Eğitim alanı, doğası itibarıyla dinamik bir alandır. Bu dinamizmi dolayısıyla da sürekli bir değişimi öngörür. Bilimsel, pedagojik ve teknolojik gelişmeler, yenilenen ve dönüşen toplumsal ihtiyaçlar, küresel ve yerel düzeydeki farklılaşmalar, bireysel taleplerdeki çeşitlilikler… Bütün bunlar hayatın her alanında olduğu gibi, eğitim alanında da değişimi zorunlu kılmakta, bizi hep daha iyisini aramaya yöneltmektedir.
Eğitim sistemimizi hem insani varoluşumuzun evrensel doğasına uygun ve onu geliştiren bir felsefe çerçevesinde inşa etmeye hem de ait olduğumuz tarihin, geleneğin ve medeniyetin temel karakteristiğini taşıyan milli bir içerikle şekillendirmeye dönük çalışmalarımız bu arayış sürecinin ana odağını oluşturmaktadır. Parçanın bütünle, bireyin toplumla, yerelin evrenselle uyumlu birlikteliğini temsil eden bir perspektifle sürdürdüğümüz çalışmaların temel motivasyonunu ise ‘Öz’e Dönüş’ kavramı teşkil etmektedir.
Bilindiği gibi, öze dönüş kavramı, en sade ve yalın kavranışıyla, bir kişinin kendisine, iç dünyasına ve doğasına dönmesi anlamına gelir. Bu kavram; başta felsefe ve psikoloji olmak üzere birçok alanda sıklıkla kullanılır. Kişinin kendisine odaklanması, içsel dünyasını keşfetmesi, duygularını anlamaya çalışması ve kendisiyle ilgili bir farkındalık geliştirmesi süreci olarak da tanımlanabilir.
Kavram, bizim kuşağın 80’li yıllardan itibaren kullanışlı bir atıf zinciri içinde uzunca bir süre revaçta tuttuğu, hatta açıkçası her sıkıştığımızda, her daraldığımızda arayıp bulmaya çalıştığımız güçlü bir referans seti olarak oldukça önem kazanmıştı. Aslında “Öz’e Dönüş” kavramı vesilesiyle, bir şekilde dahil olduğumuz ama ait olmadığımız ilişki ağlarını ve huzursuzlukları aşma derdimiz de nüksetmiş oluyordu. İçinde yaşadığımız ve altında ezildiğimiz gerçeklikten kurtulmanın yolunu özümüze dönmekte buluyor, onu tarz-ı siyasetimizin, daha doğrusu kendimiz gibi varolma sorumluluğumuzun esası olarak görüyorduk.
Bu kavram, bizim dağarcığımızda, şu veya bu vesileyle maruz kaldığımız ya da muhatap olduğumuz kötülüklerden arınma arzusuna denk düşen yüce bir ideale, bu ideal uğrunda izlenmesi gereken yol haritasına karşılık geliyordu.
Tabii bu, yalnızca bizim kuşağa has ve yine bizim kuşağın tahayyülüyle sınırlı bir ideal ve yol haritası da değildi. O, işlerin umulduğu gibi gitmediği, aksaklıkların, çelişkilerin ve tedirginlik veren sıra dışı gerilimlerin hakim olduğu her dönemde işlevsel olan bir sığınak, daha iyisini sembolize eden bir değerler setiydi. İyi, güzel ve doğru olanın temerküz ettiği bir melceye yönelme fikrini temsil eden ve güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen kolektif şuurumuzdu. Nitekim bugün de aynı şuur ve heyecanla öze dönüşten bahsediyor, bunun yeni yol ve yöntemlerini arıyoruz.
Bu yönüyle, öze dönüş, mevcut durumdan duyulan bir memnuniyetsizliği, kaotik bir yaşama biçiminden açık, sade ve sürdürülebilir bir hakikat rejimine yönelme arayışını ifade ediyor hiç kuşkusuz. Bizler de “Türkiye Yüzyılı”nın eşiğinde bulunduğumuz bu dönemde, pek de haklı olarak, geleceğimizi emanet edeceğimiz yavrularımızın istikbalinden ve ülkemizin gidişatından emin olmak istiyoruz. Türlü komplikasyonlara maruz kalan bir zihin dünyasını elimizde tutmanın imkanları üzerinde her zamankinden daha fazla sorumluluk hissediyor ve güçlü bir arayış mottosu olarak “öze dönüş” konulu müzakereler yürütüyoruz.
Ben öze dönüş sürecinin kendi tarihsel, toplumsal, coğrafi ve kültürel kodlarımızın özgünlüğü içinde gelişen esaslı bir özgürleşme süreci olduğuna inanıyorum. Onun geçmiş, şimdi ve gelecek ayracı ile tasnif edilen zamansallığın akışı içinde daralıp genişleyen bir bütünselliği resmettiğini düşünüyorum. Bizim özümüzün; asırlara sari bir müktesebatın kuşatıcılığı içinde ve çoğunlukla anonim olarak özümsenen bir “geçmiş” bilinci, bu bilincin dolayımında şekillenen bir “şimdilik/kendilik” algısı ve bunlara dayalı olarak gelişen bir gelecek perspektifi üzerinde yükseldiğini, yükselmesi gerektiğini iddia ediyorum.
