Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ile birlikte Batı’nın Rusya’ya karşı, uzun bir süreden beri ilk kez top yekûn bir birlik görüntüsü vermesi dünya kamuoyu ve siyaset teorisyenleri açısından oldukça dikkat çekiciydi. Öte yandan, hem Rusya Devlet Başkanı Putin’in hem ABD Başkanı Biden’ın meseleyi neredeyse Doğu-Batı ve bir değerler savaşı gibi resmetmesi ve hatta Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy’nin Ukrayna’yı Rusya ile medeniyet arasındaki son savunma hattı olarak adlandırması 90’ların meşhur “Medeniyetler Çatışması” tezini akla getirdi ister istemez. Bu yüzden, sadece başlığı aratınca bile son birkaç ayda yazılan onlarca yazı ile karşılaşıyorsunuz.
Fazla meraklandırmadan belirtmem gerekirse; aralarında Oliver Roy gibi meşhur siyaset bilimcilerinin de yer aldığı Batılı yazarların çoğu, Batı medyasına hâkim olan coşkulu dilin aksine durumu bir medeniyetler savaşı olarak okumuyor. Hatırlayacak olursak, Huntington’a göre dünyanın geleceğini şekillendirecek medeniyet öbeklerinden biri merkezi Rusya olan Ortodoks-Slav medeniyet havzası idi. Ukrayna da, bu havzasının bir çevre unsuru olarak dillendirilmişti. Şu anki görüntü ortadayken her birini bu konuda yazmaya iten, taraf devlet başkanlarının aşırı ideolojik demeçleri ve medyanın mevzuyu barbarlık ve medenilik arasında bir savaş gibi resmetme kolaycılığı olsa gerek. Avrasyacı hayalperestlerin de bu okuma biçiminden hayli memnun oldukları gözlemleniyor. Oysa biraz izan sahibi herkesin anlayabileceği üzere bu savaşın, bırakın bir medeniyetler savaşı olmayı, geçmişte liberalizm ve sosyalizm arasında cereyan eden ideolojik çatışma gibi geniş hatlı bir mücadeleye benzediği bile söylenemez.
Her ne kadar bu savaş, uzun süredir çeşitli vesilelerle gündeme getirilen uluslararası sistemin yapısına yönelik tartışmaları alevlendirmiş olsa da, ne Ukrayna’nın ardına hizalanan Batı açısından, ne de Rusya’nın yanından ayrılmayan Çin ve Hindistan gibi merkezi ülkeler açısından bir medeniyetler savaşı görüntüsü tadı vermiyor.
Şüphesiz bu savaş bir medeniyetler savaşı, bir Doğu-Batı savaşı gibi görülse memnun olacak çok fazla teorisyen çıkar. Tez, son çeyrek asırda hatırı sayılır bir itibar edindi kendine. Oysa biraz yakından bakınca, tezin sahibi Huntington bile temelde ne sosyalist SSCB’yi ne de milliyetçi Rusya’yı Batı medeniyeti dışında değerlendirmişti. “Liberalizm, sosyalizm, anarşizm, korporatizm, Marksizm, komünizm, sosyal demokrasi, muhafazakarlık, milliyetçilik, faşizm, ve Hıristiyan demokrasisi de dâhil olmak üzere, 20. yüzyılın devasa ideolojilerinin tek bir ortak noktası vardır; Batı medeniyetinin ürünleri olmak.”
Aslında savaşı sonlandırmak üzere kurulan, bir tarafında Ortodoks Hıristiyan Slav Rusların, diğer tarafında soydaşları dindaşları Ukraynalıların bulunduğu barış masasının Müslüman toprağı İstanbul’da kurulması ve girişimin öncüsü Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın ayakta alkışlandığı sahne, Huntington’un Rusya ve Slavlarla ilgili öngörülerinin tutmadığının tek başına açık bir kanıtı.
