Oldukça kişisel ve oldukça sıradan bir 28 Şubat yazısıyla karşınızdayım. Geçtiğimiz günlerde meslekten bir arkadaş ile konu üzerine dertleşirken, “Yazmalısınız” dedi. “Hikayesini, romanını. Yazmadığınız, anlatmadığınız hikaye sizin değildir.” “Evet haklısın ama henüz dudağımız titremeden, gözümüz yaşarmadan konuşmayı, anlatmayı beceremiyorken nasıl olacak bu iş? Şayet bir gün 28 Şubat hakkında konuşmayı başarırsak yazmaya da başlarız elbet.” diyerek karşılık vermiştim.
Bu konuşmanın üzerinden daha hafta geçmeden önüme düşen bu yazı serüveni, hayata dair defalarca doğruladığım bir tezimi hatırlattı bana: “Olmuşsa vakti gelmiştir de ondan.” Böyle diyerek oturdum klavye başına.
28 Şubat… Bin bir hayalle doldurduğumuz üniversite tercih listemizdeki okulların kapılarından kimimiz boynu bükük içeri girerken, kimimizin de kapıdan döndüğü tarih…
28 Şubat… Bir şubat günü, bizim adımıza, bize rağmen, koca koca adamların korkularına yenik düşerek aldıkları acımasız kararlar…
28 Şubat… Henüz tomurcuğa duran mimoza çiçekleri gibiydik ayaza vuran…
Benim 28 Şubat hikayem, birçoğumuzunki kadar sıradan, aynı zamanda da birçoğumuzunki kadar eşsiz ve biricik. Henüz yazılmamış hikayemin başlangıcı ortaokul yıllarıma hatta ilkokula kadar gidiyor. İlkokulu bitirip de mezun olduğumda, her muhafazakar ortalama ailede olduğu gibi babam “Artık başını kapatmalısın” diye döktü ortaya niyetini. Bunu duyan ben isyan bayrağını çoktan açmış itirazlarımı sıralamıştım. Neyse gel zaman git zaman başımı örtmediğim gibi okul diye de tutturmuştum. Şükür ki, okul konusunda benden hevesli canım babam da aynı niyetle kıvranıp dururmuş. Öyle böyle derken İmam-Hatip Ortaokulunda aldım soluğu. İlk zamanlar sadece meslek derslerinde başımızı örter, diğer derslerde başımız açık olurduk. Olayın garabeti kendinden mülhem süreç sonunda bir gün okuldaki ablalarımızı da örnek alarak örttük başımızı ve bir daha hiç açmadık. Aç kapa aç kapa nedir dedik nihayetinde. Sonra gazetelere ilk öyle manşet olduk tabii. Evdeki sancılı süreç, dönemin konjonktüründe olayın manşete çıkmakla sınırlı kalmasıyla sona erdi. Babam bir taşla iki kuş vurmuş, ben ise özgür irademin doruklarında geziyordum. Okuldaki meslek dersi öğretmenlerimiz bizi iftiharla gösteriyordu. Bizdeki gururun ise tarifi yok.
Gel zaman git zaman lise de bitmiş, Anadolu’nun nispeten küçük kasabasındaki yolculuğumun sonuna yaklaşmıştım. Hayaller İletişim Fakültesi iken kader benim yolumu önce İlahiyat Fakültesine düşürmüştü. İyi ki de öyle olmuştu. Ömrüm boyunca unutmayacağım hocalarla orada tanımış, hala sürdürdüğümüz dostlukları orada edinmiştim.
Lakin ikinci sınıfın ikinci döneminde, bir yandan okulu bitirmeye çalışıyor bir yandan da İletişim Fakültesi hayalim için yoğun ders programımdan fırsat buldukça sıra altlarında soru çözüyor, bazen de etüt salonlarında sabahlıyordum. Bu sırada Milli Güvenlik Kurulu toplanmış 28 Şubat kararları yayınlanmış, Kemal Alemdaroğlu’nun çıkardığı genelge ile Cerrahpaşa’da başörtüsü nedeniyle okula alınmayan kızlar gündemimize girmişti çoktan. Hiç unutmam bir gün, Hadis dersi hocamız Prof. Dr. Lütfi Çakan dayanamayıp dersi yarıda kesmişti. “Çocuklar kardeşleriniz için sancılı bir dönem başladı, dua edelim” demişti. Henüz hayatının baharında ana kuzusu bizler için idrak etmesi ağır mevzulardı bunlar. İşin doğrusu; henüz birkaç fırın ekmek tüketmediğimiz zamanlardı. Kocaman pardesülerimiz, belimize uzanan eşarplarımızla hayal dünyalarımızda seke seke dolanırken, makus talihimiz de bizimle birlikte büyüyordu.