Zira bizim özümüz, yalnızca bize verili olan ve sadece bizim sahiplenebileceğimiz bir ideali değil, aynı zamanda insanlığın evrensel hakikatini temsil eder, etmelidir. Tam da bu nedenle, içinde bulunduğumuz çağın ya da dönemin kendine özgü niteliklerine göre ve bu nitelikler dolayımıyla şekillenen bir edilgenlik ile izah edilmesi olası değildir. İnsana özgü en yüce yetenek tecellilerinin taşıyıcısı olan bu hakikat, yeryüzündeki varoluşumuzun temel gerekçesini ve nihai hedefini oluşturan “iyi insan” olmanın ve “kendini tanımanın” tüm koşullarını içeren bir özgürleşme süreci ya da potansiyelidir. İşte bizim öz’e dönüş olarak ifade ettiğimiz ideal, kendi doğamıza verili olan bu iyilik ve özgürlük potansiyelinin açığa çıkarılmasından ibarettir.
Kuşkusuz ki, eğitim alanı, bu potansiyelin tüm yönleriyle ve eksiksiz bir şekilde açığa çıkması için kullanabileceğimiz en değerli ve en merkezi platformdur. Nerede ve hangi koşullarda verilirse verilsin eğitimde genel amaç, bireylerin bilgi, beceri, değer ve davranışlarını geliştirmek, onları topluma ve hayata hazırlamak ve kişisel potansiyellerini en üst düzeye çıkarmaktır. Bu amaçla da eğitim, bireylerin hayatları boyunca süren bir öğrenme süreci olarak belirleyici olur ve okul, üniversite, mesleki eğitim, özel kurslar veya kendi kendine öğrenme gibi farklı şekillerde gerçekleşebilir. Hiç kuşkusuz eğitimin amaçları, toplumun ihtiyaçlarına, bireylerin gereksinimlerine ve kültürel değerlere göre değişebilir.
Böylece eğitim, bireylerin; bilgi ve becerilerini geliştirmek, sosyal ve duygusal gelişimlerine katkıda bulunmak, değerlerini ve ahlaki tutumlarını şekillendirmek, özgüvenlerini artırmak ve kendilerine güvenmelerini sağlamak, hayatları boyunca öğrenme alışkanlıkları geliştirmelerine yardımcı olmak, topluma katkıda bulunmalarını sağlamak ve toplumda aktif bir rol almalarını teşvik etmek gibi ana çerçevelerde yapılandırılır ve gerçekleştirilir.
Aslında eğitim “insan yetiştirme düzeni”nin esaslı bir parçasıdır. Her toplum; varlığını, gündelik yaşamının belli başlı rutinlerini, geçmişini ve gelecek tasavvurunu eğitim sayesinde temellendirmek ve hayata geçirmek zorundadır. İnsan yetiştirme düzeni, modern diskur içinde söylemek gerekirse, tek tek her bireyi vatandaş olarak inşa edecek birbiriyle ilişkili ya da birbirinden bağımsız süreçlerin organize edilmiş bir toplamıdır.
Hepimiz bir insan yetiştirme düzeninin içine doğarız. Gündelik hayat politikaları, hakim paradigmalar, zamanın ruhu ve toplumsal talep ve beklentiler, tek tek her bir bireyin nasıl yetiştirileceği ve iyi bir vatandaş olacağı hususunda bizi iyi temellendirilmiş ve yapılandırılmış bir sosyal hayat müfredatı oluşturmaya zorlar. Eğitim bunlardan sadece biridir ve belki de tek başına o, diğerlerinden farklı olarak insanın neliği ve nereye evrileceği noktasında en ağır yükümlülükleri üstlenmek durumundadır.
İnsan yetiştirme düzeni, genellikle bir toplumun veya kültürün bireyleri nasıl eğittiği, yönlendirdiği ve ne türden değerlerle donattığını gösteren sistemdir. Bu düzen, genellikle aile, okul, toplum, medya ve diğer sosyal kurumlar arasında etkileşimli bir şekilde işler. Bu nedenledir ki insan yetiştirme düzeni, bireylerin toplumda hem işlevsel hem de birbiriyle uyumlu bir şekilde yaşamasını sağlamak için ilanihaye gerekli bir yapılanma biçimidir. Çünkü bu düzen, bireylerin kişisel gelişimlerine katkıda bulunurken aynı zamanda da toplumun gelişimini sağlar.
