Yeni Şafak yazarlarının Türkiye ve dünyadaki gündeme dair analizlerini sizler için özetledik... Hasan Öztürk köşesinde 'Mehmetçik nöbetteydi biz şahitlik ettik' başlıklı yazısını kaleme aldı. Hatice Karahan, Kemal Öztürk, İsmail Kılıçarslan ve Merve Şebnem Oruç da gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Hatice Karahan, Kemal Öztürk, Hasan Öztürk, İsmail Kılıçarslan ve Merve Şebnem Oruç'un yazılarının dikkati çeken bölümleri:
Hatice Karahan: İhracat rekor kırarken
Bir önceki yazım olan GSYH verilerini içeren analizde, geçtiğimiz yıl dış ticaret kanadının hareketlendiğini son veriler eşliğinde yeniden net bir şekilde görmüştük. Bu doğrultuda ihracatımız kuvvetli bir artış eşliğinde dünyanın talebinin ekonomimize verdiği desteği ortaya koyarken, söz konusu güçlü seyir 2018 verilerinde de varlığını sürdürüyor.
Öyle ki, geçtiğimiz son iki günde önce Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) ve ardından da Gümrük ve Ticaret Bakanlığı (GTB) tarafından açıklanan Mart ihracat verileri, Cumhuriyet tarihimizde bir rekora işaret etti.
Bu noktada GTB istatistiklerini baz alacak olursak; bu dönemde önceki yılın aynı ayına göre %8 artış gerçekleştiren ihracat 15,6 milyar dolara ulaşınca, daha önce hiç erişilmemiş bir aylık rakam ortaya çıkmış oldu. Böylece son 12 aylık ihracatımız da, ilk defa 160 milyar dolar seviyesini aştı ve ihracatçımızın azimle ulaşmak istediği hedefler doğrultusunda sevindirici bir gelişme yaşadık.
İhracat bu bağlamda geçici verilere göre ilk çeyrekte yıllık bazda %9,1 artış kaydederek bu dönemdeki GSYH gelişimi açısından olumlu bir tablo sunarken, bu dönemde artışa katkı sunan sektörlerin başında (detaylı TİM verilerine göre) otomotiv sanayi, hazır giyim, elektrik-elektronik, makine ve demir-çelik göze çarpıyor. Bununla birlikte ilk çeyrekte, yine genele yayılmış bir ihracat büyümesi gördüğümüzü ifade edebilirim. İşte ihracat bu detaylar eşliğinde Mart ayında rekor kırarken, madalyonun diğer yüzünde bulunan ithalat gelişmelerini de yakından izlemek gerekiyor. 2017 yılında özellikle altın ticaretindeki hareketlenmeyle cari dengeyi etkileyen ithalat, bu senenin ilk üç ayında %22,8 artış gösterirken Mart özelinde yavaşlayan bir görünüm sergiliyor.
Açıkçası Ocak başta olmak üzere ilk iki ayda gerek ithalat gerekse dış ticaret açığı cephelerinde etkili olan altının, ilk verilere göre Mart’ta hızını düşürmüş olması cari açığın özünü yansıtan bir resme kavuşmak açısından anlam taşıyor. Nitekim altın ithalatında devam edebilecek bir normalleşme, çekirdeğin dışında oluşan ilgili açığın kademeli olarak yumuşamasını beraberinde getirecektir.
Kemal Öztürk: Vurulmuş kelimeler
Bazı kelimelerimizi vurdular. Bazılarını kendi ellerimizle öldürdük. Kötü bir el geldi, en sevdiğimiz kavramlarımızı katletti.Şimdi onları kullanamıyoruz. Anlamı kayboldu, içi boşaldı, etkisini yitirdi. Hatta bazı kelimelerimiz güzel anlamını kaybettiği gibi, bir de kullanıldığında daha negatif etki yapmaya başladı. Kelimelerin ölümü, katledilişi böyle oluyor demek ki… Belki de ben böyle düşünüyorum. Sizinle paylaşayım. Bakalım benimle aynı kanaatte misiniz?
FETÖ’nün neden olduğu tahribatın ne denli büyük olduğunu ileriki yıllarda göreceğiz asıl. Bugün akut sorun yaşıyoruz, yara sıcak diye çok anlamıyoruz. Ancak ileride dini hayatımızdan sosyal yaşantımıza, oradan kullandığımız kavramlara kadar, FETÖ’nün her yerde derin tahribatlar yaptığını göreceğiz.