Her anlamda sancılı geçen bir süreç sonunda okulu tamamlamış, istediğim bölüme, ilk tercihime yerleşmiştim. Okula kayıt için gittiğim günü hiç unutmuyorum. Öğrenci işlerinde büyük bir hevesle elime tutuşturulan dört yıllık programı altını çize çize okumuş, ders isimleriyle mest olmuştum adeta. Heves kavramının nasıl kırıldığından, nasıl içte kalan bir şey olduğundan henüz habersizken, yasak İstanbul’daki okullarda hızla yayılmaktaydı.
Okuldan eve her döndüğüm gün bir arkadaşımın daha okul kapısında kaldığı haberini alıyordum. Artan her sayı ile hüznümüz öfkeye, öfkemiz de hınca dönüşüyordu. Derken hevesle başladığım okul yerine önce Cerrahpaşa, ardından Beyazıt, Bakırköy derken Göztepe kampüs önlerine eyleme gitmeye başladım. Hatta zaman içinde eylem artık hayatımın bir rutini olmuştu. Kimi zaman yediğimiz biber gazıyla nefessiz kalıyor, kimi zaman bir panzerin altında kalmaktan son anda kurtuluyorduk. Bol “abla”lı, bol “ağabey”li günlerden geçiyorduk. Aklımızın yetmediği yerde onlara tabi oluyor, eylemden eyleme koşuyorduk dilimizde sloganlar eşliğinde. Biz “Başörtüsü onurumuzdur.”, “Eğitim hakkımız engellenemez” derken diğer bir taraf, “siyasi simge”, “Orta Çağ zihniyeti” diyordu. Kavramlar, suçlamalar havalarda uçuşurken, hakikatin, “bir neslin elden kayıp gidişi”nin, kimin umurunda olduğunu düşünecek zaman kalmıyordu.
İkinci sınıfa geldiğimizde, ders kaydı için “saç açık” fotoğraf istendi. Çare arayana çare mi yok. Fatih’te kadın bir fotoğrafçı var dediler. Bi koşu gittik çekindik, neyse dedik bununla kalsın yeter ki, ama kalmadı elbet. Bir sonraki aşamaya gelindiğinde zaten bir elin parmağını geçmeyen başörtülü öğrenci sayısı ikinci günde yarıya düştü. Kaldık mı kapıda boynu bükük. İlk yıl, aynı okuldan mezun olup, aynı evde kaldığım arkadaşımın ikinci günü derse girerken benim kapıda öylece kalışımın içimde yarattığı kalp kırıklığını bugün bile en derinlerimde hissederim. Kimseyi yargılayacak, sorgulayacak değilim elbet, ne haddime. Birimiz derse diğerimiz eyleme. Böylece herkes yolunu çizmiş oldu kendince…
Zihnimdeki kodlamalar alt üst olmuştu. Asker dediğin vatanımızı bekler, bizi korurdu, polis dediğin asayişi sağlar ve yine bizi düşünürdü. Ama öyle olmamıştı, ölesiye korktuğum coplara doğru yürürken içimde tek bir duygu vardı: Bu engeli aşmalısın. Aile cephesinde de işler karışık. Yıllar önce ilkokulu bitirdiğimde “başını kapat” diyen babam bu kez de “Başını aç okuluna devam et” diyordu. Kafalar karışık, zihinler dağınık. Benimse dilimde tek bir kelime: Hayır!
Bir gün zihin olarak tümüyle başka mahalleden olan sınıf arkadaşımla eylemde karşılaştık. Bizi haber yapmaya gelmişti üstelik iyi niyetli de değildi. Daha önceden bir iki sohbet etmiş olmanın mahcubiyetiyle “Hepsi senin gibi değil!” diyebildi sadece. “Ben nasılım, onların benim gibi olmadığını nereden biliyorsun ki?” diyebildim. Sohbet de başlamadan bitti böylece. Kutuplaşma, bölünüp parçalara ayrışma böyle bir şeydi demek ki.
