İslam’ı dava edindiği ömrünü keskin mücadelelerle geçiren gazetemizin emektar isimlerinden Yılmaz Yalçıner, vefatının birinci sene-i devriyesinde rahmetle ve dualarla yâd ediliyor. 1963 yılında başladığı gazetecilik mesleğinde daima doğruyu yazan Yalçıner, Üstad Necip Fazıl Kısakürek ile temas etmenin yanı sıra Sebil Dergisi Yazı İşleri ekibinde yer alarak Üstad Kadir Mısıroğlu ile yol arkadaşlığı yaptı. Vesika dergisini, hemen hemen bütün sayıları toplatılan Şûra ve Tevhid gazetelerini, Rayet isimli ilk kadın dergisini yayınladı. 12 Eylül darbesine tepki olarak 1980 yılında 3 arkadaşı ile birlikte uçak kaçırma teşebbüsünde bulunduğu gerekçesiyle ömrünün 11 yıl 7 aylık süresini cezaevinde geçiren Yalçıner, 7 Aralık 2021’de böbrek yetmezliğine bağlı gelişen rahatsızlıklar sebebiyle 75 yaşında vefat etti. Yılmaz Ağabey’in naaşı Nakkaştepe Mezarlığı’na medfun bulunuyor. YALÇINER İLK VE SON ROPÖRTAJINI SADECE YENİ ŞAFAK’a vermişti.
Nihayet VİCDÂN ete kemiğe büründü hem de dünya dünya olarak en büyük, en kahpe vicdansızlığı yaşarken canım ağabeyim… Hani bana (16.10.2021 14:32) “Allah aşkına şu kitabı oku bitir de ben de onun son rötuşlarını yapayım, gözlerim açık gitmeyeyim…” diye sitemkâr yazmıştın ya, maalesef bu arzunu zamanında yerine getirip yayınlayamadığım kitabını yani VİCDÂN’ını nihayet yayınlayabildim. Senin o heyecan dolu arzunu zamanında yerine getiremediğim için çok ıstırap çektiğimi itiraf etmeliyim, sanki sen kitabı eline alıp bakıp bakıp “Eline sağlık Mekki çok güzel olmuş!” diyeceksin?
Heyecanla, şevkle, kitap dünyasının çok büyük bir eksikliğini tamamlarcasına önemseyerek ve onlarca eseri tarayarak/okuyarak günlerce araştırmalar yaparak yazma gayreti gösterdiğin kitabını göremedin ve (teneşirde yıkarlarken yanında idim) gerçekten de gözleri açık gittin; amma bundan dolayı, amma “duvarlara konuşmaktan bıktım” diye serzenişte bulunduğun “yalnız dünyanda” sevdiklerine doyamadığın, onları sevgiyle kucaklayamadığın, oturup saatlerce sohbet edemediğin için, Allah bilir.
SEN EBEDİ İSTİRAHATİNDEYKEN BİZ VİCDÂNLA BAŞ BAŞA KALDIK
Biliyorum VİCDÂN’ı yazma süreci de aynen “Türkçede Dünümüzü Hatırlatma Sözlüğü”nü yazma süreci gibi çok yorucu geçti. Aslında VİCDÂN’ı yazmak çok önceden tasarladığın bir proje idi. “Türkçede Dünümüzü Hatırlatma Sözlüğü”nü yazmaya henüz başlamamıştın. Ancak gazetedeki yazılarına; “Evim Evim Güzel Evim” sayfanın yayınına son verilince kendini dipsiz bir kör kuyuya atılmış, terkedilmiş olarak görüyor, geçmişinle daha çok hesaplaşmaya çalışıyordun. İşte o hesaplaşma anlarında VİCDÂN konusu aklına takılmış, konuyu irdelemeye, araştırmaya başlamıştın. Özellikle “hukuk fakültelerinde” böyle bir konunun ders olarak okutulmayışına bir anlam veremiyor, hatta müstakil olarak kültürümüzde, yayın dünyamızda böyle bir kitabın bulunmayışına üzülüyor, hayıflanıyordun. Benimle de her safahatını paylaşıyor heyecanına beni de ortak etmeye çabalıyordun.
