Gündem yeniden Filistin ve İsrail’e kilitlendi. Yaşananlar öncekilerden çok daha şiddetli. Yalnızca çatışmalar değil, hadiselere ilişkin dezenformasyon da şiddetini arttırmış durumda. Bir kez daha görüyoruz ki algı yönetimi, Batı ve İsrail’in askeri müdahaleleri kadar yıkıcı. Öyle ki olaylar, mazlumu zalim, zalimi mazlum olarak algılatacak şekilde çarpıtılmış bulunuyor. Bu süreçte yapılması gereken ilk şey ise sorunu yeniden gözden geçirmek ve adını doğru koymak.
Filistin’i bugünlere getiren sosyolojik süreç, İngiliz iskân politikalarıyla başladı. Toplama Yahudi nüfus bu bölgelere yerleştirildi. Filistin topraklarında bir anda demografik yapı değiştirildi ve günümüze kadar yansıyan bir sosyolojik alan açıldı. Akabinde 1948 yılında İsrail devleti kuruldu.
Bu süreçte kurulan devletin sınırları ve öngörülen genişleme alanı içinde kalan Filistin halkı uluslararası kamuoyunda “sorun” olarak tanımlanmaya başlandı. Böylece bölgeye ilişkin her gündemde “Filistin sorunu” ifadesi kullanıldı. Baştan yanlış iliklenen gömlek misali bu yanlış tanım, dünya kamuoyunda bölgede gelişen her durumun Filistin halkından kaynaklanan bir sorun olarak algılanmasına yol açıyor. Küresel medya kuruluşlarının kullandıkları İsrail yanlısı söylem de bunu destekliyor ve küresel bir dezenformasyona meydan veriyor.
7 Ekim’de başlayan süreçte ise söz konusu çarpıtma had safhaya ulaştı. Küresel siyaset ve medya el ele vererek İsrail’in etrafında bir mağduriyet halesi oluşturuyor. Filistin’in yaşadığı işgal, şiddet ve insani krizden bahsetmeye kalkışıldığında hemen terör kartı çekiliyor. Kamuoyu ya İsrail’i ya da terörü desteklemek ikileminde bırakılıyor. Tam anlamıyla yavuz hırsız ev sahibini bastırmış durumda. Bunda İslam Dünyası’nda dahi sorunun adının yanlış konulmasının payı bulunuyor.
İsrail, Filistin halkını yalnızlaştırma, tek merkezli bir dayanışma refleksi geliştirmesini önleme ve Filistin’in topraklarını savunma hakkını yerine getirecek yapılanmaları bir terör örgütü olarak tanımlama stratejisi izliyor.
İsrail, bu stratejisi doğrultusunda medya yoluyla gerçekleştirdiği algı operasyonları ile Filistin direnişini ve dünya kamuoyunu manipüle ediyor. Yerleşimci politikası, Filistin halkı ile sıcak teması sağlayan, onu reaksiyona iten ve böylece İsrail’in müdahalesine kapı açan bir gerilim mekanizması işlevi görüyor.
Filistin halkı bu politikaya direniş göstermese, uygulama yaygınlaştırılıyor, demografik değişimin sınırları ve işgal alanı genişletiliyor. Karşılık verse bahsettiğimiz dezenformasyon mekanizmaları derhal devreye sokularak karşı müdahaleyi meşrulaştırma işlevi görüyor. Filistin halkı, karşılık verme ve vermeme ikilemi ve karşılık verdiğinde maruz kaldığı müdahaleyi meşrulaştırma paradoksu ile tam bir çaresizlik yaşıyor.
İsrail’in stratejisi, zaten bu ikilem ve paradoks üzerine kurgulanmış durumda. Sorun, İngilizlerin toplama bir toplumu mandası altındaki Filistin’de iskânı ve İsrail’in de aynı politikayı “Yahudi yerleşimci” işgali ile sürdürmesi olarak algılanmıyor. Sorun, Filistin halkının direnişinin yol açtığı İsrail’in ve “yerleşimcilerin güvenliği” sorunu olarak algılanıyor. İsrail’in güvenlik amaçlı askerî müdahalelere mecbur (!) kaldığını söyleyen bir uluslararası kabul ortaya çıkıyor.
Filistin halkının bu stratejiye karşı koyabilmesi için, uluslararası toplum nezdinde kendi lehine kullanabileceği, destek alabileceği hiçbir diplomatik mekanizma bulunmuyor. BM, AB, İslam İş Birliği Teşkilatı, Arap ve Afrika Birliği ve diğer uluslararası mekanizmalar konuya adeta kör ve sağır. Bu sözde mekanizmalar fiilen İsrail’i uluslararası hukukun üstünde, Filistin’i ise uluslararası hukukun dışında bir konuma itiyor. Filistin halkı, İslâm dünyasında dahi yalnız. Hiçbir yaptırım gücü olmayan sivil protesto grupları dışında Filistin üzerinde temerküz etmiş nitelikli bir destek yok.
İsrail’in arkasında ise hem küresel güç odakları hem de güçlü Yahudi lobileri bulunuyor. Dahası, birçok İslâm ülke yöneticilerinin İsrail ile siyasî çıkar ilişkileri var. Bu doğrudan ve dolaylı nitelikli destekler, İsrail’i pervasızca, gözü dönmüş ve insanlığını tamamen yitirmiş bir tutuma sürüklüyor. Müslüman Filistin halkı ise, yalnızlık ve haksızlık kıskacında, İsrail denilen savaş makinesinin pençesinde hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Öncelikle sorunun Filistin sorunu olarak değil, bütünüyle İslâm dünyasının “İsrail sorunu” olarak tanımlanması gerekiyor. İsrail sorunu, BM kararları, uluslararası hukuk çerçevesinde ve tarihi gerçekler ışığında çözümlenecek bir sorundur. Ancak, sorunun böyle ele alınmasının önündeki en büyük engel, söz konusu normlara ve gerçeklere duyarsız bir Batı ve İslam kamuoyu. İsrail’in çıkarları ile örtüşen bu duruma birilerinin merhamete gelerek son vereceğini beklemek ne kadar yanlış ise, sadece Filistin’in askerî veya diplomatik olarak fonksiyonel bir karşılık vermesini beklemek de o kadar yanlış.
Çözüm İslam Dünyası’nın fonksiyonel ve nitelikli dayanışmasında düğümleniyor. İsrail’in stratejisine, fonksiyonel bir strateji ile karşılık veren bir İslâm dayanışması teşkil edilmeli. Batı ve İsrail, karşısında bu keyfiyeti kazanmış bir muhatap olarak topyekûn İslâm dünyasını bulmadıkça, çözüm de olmayacaktır. Yaşananların vebalini İsrail ve Batı kampına yüklemek yetmiyor. İslâm dünyası neden bu keyfiyeti kazanamıyor? Karşımızdaki en ağır sorun bu…