En çok FETÖ yüzünden kelimelerimiz, kavramlarımız vuruldu zaten. ‘Cemaat’ bunlardan biri. Hepimizin aklına ‘cemaat’ denince, FETÖ geliyor. Bugün cemaatlerle ilgili negatif algının bir sebebi de bu bilinç altıdır.
Said Nursi geleneğinden etkilenen ama FETÖ ile hiç alakası olmayan çok sayıda ekol var. Bunlara ‘Şakirt, Nurcu’ denir.
Bu insanların kullandığı ortak kelimeler FETÖ’nün neden olduğu tahribat yüzünden artık kullanılamaz. Hocaefendi, maklube, Nurcu, şakirt, nur talebesi... gibi.
Tarikat ve cemaatlerde hizmet ve himmet kelimeleri yaygındır. “Hizmet eden hizmet bulur”, “himmet ededen, rahmet bulur” gibi sık sık insanlar başkalarına yardım etmeye ve hizmet etmeye teşvik edilir. Ancak bu kelimeler de FETÖ yüzünden kirletildi, katledildi.
‘The Cemaat’in en çok öne çıkan kelimesi. İnsanlar arası diyalog, dinler arası diyalog, medeniyetler arası diyalog diye diye hepimizi kandırdılar. Şimdi kimsenin ‘diyalog’ demeye ve diyalog kurmaya cesareti kalmadı.
Hasan Öztürk: Mehmetçik nöbetteydi biz şahitlik ettik
Hayatımın çok anlamlı günlerinden birini yaşadım Pazar günü…
Oğulpınar Sınır Karakolu’nda Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte Mehmetçikleri ziyaret etik. Yanımızda spor ve sanat dünyasının önemli isimleriyle hem de…Bir gün önce Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Lütfullah Göktaş’tan bir davet aldım. Sayın Cumhurbaşkanımız ile Hatay’a gidecektik.
Pazar günü saat 11 sularında Atatürk Havalimanı VİP salonuna girdiğimde şaşırdım. Açıkçası o anana kadar sadece gazeteciler olarak davet edildiğimizi sanıyordum. Bir de baktım sporculardan sanatçılara birçok tanıdık sima salonda.İbrahim Tatlıses’ten, Seda Sayan’a, Ajda Pekkan’dan, Yavuz Bingöl’e, Orhan Hakalmaz’dan, Esat Kabaklı’ya kadar birçok sanatçı bizimleydi. Mete Gazoz’dan, Gökhan Zan’a, Gökhan Gönül’den, Oğuzhan Özyakut’a sporcular da.
Açıkçası, “Hatay’da nereye gideceğimiz konusunda” hiçbirimizde tam bir bilgi yoktu. Sadece tahminlerde bulunabiliyorduk.Uçağımız İstanbul’dan havalandıktan sonra bir ara Yavuz Bingöl hepimize ev sahipliği yaptı. Hatta, NTV’den Oğuz Haksever’in ipad’ini alıp küçük röportajlar bile yaptı.
(Daha doğrusu yaptığını sandı. Zira geri döndüğünde bir de baktık ki kayıta girmeyi unutmuş. Ancak bu durumu Yavuz Bingöl’e ne ben ne Oğuz bey söyledi. Haberi ancak bu yazıyı okuduysa olmuştur.)
Uçağımız Torosların üzerindeyken, birden kaptan anonsa başladı, “Sayın misafirlerimiz, Cumhurbaşkanımızın talimatıyla Hatay yerine Afrin Meydanı’na yöneliyoruz. Birazdan 2 jet bizlere eşlik edecek.”Uçakta küçük bir dalgalanma yaşandı.
Herkes birbirine “gerçek mi” diye soruyordu. Bu arada biz “Afrin’de bu uçağın inebileceği bir pist yok” filan diye yorumlar yapıyorduk ki Esat Kabaklı “Ez oğlum” türküsünü çığırmaya başladı. Kabaklı’nın bu türküsü ile hepimiz havaya girmiştik ki pilot tekrar anonsa başladı, “1 Nisan’ınızı kutluyoruz. Size 1 Nisan şakası yaptık. Hatay için inişe geçiyoruz.”
İsmail Kılıçarslan: Bazı filmler, bazı meseleler
Geçtiğimiz on günün hemen hemen yarısını evde, deri altı enfeksiyonuna bağlı ateşle mücadele ederek geçirdim. Benim gibi yetişkin hiperaktivitesi ile malul biri için bunun ne denli zor ve sıkıcı olduğunu anlatmama bilmem gerek var mı? O zorluğu filmler ve belgesellerle aştım bir bakıma. Ve hayır, kimi aylardır listemde olan, kimine yeni tesadüf ettiğim bu filmleri size anlatarak yazı kotarmak niyetinde değilim. Bir takım meseleleri bir takım filmler üzerinden anlatmayı deneyebilirim fakat. Yapabilirim bunu.