Medya ve medyanın vitrine çıkarmayı sevdiği heyecanlı teorisyenler durumu abartsa da, Rusya açısından ağırlıklı olarak jeopolitik bir savaş bu. Kimileri durumu ekonomik olarak okuyor ki, jeopolitikle birbirlerinden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Rusya’nın tam karşısına karargâh kurup Ukrayna’ya destek veren Batı için de öyle görünüyor. Bu savaş Ukraynalılar açısından hayati; ulusal bir varlık yokluk meselesi çünkü.
Huntington’un tezinin tekrar söz konusu edilmesi, meseleye Türkiye ve Müslüman toplumlar açısından tekrar bakmak için bize bir fırsat sunuyor. Tezin geçerliliği ile ilgili de bir güncelleme yapmış oluruz.
Oliver Roy, Bruno Maçães gibi yazarların da ortaya koyduğu gibi Huntington’un pek çok öngörüsü boş çıktı fakat atladıkları bir nokta var. Huntington’un tezinin ana teması, tüm o sınıflamaların ve öbeklerin ötesinde başta İslam medeniyetinin ve Konfüçyüsçü Çin’in Batı’ya gerçekten tehlike teşkil edebileceği idi. Son tahlilde, Hıristiyan Ortodoks Rusya’nın Batı’ya destek vererek büyüyen “İslami direnişi” söndürmeye yardımcı olacağını varsaymıştı
Konfüsyüsçülük, temelde dünyacı bir ahlak felsefesidir. Çin’de kimi dönemler bir din gibi muamele görse de kendisinin hiçbir zaman böyle bir iddiasının olmadığı bilinmektedir. Eğitilmiş ehil insanlardan oluşan ideal bir toplum inşa etmeyi amaçlamış, halkın baskı, ceza ve korkuyla yönetilemeyeceğine inanmış, bu bağlamda paylaşımcı bir refah toplumunu savunmuş ve bunun ancak erdemli bir yönetimle sağlanabileceğini iddia etmiştir.
“Halk, sadece yasalarla yönetilmeye çalışılır ve cezalarla yola getirilmek istenirse, kendilerini cezalardan kurtarmanın bir yolunu arayacaklardır. Ancak erdemle yönetilir ve terbiye edilerek yola getirilmek istenirse utanç duyacaklar ve böylece iyi olmaya çalışacaklardır.”
Çin Komünist Partisi, Çin’in idare şeklini “devlet sosyalizmi” olarak tanımlasa da aslında sosyalizmden koptukları bir vakıadır. Uygulanan ekonomik modelin sosyalist bir nitelik taşımadığı açıktır. Sosyalizm, partinin ülke içerisindeki egemenliğini sürdürme vasıtası olarak işlev görmektedir yalnızca. İnandırıcı olmadığından ve artık yeterince birleştirici bir unsur gibi görülmediğinden olsa gerek Mao’nun “Kültür Devrimi” ile yıktığı pek çok geleneği yeniden diriltme telaşına düşmüşlerdir.
Halihazırda, kapitalizmin kolektif bir versiyonu olmak dışında bir vasfı olmayan yönetim biçiminin Konfüçyüs’ü ilkesel değil pragmatik nedenlerle yeniden keşfettiğini söylemek uygunsuz bir yorum olmaz. Sadece ülkeyi kontrol etme biçimi ve sınırları içerisinde hükmettiği diğer diğer din ve milletlerden azınlıklara yaklaşımı bile bize yeterince delil sunuyor. Bugünkü Çin’i Konfüçyüsçü olarak adlandıracaksak, başat ilkeler olan “insana saygı ve geleneklere hürmet”in nerede kaldığını sormak en tabii hakkımız olmalı.