Konuyu açtığın, hatta araştırmanda eksik olarak gördüğün kaynaklara ulaşabilmek için yardımlarını/düşüncelerini talep ettiğin dostların da seni şevklendiriyor, cesaretlendiriyorlardı. Ömer Nasuhi Bilmen hocanın “Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu”nda Vicdân’la alakalı bir değerlendirme var mı diye araştırmamı istemiştin, ben cevap veremeyince ortak dostumuz Beşir Eryarsoy’u aradığını onun da büyük incelik göstererek ilgilediğini, kitapta böyle bir değerlendirme olmadığını ama A.H. Akseki’nin “İslam Ahlâkı” isimli kitabından vicdanla ilgili yaklaşık 10 sayfanın fotoğrafını göndereceğini, buna çok sevindiğini yazmıştın. İşte ben de bu dostlarımızın ısrar ve teşvikleriyle VİCDÂN’ı yayınlamış oldum.
…Ve ağabeyim o çok heyecanla yayınını beklediğin artık en son ve en önemli eserin olan VİCDÂN’ı “Vicdân Evrensel Anayasa Yazılımı” ismiyle senin 2. vefat yıldönümün anısına yayınlamış bulunuyorum. Hem de Gazze ve Filistin’de zalimlerin vicdânsızlığının ayyuka çıktığı, “derdimi ummana döksem asuman ağlar” dercesine…
“Türkçede Dünümüzü Hatırlatma Sözlüğü”nü yedi buçuk senede hazırlamıştın. Eserin eline geçince, masanın üstüne koyarak sevgiyle heyecanla baktığını, duygulu anlar yaşadığını söylemiştin. Yedi buçuk yılını alan (aslında sana yaşama sevinci veren, hayat veren) eserinin gün yüzüne çıkmasından büyük keyif almıştın. Bunun yaşattığı şevk ve heyecanla VİCDÂN’ı yazmaya koyuldun. Hemen her gün bana sözlüğün satışının nasıl gittiğini soruyordun. Marmaris’teki bilinen bir kitap satış yerine gidip “sözlüğünü” arıyordun, bulamayınca bana “Ya Mekki önünde durduğum rafta “Dictionary” yazan onlarca kitap var ama benim sözlük yok maalesef” diyor, üzülüyordun. Facebook sayfanın 3000’den fazla takipçisi olduğunu, heyecanla sözlüğün çıkmasını beklediklerini, yüzde 20-30’u alsa kısa zamanda 2. baskıyı yapacağımızı ümid ettiğini söylüyordun. Satışın yavaş gitmesinden dolayı bana; “Keşke şu kitabın adını baştan iyi koysak, içinde de bana ait bilgiler de olmasaydı... Çok çok daha iyi pazarlar ikinci baskı bile yapar, hatta bana şunu genişletmelisin diye şevk verirdin…(gülücük) Şu kitaba doğru dürüst bir ad bulamamak benim büyük hatam oldu.. Sancısını halâ üzerimden atabilmiş değilim…” diye yazıyordun. Ben de sana abi satışların senin isminle vs. alakası yok. Yayınevimin çok tanınır olmadığını, dağıtımda başarılı olamadığımı anlatarak seni teselli ediyordum. Hatta eserini Reisicumhurumuz Recep Tayyip ERDOĞAN’ın talep ettiğini söylüyor ve kendisine İstanbul Milletvekili Meclis İdare Amiri Hasan Turan Bey kardeşimiz vasıtasıyla takdim edildiğinin resmini sana göndererek seni teselli ettiğimi hatırlıyorum.