11 Ekim günü, tarihin görüp görebileceği en kardeşçe eylemlerden birine imza atmıştık. “Başörtüsü için El Ele” eyleminde polisin uzun tartışmalardan sonra izin vermesiyle kendimi Boğaz köprüsünde bir anda en önde, kameraların önünde bulmuş, böylece ailem üzülmesin diye haberdar etmediğim eylemden ailem akşam haberleri sayesinde haberdar olmuştu. Kaderin cilvesi işte…
Ekonomik buhrana iç karartıcı yasağın kasveti çökmüş, okula alınmaz, sokakta istenmez, hepsi birbirinden karamsar hikayelerin olduğu öğrenci evine sığamaz olmuştuk. Şimdi düşünüyorum da
28 Şubat bizden sadece okullarımızı, kariyerimizi almamış, şimdinin gençlerine baktığımda aslında bizlerden en güzel yıllarımızı çalmış. Derken, okul dekanımızın sosyalist kimliği, nispeten can simidimiz olmuştu ama ne can simidi! “Zaten sayınız çok az çocuklar, ortalıklarda çok görünmezseniz biz de sınavlarda sizi görmeyiz” dedi. Bu bir nevi inisiyatif, iyi niyetti. Böylelikle kışın bereli, yazın fular üstüne hasır şapkalı günlere merhaba dedik. Öz güven kavramının anlamını bile henüz bilmezken öz güvenimizin elli yerinden kırıldığı o yıllar… Meşrutiyet Camii’nin dili olsa konuşsa derim bazen. Çoğu zaman gireceğimiz dersin notuna bile ulaşamamışken en azından sınava girmiş oluruz ümidiyle camide kılıktan kılığa girer, sonra ezile büzüle kaldırım diplerinde yürüyerek okula ulaşır, en kestirme yollardan sınava gireceğimiz salonu bulurduk, sınıf arkadaşlarımızın garip bakışları altında…
Ben olmanın anlamı yoktu o an bende. Dışım başka birisi idi içim başka… Ezile büzüle girdiğimiz okuldan sessiz sedasız mezun olmuştum. Mezuniyet töreninde yasağın ikinci günü başını açıp derse giren arkadaşım derece yapmıştı. Sağ olsun tören sonunda getirdiği cüppeyi sırayla giyerek hatıra fotoğrafı ile mezuniyetimizi taçlandırmıştık biz de CRR Konser Salonu’nun fuayesinde. Şimdi olsam yapar mıydım böyle bir şey. Sanırım yine yapardım… Tören biter bitmez okul seçeneği kapanınca, çareyi mesleğe erken atılmakta bulduğumuz için tören için zar zor izin aldığım işime koşturmuştum. Otobüsten kaynaklı yarım saat geciktiğim için 20 betacam kasedi birden kucağıma bırakıp tüm gün surat asan “mücahid” abinin içimdeki yangından haberi yoktu elbet, empati henüz o yıllarda icat edilmemişti bir ihtimal.
Tüm olumsuzluklara rağmen oldukça iyi bir ortalama ile mezun olmuştum okulumdan lakin öz güvenim yerle bir, ekonomim sıfıra yakın, hevesim ise kursağımda kalmıştı. Değil akademik kariyer, okul görecek hal kalmamıştı bende. Nitekim o günden sonra okula bir sonraki ziyaretim 15 yıl sonra, başörtülü diplomamı almak üzere olmuştu.
Fakat 28 Şubat etkisi bizde hiç geçmedi. Kimse de geçmesine izin vermedi. Okul yıllarında bizi ötekileştiren kesimden yediğimiz darbeler bu kez bizim cenahtan çıkageldi. Ötekileştirmeyi, bu kez bambaşka biçimlerde bizim mahallede yaşadık. İş hayatı bizim için kan kusup kızılcık şerbeti içmek gibiydi. Ne yapsak, ne etsek, ağzımızla kuş da tutsak evin kızı olmaktan öteye gidemedik. Oysa ne başkalarının armut piş ağzıma düş elde ettiği diplomalardaydı gözümüz ne de sırf “prezentabl” oldukları için önlerine makamlar serilen ablaların kariyerindeydi aslında… Bir gün siyasetin “S”sinden haberi olmayan “con con” sınıf arkadaşımın X partisinin başkanlığında basın işlerine girdiğini görünceki şaşkınlığım zamanla kanıksamaya dönüştü…
Biz ise her zaman daha azına razı olmak, bulduğuna şükretmek zorunda bırakıldık. Biraz şikayet edip, halimizi anlatmaya kalksak işin edebiyatını yapmakla, ekmeğini yemekle itham edildik. “Bırakın şu mağdur edebiyatını” diyen mi ararsın, sırtlarındaki bir kamburmuşuz gibi öfkelenerek konuyu kapatan mı?
Dediğim gibi 28 Şubat siyasi iradenin gayretleriyle sona ermiş olsa da, birilerinin 28 Şubat’la imtihanı hala bitmedi. Hatta çok ötelere uzanıyor… Elbet, bu hikaye bizim. Senaryoyu biz yazmasak da oyuncusu biz olduk iyisiyle kötüsüyle. Fakat bu hikayenin ötelere uzanan kısmında oyunu oynayanlar için bir not çizelgesi de var sonunda. İyi oynayana iyi not, peki ya kötü oynayana?