Huntington, Çin’in Konfüçyüs’ü yeniden keşfedip geleneğinden aldığı güçle yeniden bir medeniyet havzası oluşturacağı ve Batı-dışı bir anlayış geliştireceğini varsaymıştı. Bana göre görünen köy kılavuz istemez. Bugünkü Çin, Batı tipi kapitalizm ile Çin işi sosyalizmin pragmatik bir meyvesi sadece
Son üç dört asır içinde, büyük çoğunluğu Batılı ülkelerce sömürgeleştirilen İslam coğrafyasının bir zamanlar sahip olduğu medeniyetten bugün geriye soluk bir resminin kaldığından kimsenin şüphesi olmasa gerek. Yine de o ışıltının tamamen kaybedildiğini söylemek doğru olmaz. Bence tabloyu daha vahim kılan asıl nokta, sömürgeleştirilmekten birer birer kurutulan İslam ülkelerinin istikametlerini Batı’ya çevirmiş olmalarıdır. Kapitalist, sosyalist, liberal ya da nasyonalist yorumların bu anlamda pek bir farkı yok.
Bir diğer açıdan; birlik olma ve birlikte hareket etme ilkesinden de hayli uzak günümüz Müslüman toplumları… Gerek tarihi kavgalar gerekse zamanın ruhuna uygun ekonomik ve jeopolitik hırs; birbiriyle kavgalı, birbirlerinin tökezlemesinden memnuniyet duyan düşman bir coğrafya resmi koyuyor önümüze.
Huntington, İran’daki devrimin ve ardından büyüyen Batı karşıtlığının ve yine Afganistan’da önce Rusya’ya, sonra ABD’ye karşı verilen mücadelenin çıkarttığı kıvılcımların bir medeniyet ateşi yakacağından korkmuştu. Dünya çapında yüzer gezer bir militan akışından bahsetsek bile bu yerel birlikteliklerin ve duyulan heyecanın bir medeniyet inşa etmekten fersah fersah uzak olduğunu görebiliyoruz. Kaldı ki, o dönem özellikle dindar basın ve yazın dünyasına hâkim olan coşkudan bugün eser kalmamıştır. Denebilir ki; bahsi geçen kıvılcımların yaktığı ateş saman alevi mesabesinde kalmıştır.
Elbette, bir medeniyet inşası, sadece idari, askeri ve siyasi ittifaklarla ölçülemez. Bu noktada medeniyet tabirinden ne anladığımız, aslında neyin yitirildiği ve hangi temellerin yerine konulması gerektiği konusunda bize bir kapı açacaktır.
Doç. Dr. Şener Aktürk, geriye doğru bir yüzyıl ciddi yayınları taradığında “medeniyet” kelimesinin hiç de tercih edilen bir başlık olmadığını ve tanımının hala muğlak kaldığını tespit etmiş. DoğuBatı adlı düşünce dergisinde yayınlanan “Braudel’den Elias’a ve Huntington’a Medeniyet Kavramının Kullanımları” adlı makalesinde “Medeniyet kavramının popülerliği, Samuel Huntington’un makalesiyle başlıyor” diyor.
Aynı makalede medeniyeti oluşturan, daha doğrusu medeniyet dediğimiz yaşayan, “nesilden nesile aktarılan”, büyüyen, ölen ve tekrar yeşeren toplumsal olgunun dört temel mekanizması olduğundan bahsediyor Şener Aktürk. Basitçe ifade edecek olursam bunlar; şehirleşme, imparatorluk geleneği/tecrübesi, birleştirici bir din ve ortak dilin taşıyıcısı epistemik topluluklar. Bu unsurlara başkaları da eklenebilir elbette ama temel unsurların adlarını koymanın tartışmaları havanda su dövmekten kurtaracağını varsayabiliriz. Yalnız, bu çok değerli makalenin akademik bir sunumundan ziyade bana ne ifade ettiğini özetlediğimin bilinmesin isterim. Yorumlarımdan bizzat ben mesulüm.
