İsrail işgal ordusu geçtiğimiz çarşamba günü erken saatlerde Batı Şeria’da bir dizi koordineli taarruz başlattı. Dört şehirde (Cenin, Nablus, Tubas ve Tulkarem) hava saldırıları, buldozerler ve komandolarla eş zamanlı yürütülen kapsamlı bir harekât bu. Onlarca Filistinlinin katledildiği operasyon, yirmi yıl önce ikinci Filistin intifadası günlerinden bu yana Batı Şeria’da gerçekleşmiş en kapsamlı saldırı.
7 Ekim’den bu yana İsrail’in bölgeye yönelttiği şiddette bariz bir artış olmuştu. Sistematik biçimde yollar harap edilmiş, kanalizasyon ve elektrik sistemi, telekomünikasyon ağları ve su boruları ağır hasarlı hâle getirilmişti. İsrail güçleri 7 Ekim’den bu yana 650’den fazla Filistinliyi öldürerek Batı Şeria’yı “daha küçük ölçekte bir Gazze”ye çevirmişti.
Artan şiddetin baş müsebbibi Netanyahu’yu iktidarda tutan aşırı sağcı partiler; bunların öncülüğünü de Otzma Yehudit Partisi’nin lideri Ben-Gvir yapıyor. Gvir, Netanyahu’nun hükümetinde Ulusal Güvenlik Bakanı koltuğunu işgal ediyor ve güvenlikten anladığı tek şey daha fazla yerleşimciyi silahlandırmak ve bedeli ne olursa olsun tüm Filistin’i ilhak etmek.
Ulusal Dinî Parti Lideri Bezalel Smotrich de ondan geri kalmıyor. Kendisi de Ben-Gvir gibi bir yerleşimci olan Smotrich şu an maliye bakanı olmanın yanı sıra Savunma Bakanlığı’nda Batı Şeria’daki yerleşimlerden sorumlu bir mevkide bulunuyor. O da tek devletli (!) çözümü savunuyor, tüm topraklara yerleşimcilerin iskânını öneriyor. Öyle ki Filistin’i tanıyan her bir devlet için yeni bir yerleşim kurmak vaadinde (tehdidinde) bulunuyor.
Doğrusu bu iki yerleşimci bakan öne çıksa da hükümetin diğer üyeleri de bu yayılmacı vizyonu temelde paylaşıyor. Bu yüzden Filistin Otoritesi adını verdikleri -devlet sıfatını özenle esirgedikleri- göstermelik yapıyı iyice kadükleştirmek, karikatürleştirmek için atılan adımları bu ulusal ve dinsel vizyonu gerçekleştirme yönünde birer aşama sayıyorlar.
Meselenin özünü yakalayabilmek için Batı Şeria kavramını -tarihî ve coğrafi- net bir bağlama oturtmak icap ediyor. Bunun için de 1947’deki Birleşmiş Milletlerin Filistin’i taksim kararına kadar gitmek gerekiyor. Batı Şeria, Araplara bırakılmıştı ancak son karar harp meydanında verilmiş ve bölge Ürdün kuvvetlerinin kontrolü altında kalmıştı. Gazze’nin Mısır kuvvetlerinin kontrolünde kaldığı gibi. 1967’de ise Altı Gün Savaşları’nda İsrail bir çırpıda hasımlarını yenerek her iki bölgenin yeni hâkimi olmuştu.
Gazze 140 mil kare iken Batı Şeria 2173 mil karelik arazisiyle ondan daha büyüktü. Diğer adı Ölü Deniz olan Lût Gölü’ne dökülen Ürdün Irmağı’nın diğer adı Şeria Nehri’ydi ve nehrin batı kıyıları Batı Şeria olarak adlandırılmıştı. Kudüs şehri de uluslararası hukuk itibarıyla Batı Şeria’nın bir parçası sayılagelmişti.
1987’de İsrail’i şaşkına çeviren Birinci İntifada patlak verdiğinde dengeler değişti. Ürdün 1988’de bölge üzerindeki iddialarından Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) adına vazgeçti. İsrail, halk ayaklanmasını dizginlemesi ve sahadaki silahlı direnişi kırması için FKÖ’yü bölgeye yerleştirmeye karar verdiğinde 1993’teki Oslo Süreci sonrası nüfus ve şehirlerin çoğunu Filistin Otoritesi’nin yetkisine bıraktı. Son derece göstermelik, belirsiz, kırılgan bir yetkiydi bu ve İsrail askerî yönetimi gerçek güç olarak her zaman oralarda bir yerdeydi.
Gazze ile Batı Şeria arasındaki bağlar kopartılmışken işgal ordusunun karakolları ve kontrol noktaları Batı Şeria’yı da birbirinden İsrail devletinin temel bir çelişkisi vardı: Gazze ve Batı Şeria’yı ilhak edecek olursa yaklaşık 5 milyonluk Arap nüfusu ülkesine dahil etmiş olacaktı. Bu da ülkenin Yahudi karakterini zaafa uğratacaktı. Yahudi yerleşimciliği, bu yüzden ara formül olarak Siyonist rejim tarafından tasvip ve teşvik edildi. Resmen ilhak olmaksızın Yahudi egemenlik sahasını genişletmek için bu kadar tutkulu kolonizatörleri kullanmamaları düşünülemezdi.
Yerleşimciler İsrail vatandaşıydı; oy kullanıyor, tüm vatandaşlık hak ve imtiyazlarından yararlanıyorlardı. Aynı şey Araplar için geçerli değildi. Onlar askerî güvenlik kanunlarına tabi idiler. Üstelik onlar yerleşimcilerin her gün yeni bir arazi gaspına, evlerini ve köylerini yerle bir etmesine tahammül göstermek zorundalardı. 3 milyon Arap, 700 bin yerleşimci tarafından adeta kuşatılmış ve esir edilmiş vaziyette yaşamaya mecburdu.
2000 yılında inşasına başlanan 700 km’yi aşkın Ayrım Duvarı ise Yahudi üstünlüğüne dayalı ayrımcı Apartheid rejiminin üstüne tüy dikti. Arapların toprak kaybını artıran, tıp ve eğitim hizmetlerine erişimlerini kısıtlayan ilave bir etken oldu. Filistin Otoritesi’nin İsrail’e olan bağımlılığını da büsbütün artırmaktaydı elbette.
Batı Şeria nüfusu İsrail için ucuz iş gücü deposu olarak hizmet etmekteydi fakat son yıllarda Hintli işçilerin istihdamıyla İsrail Araplara karşı sürdürdüğü ekonomik savaşı başka bir boyuta taşımış bulunuyor. 7 Ekim Aksa Tufanı sonrasında Filistin ekonomisine kapsamlı kısıtlamalar getirerek, 170 binden fazla kişinin çalışma izinlerini iptal ederek Filistinlilere ağır bir darbe vurdu. Şoförler kıpırdayamıyor, öğrenciler üniversitelerine gidemiyor, hayat durma noktasında.
İsrail tüm bunları de-radikalizasyon adına yapadursun bu baskı rejimiyle aslında Arap gençliğini radikalleştiriyor ve Mahmud Abbas’ın çizgisinden iyice koparak direniş çizgisine yöneltiyor. 7 Ekim sonrası Hamas’ın intifada çağrılarına kulak vermeye hazır geniş bir gençlik kitlesi oluşturuyor. Üçüncü İntifada’nın bu yüzden eli kulağında.