpiçle ilgili bir proje yapmak istedim. Orijinal fikirler üstüste geldi ve sonunda ortaya bir sanatçı kötü olan Sonsuz Şükran Köyü çıktı. İnsanın doğduğu topraklara karşı bir bağı var. Ben köye cami yapamazdım. Üç tane camimiz zaten vardı. İstanbul’da olan, sanat çevresinin içinde olan bir insan olarak kendi alanımla ilgili bir çalışma yapabilirdim. Köyün de nüfusu yok. Herkes yaşlı, genç yok. Oraya insan çekecek bir iş yapmam gerekiyordu. Ortaya kerpiçten bir köy çıktı.”
700 yıl önceki sistemi uyguladık
Köyün yerleşim planını titiz çalışmalarla oluşturduklarını belirten Taşdiken şunları anlattı: “Metin Sözen çok yardımcı oldu. Köyün en eski yerleşim geleneğini esas almamı tavsiye etti. Yani eski köyün, en eski yerleşim planını esas aldık. Mahremiyet de eski yerleşimin bir özelliğiydi. Bunu yaparken de Osmanlı’nın şehir planlamasından esinlendik. Standart yapı yok. Biri tek katlı, biri iki katlı. Ama kendi içinde bir ritmi ve düzeni var. Mahremiyet dışında, güneşin yönü, rüzgar gibi faktörleri de esas aldık. İşin içinde bir sürü ayrıntı öğrendik. Organik bir biçimde büyüdü köy. 700 yıl önce esas alınan sistemi uygulamış olduk.”
Taşdiken’in çalışmaları neticesinde bir kooperatif kurulmuş ve sanatçı arkadaşlarıyla beraber Çavuş köyünün hemen yanındaki bölgeye kendi köylerini kurmaya başlamışlar. Bugün artık köye daha fazla yapı inşaa etmiyorlar. Ancak kendi projelerinin farklı bölgelere uygulamak isteyenlerle tecrübelerini paylaşmaya da açıklar. Taşdiken, hem kerpiç’e iade-i itibar yaptıklarını, hem de kendi kültürlerini yaşattıklarını söylüyor: “Köyde 60 gün ışık yakma zorunluluğu koyduk. Yani burada evi olan yılın en az 60 gününü burada geçiriyor. Ben de biraz İstanbul’da biraz da orada yaşıyorum. Bu binalarda yaşamak ayrı bir konfor. İnanın uyku kaliteniz bile artıyor. Bahçeyle, toprakla uğraşmak insanı rahatlatıyor. Isınma veya soğutma gibi sorunlarımız yok. Kerpiç kolay ısınıyor. Sıcakta ise serin kalabiliyor. Betondan çok farklı ve kullanışlı.”
Neden vazgeçtik
Geleneksel sistemlerin içinde yer alan kerpiç, önümüzdeki yüzyılın yükselen malzemesi olabilir. Bu malzemeden vazgeçmemizin nedeni, kerpiçin geçtiğimiz yıllarda günah keçisi ilan edilmesi. Depreme karşı dayanıksız olduğu iddia edilen kerpiç, modern sistemlerin içinde hızla kayboldu. Ancak bugün yapılan araştırmalarda kerpiçin gerekli doğal malzemelerle güçlendirildiğinde yüksek şiddetli depremlere bile dayanabildiğini görülüyor. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 1970’li yıllarından sonunda üretilen alker isimli malzeme, yani alçılı kerpiç bize hem modern hem de doğal bir mimari oluşturmak için gerekli alt yapıyı sağlayabilir. Alker ile inşaa edilen yapılarda depreme dayanıklılık dışında ısı depolama gibi avantajları da göze çarpıyor. Son yıllarda alkerle inşa edilen ve üzerinde testler yapılan binaların depreme dayanıklılığı şaşırtıcak kadar yüksek. Üstelik üretimi tesis kurulması gerektirmeyen, şehirlere de ayak uydurabilecek bu malzeme insanın kendi yaşayacağı binayı kendisinin inşaa etmesini de sağlayabilir.
Ahşap karkas veya yığma
Bugün betonarme konusunda yaşanan sayısız sıkıntı var. Peki bu yapı malzemesi yerine neler kullanılabilir? Sonsuz Şükran Köyü'nde de kullanılan kerpiç bunlardan sadece biri. Ahşap, karkas veya yığma bölgeye göre öne çıkabilir. Geleneksel mimariyle yapılmış binalara baktığımızda Karadeniz'de bölgenin yerel malzemesi ağaç olduğundan, ahşap evler görürüz. Diyarbakır ve Erzurum gibi illerde ise taş binalar karakteristik özelliklerden sayılabilir. Tabi malzeme haricinde, mimari üslup da bölgeye göre değişiklik gösteriyor. Adana, Urfa gibi şehirlerde farklı çatı biçimleri göz çarpar. Malatya'da da kayısı kurutmak için çatılara ayrı bir form verilmiştir. Bu işlevsel özellik, mimari tarzı da ortaya çıkardığı belirtiliyor. Bölgelerin özellikleri ve ihtiyaçları mimari biçimleri de etkiliyor. Ekolojik mimarinin bize söylediği de aslında olduğu vurgulanıyor. Bölgenin ihtiyacı olanı, bölgedeki malzemeyle karşılamak. Uzmanlar, ekolojik mimarinin gelenekle yoğrulması gerektiğini söylerken, yurtdışından ithal edilen yöntemlerin sadece göstermelik bir durum ortaya çıkaracağını belirtiyor.