Şehir, sadece inşa gücünü ve mühendisliği değil buna imkân sağlayan bilim, teknoloji ve sanatı da içeriyor. Ayrıca hukuk ve ticareti; yani adalet ve zenginliği de katmak gerekir bu daireye. Batı’da medeniyeti ifade etmek için kullanılan kelimenin (civil) müphemliğinin aksine Medine/şehir kelimesi ile medeniyet kelimesinin ortak kökeni bize çok daha fazla şey anlatıyor.
Çoğumuz emperyalizm/yayılmacılık ve kolonyalizm/sömürgecilik kavramlarını birbirine karıştırdığımız için medeniyetin sac ayaklarından biri olarak gösterilen “İmparatorluk” tecrübesini izah etmek biraz zor olabilir. İmparatorluğu sadece yüksek saray kültürünün taşıyıcısı bir mekanizma olarak değil de geniş bir coğrafyaya yayılan uluslar üstü, çok kültürlü, çok dilli fakat yine de bir bütün olarak işleyebilen bir mekanizma olarak tanımlarsak mesele biraz daha vuzuha kavuşur.
Üçüncü unsur olarak zikredilen din konusu da biraz karmaşık; özellikle Batı medeniyetinden bahsediyorsak. Çünkü geçmiş medeniyetlerin aksine modern Batı çok dinliliği hoş görebilen bir yapıya sahip değildi. Onu tanımlayan ana unsurlardan biri olan Hıristiyanlık, demografik açıdan diğer dinleri bünyesinin bir parçası olarak kabul etmekten uzaktı. Ancak son yüzyılın ikinci yarısında, küreselleşme ve göçlerle değişen demografisinin zaruri kıldığı bir ihtiyaç olarak ortaya çıktı. Bu sorunu, Hıristiyanlık’la değil, Hıristiyanlığı da ehlileştiren sekülarizmle aşmaya çalışıyor şimdilerde. Bugünkü Batı toplumunu artık Hıristiyanlık’tan çok seküler değerler birleştiriyor.
“Epistemik topluluk” aynı medeniyet havzası içerisinde aynı konuşma dilini kullanmasa da aynı anlamlar sözlüğünü kullanan, aynı fikri zemin üzerinde düşünce üreten, aynı silsile içerisinde edebiyat ve sanat icra eden, aynı kültüre katkı veren geniş, ülkeler arası bir coğrafyada anlaşılma sorunu yaşamayan herkesi temsil ediyor. Filozoflar, bilim insanları, akademisyenler, edebiyatçılar, mimarlar, sanatçılar ve hatta bence modacılar. Entelijansiya tabirinin ifade ettiğinden çok daha geniş bir topluluğu ima ediyor.
Bugün dört başı mamur bir medeniyet olarak sadece Batı’yı tarif edebiliyoruz. Dünyanın geri kalanı ise eski medeniyetlerinin yıkıntıları arasında yaşamaya çalışıyor. 90’lı yıllar Türkiye’deki dindar yapıların da “medeniyet” kelimesini sıkça telaffuz ettikleri bir zaman aralığı olmuştur. Medeniyet tahayyülü veya medeniyet tasavvuru tamlamaları rayici yüksek, kapış kapış giden başlıklardı deyim yerindeyse. İçinde benim de olduğum epey bir insan o dönemin Müslümanlar için fikren bir İslamlaşma değil modernleşme hamlesi olduğunu yeni görüyor ve anlıyor bugün. İtiraz edenler, insafsız bulanlar olacaktır muhakkak fakat bana göre o dönem sarf edilen gayret, Batı patentli modern medeniyete yamanma çabası idi.
İslam, Batı’nın dünyacı kurgusuna pek uymuyor. Aydınlanmayı temel almayan, ilerlemeci tasavvuru yadsıyan bir dinin medeniyet oluşturabilme ihtimali onlar açısından gerçekten bir tehlike olarak görülüyor olabilir ve er ya da geç çatışma kaçınılmazdır. Bu noktada bize düşen yalap şap bir söylem geliştirmek yerine bir medeniyet olmanın gereklerini iyi kavramak olmalıdır.