Böylece insan yetiştirme düzeni, bir toplumda bireylerin sosyal, kültürel ve ahlaki değerlerin öğrenilmesi, davranışların şekillenmesi ve toplumun normlarına uygun bir şekilde yetiştirilmesi için uygulanan yöntemlerin bütünü olarak öne çıkmaktadır. İnsan yetiştirme müfredatı kendi içinde düzenlilik oluşturan bir grameri içerir. Basit sapmalar toplumun şirazesinde telafisi imkânsız gerilimlere yol açar. Tam da bu noktada eğitimin üstlendiği rol önemlidir ve ilgili kadrolar, kurucu tahayyül ve toplumun kaderine kafa yoranlar sorunsuz bir düzenleme yapma konusunda başkalarından daha fazla sorumluluklarla kendilerini donatmak zorundadırlar. Bu nedenle de biz kurumsal olarak başka diğer varyantlarla, doğası gereği belli bir ilişkisellik içinde olsak da, esas olarak okul ve eğitim sistemiyle ilgili faaliyetlerin daha fazla parçası durumundayız.
Geldiğimiz noktada önümüzde duran devasa ödev ve sorumluluk, geleceğin dünyasına yönelik nasıl bir hazırlık yapacağımızla ilgilidir. Eğitimde ilerleyen zamanlarda karşı karşıya geleceğimiz birtakım sıkıntılar küresel ölçekte daha şimdiden sinyallerini vermeye başlamıştır. Dijital dünyanın yeni kuşaklar için bir yer bildirim noktasına dönüştüğü gerçeği artık abartılı bir ifade olmaktan çıkmıştır. Yapay zekâ teknolojileri insan kaynaklarının gücünü zayıflatacak haksız bir rekabet alanı üretirken, sanal dünyaların ürettiği yeni tartışma ve sorunlar pek çok noktada pedagogları zorlamaktadır.
Bu yeni ve sıra dışı durumun eğitim alanındaki sorunları çeşitlendireceği, hatta bu sürecin açığa çıkardığı gerilimin bizi ciddi anlamda öze dönüş kavramıyla daha sıkı bir şekilde buluşmaya zorlayacağı söylenebilir. Bu bağlamda, “teknolojik ve ekonomik eşitsizlikler”, “otomasyon ve işgücü değişiklikleri”, “esneklik ve kişiselleştirilmiş öğrenme”, “veri gizliliği ve güvenlik sorunları”, “yeni beceriler ve programlar”, “mental sağlık sorunları”, “öğretmen eğitimi ve hazırlığı”, “öğretmen yetersizliği”, “öğrenci motivasyonu”, “kültürel ve dil farklılıkları”, “yapay zeka evreni”, “müfredat adaptasyonu”, “digital öğrenme”, “çevrimiçi öğrenme fırsatları” ve “melez öğrenme” gibi eğitim alanında bizi bekleyen gündemlere şimdiden hazırlıklı olmak zorundayız.
Bu zorunluluğun da gösterdiği gibi, eğitim politikalarının doğru bir şekilde belirlenmesi, toplumun gelişimi ve ilerlemesi için kritik bir faktördür. Toplumsal ihtiyaçlar, araştırma ve verilere dayalı yaklaşım, paydaş katılımı, uzun vadeli vizyon ve esneklik gibi faktörlerin dikkate alınması, kaliteli bir eğitim sisteminin oluşturulmasına yardımcı olacaktır.
Dünyanın gidişatına yönelik kaygılar öğrenci ve öğretmenlerimizin durumlarını yeniden ele alma konusunda karar mekanizmalarına esaslı görevler yüklemektedir. Tek tek hepimizin sürece dahil olması ve istişare mekanizmaları eşliğinde insanlığın maruz kaldığı değişimi serinkanlılıkla ele alıp değerlendirmemiz gerekiyor. Bu çerçevede paniğe fırsat vermeden, dünyanın yeni hallerini doğru ve sahici analizlerle ele almaya mecburuz. Bizim öteden beri kullanışlı bir sorumluluk alanı olarak canlı tuttuğumuz maarif davamız, bugün bizden yeni hedeflere yönelmede güçlü argümanlar ve sahici hedefler, uygun ve sürdürülebilir planlamalar beklemektedir. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ismini verdiğimiz yeni müfredat çalışmasını da bu planlamanın bir gereği ve somut bir ürünü olarak görüyoruz.
Ancak bunun dinamik ve sürekli değişimi öngören bir süreç olduğunun farkındayız. “Öz’e Dönüş” kavramının bir dogmaya, yeterli düzeyde yapılandırılmamış fantastik bir kurguya dönüşmemesi için hepimiz ellerimizi taşın altına koymak ve maarif davamıza sahip çıkmak zorundayız. Sorumluluk sahibi aydınlarımızın, dünya bilgisiyle donanmış entelektüellerimizin, akademisyen ve düşünce insanlarımızla pedagoglarımızın yeni dünya gerçekliğine uygun ve verimli bir dil üreterek yolumuzu aydınlatmaları bu süreçteki en büyük beklentimizdir.