Amsterdam’da yaşayan Faslı bir kızın bir DAEŞ hücresine katılmasını anlatan Layla M. ile başlayalım. Belki günün birinde cesaretimi toplayıp babamın halasının oğlu Yasin’in DAEŞ’e nasıl katılıp nasıl öldüğünü anlatabilirim diye düşünürken çıktı karşıma bu film.
Sıradan bir Müslüman bireyin nasıl olup da DAEŞ’e katıldığı sorusu, kabul edelim, ilginç bir soru. Fakat bu soruyu daha da ilginç hale getiren şu: Sıradan bir Müslüman birey DAEŞ’e katıldığında gördükleri onu ne hale getirir? Ve belki de daha önemlisi şu: DAEŞ’e katılan biri için bu hatadan geri dönüş var mıdır? Hep söylüyorum, yine söyleyeceğim. İnsanın, o biricik varlığın öyküsünün peşine düşmezsek dünyayı anlamlandırmak imkânsız hale geliyor. DAEŞ’i oluşturan sosyoloji uzaydan gelmedi. Üstelik bu sosyoloji, DAEŞ’i kurup yönetenlerden bağımsız olarak ilerleyen bir şey.
DAEŞ’in zayıflaması, hatta ortadan kalkması bu sosyolojinin de ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Bilhassa merkez Avrupa’daki ırkçılık ve İslamofobi’nin bu sosyolojiyi oluşturduğu artık sır değil. Bizim gibi ülkelerde ise “cennet kısa yolu” olarak adlandırdığım bir mekanizma işledi DAEŞ konusunda. “Kısa yoldan cennete gidip 1 milyon huriyle gününü gün mü etmek istiyorsun?
Merve Şebnem Oruç: Oğulpınar hudut karakolunda akşamüstü…
Son yıllarda kaç kez Hatay sınırına gittim, sayısını hatırlamıyorum. Sınır hattında ve ötesinde dolaşırken hissettiğim kalp acısının etkisi, İstanbul’a döndüğümde bazen haftalar, bazen aylar sürerdi. Türkiye-Suriye sınır hattı bana her seferinde Araf’taymışım gibi hissettirirdi. Bizi dünya üzerinde cehennemin yaşandığı topraklardan ayıran uzun hat… Hatay’dan ya da Kilis’ten karşıya geçtiğinizde gördükleriniz, duyduklarınız zihninizde uzun süre yer edecek, evinize döndüğünüzde içinizde bir çıban gibi sızlamayı sürdürecek acılardan ibaretti.
Rejim bombardımanlarından yalın ayak, üstünde sadece bir kat geceliğiyle kaçmış, sınırın hemen dibindeki zeytin ağaçlarının olduğu yere gelip çökmüş kadınlar, genç kızlar mı görmedim… Ömür boyu sürecek sakatlıklar olarak iç savaşın izlerini vücutlarında taşıyan uzuvlarını kaybetmiş çocuklar mı…
Esad’ın zindanlarında gördüğü işkencelerde dişleri sökülmüş, tırnakları çekilmiş kadınlar adamlar mı, gördüklerinden, yaşadıklarından delirmiş yaşlılar mı…
Sınır hattından uzaklaşıp derinlere ilerlemeye başladığınızda iç savaşın tehdidini an ben an üstünüzde hissetmeye başlardınız. Her an bir bomba üzerinize düşebilir, pusuya yatmış keskin nişancılar tarafından hedef alınabilir ya da teröristler tarafından kaçırılabilirdiniz.
Sınır hattında sayısı milyonlara ulaşan insanların, derme çatma yerlerde kışın dondurucu soğuğunda ya da yazın kavurucu sıcağında, yardıma muhtaç halleri mi daha dayanılmazdı yoksa geçtiğimiz yollarda yaşadıklarını anlatırken “Şurada Ahmed’le Omar’ı vurdular, gecenin çökmesini bekledik. Onları ağaçların altına gömdük. Küreğimiz yoktu, toprağı ellerimizle kazdık.
Sonra yola devam ettik,” gibi cümleleri günlük bir rutinden bahseder gibi anlatan, bir zamanlar öğretmen, fırıncı, doktorken evini, yurdunu, toprağını korumak için savaşa girmiş insanların hikâyeleri mi… Bilmiyorum.