Hammadde yok oluyor
Ekolojik mimariyi çok geniş çerçeveler içinde konuşmamız gerektiğini biliyoruz. Ancak bu kadim yöntemleri modern hayata adapte edip edemeyeceğimiz noktasında bazı soru işaretleri var. Bu konuda çalışamaları olan isimlerden biri de mimari Nurettin Ekinci. Ekinci, modern toprak yapılar üzerine üretimler yapıyor. Toprağın çok eski dönemlerden beri insanların barınmak, korunmak veya depolamak için kullandıkları bir yapı malzemesi olduğunu hatırlatan Ekinci şunları söylüyor: “Yakın zamana kadar yeryüzünde yaşayanların büyük çoğunluğu topraktan yapılmış evlerde yaşamaktaydılar. Modernite ve popüler kültürün etkisi gibi bir takım çevresel etmenler yüzünden bir dönem kerpiç yapılar terk edildi. Fakat insanlık, bugün endüstriyel yapı ürünlerinin, yükselen hammadde ihtiyacından dolayı, yeryüzü kaynaklarının yok olması ile karşı karşıya. Bilimsel çevrenin yıllar süren alternatif ürün arayışı nihayetinde geleneksel yapı malzemesi olan toprağa yönlendirmiş ve şimdilik ekolojik mimarlık için en doğru ürünün toprak olduğuna kanaat getirilmiştir. Binlerce yıl denenmiş, kullanılmış ve dolayısıyla tecrübe edinilmiş olan toprak bugün tüm edüstriyel yapı ürünlerine karşı tekrardan tercih edilmeye başlanmıştır.”
TOPRAK SINIRSIZ BİR KAYNAK
“Toprak doğaldır ve doğada sınırsız bulunur” diyen Ekinci, beton endüstriyel bir ürün olduğunu ve çimentoya ihtiyaç duyduğunu hatırlatıyor: “Toprak yapılar binlerce yıl yaşayabilir, tarihten gelen örnekler vardır. Malatya’da bulunan Aslantepe Kerpiç Sarayı gibi, binlerce yıl ayakta kalmış güzel bir örnek. Buna benzer Mısır’da, Yemen’de binlerce yıl yaşayan ve hala kullanılan topraktan yapılmış binalar bulunmaktadır. Hatta Yemen’de yüzlerce yıllık 10 katlı kerpiç apartmanlar günümüzde de kullanılmaktadır. Fakat betonun ömrü sınırlıdır. Belki 50 veya 60 yıl sonra beton binaları yıkmak zorundasınız, çünkü çimento bağlayıcılığını kaybedecek ve yapı riskli bir bina haline gelecektir.”
Isının yükselmesinin nedeni bu mimari
Beton yapıların karbon salınımı problemi yüzünden, beton yapı stokunun bulunduğu bölgelerde ısı adası dediğimiz problemler oluştuğuna dikkat çeken mimar Nurettin Ekici, “Basitçe söylemek gerekirse 30 derece olması gereken hava sıcaklığını 35 derece hissedilmektedir. Yıkmak istediğiniz beton binaların molozunu doğaya terkedemez, geri dönüşümünü sağlayamazsınız, ekini ve toprağı yok edersiniz. Dolayısıyla beton yapı yapması, yıkması ve yok edilmesi ciddi problemler barındırmaktadır” diyor.
Kerpiçe doğalgaz da bağlanır elektrik de
Toprak binaların 20 yıllık enerji maliyetlerindeki tasarruf sayesinde binanın ilk yapım maliyeti karşılanacağını söyleyen mimar Ekinci, toprak yapıların dünyada da ilgi gördüğünün altını çizerek şunları söylüyor: “Ülke olarak sahip olduğumuz bu büyük zenginliğin farkına biraz geç vardık veya henüz varmak üzereyiz diyebiliriz.” Ekinci, modern toprak yapılara ilginin her geçen gün arttığını, bu yöntemlerle yapılan binaların da modern hayata adapte edilebileceğini, doğalgaz- elektrik gibi tesisatların da bağlanabildiğini söylüyor.