“MEKKİ ÖDÜL ALDIM ÖDÜL”
Belki de bu sözlük vesilesiyle seni en çok sevindiren, onurlandıran hayatında ilk defa bir eserinden (Sözlüğünden) dolayı teşekkür mektubu almış olmandı. Kayseri Talas Belediyesi sözlüğünden bir miktar almışlardı. Çok beğenildiği için Belediye Başkanı Mustafa Yalçın’ın imzasıyla takdirlerini sana bir mektup yazarak bildiriyorlar, tebrik ediyorlardı. Ne kadar sevinmiştin bu mektubu alınca değil mi? Hayatının ilkiydi bu, zaten sonuncusu da olmuştu. Dünyanın en büyük ödülü gibi gelmişti sana, “hayatımın ilk ödülü” diyordun bana…
VİCDÂN’ın yazım aşamasının hemen her safhasında haberleştik ve yazıştık. Bazı kere ulaşamadığın, bulamadığın dokümanları istiyordun. Her yazdığın bölümü bana gönderiyor, o kendine has heyecan ve üslubunla “Nasıl olmuş?” diye bana soruyordun. Bazen de mesela, (16.10.2021 14:31] tarihinde olduğu gibi “Elinin altındaki kitapta sık sık vurgu yaptığım bir “ruhbanlar” taifesi var. Bir diğer deyişle “din inşacıları”... Her din ve ideoloji, yok ve yoksulların vicdanlarında ma’kes bulan tez, söylem, davet, sistem artık her ne dersen; seslenişle halka umut verirler. Bir süre sonra bu davet türeyen “ruhban” taifesi tarafından sömürü manivelası haline dönüştürülür…” diye yazarak ruhundaki yangınlara beni de ortak etmeye çalışırdın.
VİCDÂN’ı farklı bir metod ve tarzda yazdın. Umuyorum ki hem konusu itibarıyla, hem de tarzıyla yayın dünyamızda çok önemli bir kabul görecek. Hayırla anılacak, bitip tükenmeyen Fatihalara, Tebarekelere, Yasinlere kavuşacaksın inşaallah…
HATIRALARINI HEM YAZMAK İSTEMEZ HEM DE YAZMAYA ÇALIŞIRDI
On bir sene bir arada kaldık dört inanmış, adanmışlar olarak. “Ya hiç birimiz bu kadar sene ailesiyle bir arada yaşamamıştır, ama biz yaşadık” derdin sıkça. Her güne bir hikâyeyi, her ayda bambaşka bir öyküyü yazar yaşadıklarımız. Başta Sadık (Albayrak) abi olmak üzere dostlarımız “Şu hatıralarınızı yazmalısınız. Bu sizin için önemli bir görevdir. Ümmete yaşadıklarınızdan çıkardığınız dersleri, tecrübelerinizi aktarmak zorundasınız” diye özellikle de seni zorluyorlardı. Sen de hep “Yazarsak dördümüz birlikte yazalım” diye öteliyor, erteliyordun. Hatta radyo, televizyon, gazetelerden gelen konuşma tekliflerini de “Başka zaman.” diyerek nezaketle kabul etmiyordun. Sadece Yeni Şafak’a röportaj vermiş, başkaca da konuşmamıştın. Biz de konuşmadık, yazmadık. Bir ara “Dürüst Gazete” ismiyle bir gazete yayınlama teşebbüsümüz oldu ve orada hatıralarımızı yazalım dedik. Bana “Mekki sen yaz biz de yazdıklarına takviye yapalım” demiştin ve öyle de yaptık, Dürüst Gazete’nin yayınlanan ilk sayısıyla basılıp da matbaada kalan YAYSAT tarafından dağıtılamayan 2. Nüshasında hatıralarımızı yayınlamaya başlamıştık. Orada kaldı. Aslında sen bir iki kez yazmaya çalıştın. Birinde Sarayburnu’nda birlikte dertleşmek üzere bir araya geldiğimizde 80-100 sayfalık yazdıklarını göstermiştin de “Ya yazdım amma bir de bana sor. Ben tarihe tek taraflı, sadece benim gözümden bir hatıra bırakmak istemiyorum. Yanlış yapmaktan, insanları yanlışa sürüklemekten korkuyorum, bu vebali taşıyamam” minvalinde epeyce bir şey söylemiştin bana. Oracıkta, yazdığın bir tomar kağıdı yırtıp atmıştın. Ne yazdığını merak ettim abi bir bakayım dedimse de “Yok sen de görme, okuma. Kafan karışmasın. Benimle birlikte mezara gitsin” demiştin.
Yine özellikle Sadık abinin “Ya deli oğlan (nedense Duran Kömürcü abi gibi o da böyle söylerdi) yaz şu hatıralarını!” diye sürekli üstelemesinden dolayı VİCDÂN’ı yazıp bitirdikten sonra hatıraları “Şaka Gibi…” başlığıyla (kitabın adı bu olacaktı) yazmaya başladığını bana da söylemiştin. Sık sık “Şu nasıl oldu, nerede geçti” diye bana ve Çocuk Koğuşunda beraber kaldığımız, hala muhabbetimizin devam ettiği kardeşlerimize soruyor yazıyordun. Ne var ki beklemediğimiz bir anda “Hak vaki” olunca yarım kaldı yazdıkların. 96 sayfa yazmışsın. Oğlun Fatih bilgisayarından alarak bana emanet etti yazdıklarını ama zaten yazdıklarını okumam, tashih etmem, eksik kalan yerleri tamamlamam için bana göndermiştin. İnşaallah benim ömrüm vefa ederse bunu da ilaveler yaparak 3. Vefat yıldönümünde yayınlayacağım.
BAŞIMA GELEN AKLIMDA KALAN
Hatıratına kendi özgeçmişini yazarak, bir takdim gibi, niçin hatıralarını yazmaya başladığını şu şekilde ifade ediyordun:
“Hatırat yazmak, yaman iş. Ciddi anlamda hayatınızın olumlu ve olumsuz yanlarını, eğip bükmeden yazabilmek her kişinin harcı değil. Nefsini ayağının altına alıp “itiraf” mahiyetinde yazmak Jean Jacques Rousseau, Lev Tolstoy, Babür Şah gibi çok nadir insanların harcı olabilmiştir.
Yazdıklarınız sadece sizi bağlamaz. Kendi pencerenizden bakıp da haklarında kanâât serdettiğiniz insanları da etkiler. Kimi beğenir, kimi rencide olur, kimi yalanlayabilir... Hatıratların kaçınılmaz vebâlidir bu... Bu yüzden gücüm yettiğince ismi geçenler hakkında hürmetli, edebli dil kullanmaya çalıştım. Öfkelendiğim, işkencecilerime, dolandırıcılarıma karşı bile, hakkımı helâl etmemenin dışında itidalli davranma çabasında oldum.
Günü gününe tutulmuş notlarım yoktu. Neredeyse ahir ömrümde, zaman zaman bir köşelere yazdıklarımı gözden geçirip, hatırladığım kadarıyla tekrar kotardım.
Bir faydası olursa temennisiyle...”
Şöyle başlamışsın hatıratına; “Başıma gelen Aklımda kalan”
“Bugün 6 Eylül 2020. Çocuk Koğuşu (31. Koğuş) kardeşlerimden H. K. ile telefonda uzun bir konuşmamız oldu. Güleç yüzünü, içten konuşmasını asla unutamadığım kardeşlerimdendir. Hatıralarımızı tazeledik. Biz (Hasan Güneşer, Mekki Yassıkaya, Ömer Yorulmaz ve ben) hüküm giyip, tutukluluk hâlimizin sona ermesiyle “Diyarbakır 5 No’lu”dan ayrılıp Malatya E. Tipi Cezaevi’ne gönderildik. Bizden sonra 31. Koğuş’ta kalan genç kardeşlerim bir ara direniş yapmışlar. Daha önce de duymuştum, ama tafsilâtını bilmiyordum, ilgiyle dinledim.”
İnşaAllah bundan sonrasını, bir mani olmazsa Ömer, Hasan ve ben hatta bir buçuk sene kadar beraber yaşadığımız 31. Koğuşun birbirinden değerli kardeşlerimizle hatırladıklarımızı senin hatıralarına ilave ederek “Şaka Gibi…”yi bir sonraki vefat yıldönümüne yetiştirmeye çalışacağız.
İşte henüz bu hatıraları kaleme almadan önce ara sıra “Mekki, bak şu çok önemli. Sen not tutmakta ve saklamakta mahirsin. Şu anlatacaklarımızı bir kenara not et, zamanı gelince yazarız, açıklarız” diyerek bana emanet ettiğin bilgiler olurdu. Bunlardan birini, bana emanet ettiğin birkaç önemli hatıranı yarım kalan hatıralarının arasına daha tafsilatlıca dercettiğini farkettim. Keşke dedim, vicdansızlığın ayyuka çıktığı, zalimlerin el üstünde tutulup mazlumların insan bile kabul edilmediği bu dünyayı bize bırakıp gitmeden bunları açıklasaydın da bize kalmasaydı diye hayıflanmadım değil. Ne yapalım kader böyle tecelli etti, elden ne gelir ki?
Ruhun şâd, kabrin pürnûr olsun abim. Gelecek sene bu sayfalarda buluşmak üzere inşallah…