Kuzey Afrika’da uzun süredir devam eden siyasi gerilimler son günlerde yaşanan felaketlerle gölgelendi. Fas’ta yaşanan depremin şoku devam ederken Libya’nın doğu kesiminde etkisini gösteren Daniel Fırtınası sonrası yaşanan sel ile birlikte binlerce insan hayatını kaybetti, çok daha fazlası ise halen kayıp.
Sel felaketi öncesinde Ulusal Birlik Hükümeti (UBH) Dışişleri Bakanı Nejla Menguş’un, geçtiğimiz ağustos ayının sonlarında Roma’da İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen ile gizli bir görüşme yapması ülkede kaotik bir atmosfere sebep olmuştu. Başbakan Abdülhamid Dibeybe’nin Menguş’u görevden almasına rağmen halk tarafından başlatılan protestolar ülkede etkisini göstermekteydi. Bilindiği üzere Libya anayasası İsrail’i tanımıyor ve İsrail ile resmi ilişki kurulmasını yasaklıyor. Menguş’un İsrailli mevkidaşı Cohen ile yaptığı gizli görüşme sonrası ülkede yaşananlar hem şu anki durum hem de gelecekteki ikili/bölgesel ilişkilerin akıbeti konusunda pek çok soruyu beraberinde getiriyor.
Özellikle Körfez ülkeleri ve İsrail arasında başlayan son dönemdeki normalleşme süreci göz önüne alındığında, hem Doğu Akdeniz’deki konumu hem de doğal kaynakları ve potansiyeli ile ön plana çıkan ülkelerden birisi Libya idi. Ülkede seçimlerin çeşitli gerekçelerle bir türlü düzenlenemediği denklemde ortaya çıkan çok başlı yönetim anlayışı ve Kaddafi sonrasında da devam eden statükocu politik elit, şu anki kaosun da mimarları olageldi. Nitekim doğal kaynakları, jeopolitik konumu ve bölgede oynayabileceği muhtemel rol artık geri planda kalan Libya’da, son olarak İsrail ile yapılan gizli görüşme kabul edilmesi gereken pek çok gerçeği gözler önüne serdi.
Özellikle Darbeci Halife Hafter’in ABD ve Batı ekseninden kayarak Rusya ile Wagner üzerinden kurduğu ilişki sonrasında daha da derinleşen siyasi gerilim hem uluslararası hem de bölgesel güçleri farklı alternatifleri değerlendirmeye zorladı. Bu doğrultuda ABD’nin, Avrupalı bazı ülkelerin Libya’da meşruiyet adına İsrail ile normalleşmeyi bir şart koştuğu bilinen bir gerçek. Bu normalleşme boyutunda olmayacaksa dahi, ikili temaslar anlamında bunu sağlama titrine sahip tek meşru otorite ise Dibeybe hükümeti. Fakat Menguş’un İsrailli mevkidaşı ile gayriresmî olarak gerçekleştirdiği görüşme dahi, bunun kolay olmayacağını gösterdi. Diğer taraftan da Menguş ve Dibeybe hükümetine yönelik tepkiler, farklı dinamikleri gözler
önüne serdi.
Görüşmeye yönelik tepkilerin gittikçe artmasını müteakip Menguş’u görevden alan Dibeybe, Menguş hakkında soruşturma başlatıldığını açıklasa da sular bir türlü durulmadı. 2011’deki rejim karşıtı ayaklanmalardan bu yana ilk kez Kaddafi destekçileri ve Kaddafi karşıtlarını aynı saflarda protesto düzenlerken gördük. Bu dinamik her ne kadar Kaddafi dönemi sona erse de Libya’nın, daha doğrusu özellikle Libya halkının İsrail hususundaki tutumunu herkese gösterdi ve olası bir İsrail ile diyalog sürecinin yakın vadede mümkün olmadığını gözler önüne serdi.
Bu sürecin ortaya çıkardığı bir diğer dinamik ise Libya’daki siyasi gelişmelere, aktörüne göre tepki gösterildiği, keyfiyete tabii bir statükocu düzenin devam edegeldiğiydi. Zira Darbeci Hafter’in ve başta oğlu Saddam’ın uzun süredir çeşitli vesilelerle İsrail devlet yetkilileri ve istihbaratçıları ile görüştüğü bilinen bir gerçek. 2018’de İsrail’in Hafter’in sözde milli ordusuna bu bağlamda silah ve teçhizat yardımı yapmayı kabul ettiği de bilinmekte. Özellikle Hafter’in Wagner ile yakın angajmanının başlamasından önce gerçekleşen bu süreçte İsrail’in Hafter’i önemli bir muhatap olarak aldığı da çeşitli vesilelerle ortaya çıktı. Fakat bu gerçeklere rağmen geçtiğimiz günlerde Menguş’a gösterilen tepkilerin ne Hafter ne de Hafter’e yakın figürlere karşı gösterildiğini görmedik. Dolayısıyla Libya’da şu an, hangi adımın atıldığından ziyade o adımı kimin attığına göre şekillenen bir algı söz konusu.
Trablus’ta yaşanan çatışmalar, sonrasındaki siyasi kriz ve şu an etkisini devam ettiren sel felaketinin ise gözler önüne çıkardığı tek bir gerçek var; Libya’nın acil şekilde ülkenin her yerinde söz sahibi bir siyasi iradeye, orduya ve bürokrasiye ihtiyacı var.
Şu an her ne kadar seçimlere desteklerini beyan etseler de başta ABD ve Fransa olmak üzere Batılı ülkelerin de bu sürecin önündeki en büyük engel olduğunu ifade etmek abes olmayacaktır. Mali’de yaşadığı sorunlara kadar Rusya ve Wagner hususunda bir sorun yaşamayan, hatta yeri geldiğinde Wagner ve Rusya ile iş birliği yaparak Hafter’i desteklediği ortaya çıkan Fransa’nın tutumu bunlardan birisidir. Aynı şekilde Hafter’in kontrolünü yitirip Rusya ile angaje olana kadar onu destekleyen ABD ve ülkedeki iktisadi çıkarları için birçok aktörle arka planda siyasi sabotaja kalkışan Batılı ülkeler, istikrar önündeki diğer ana engeller.
Bir yandan Hafter’i yakın zamana kadar desteklerken şimdi ise son seçilmiş meşru Dibeybe Hükümeti’nin meşruiyetini tanımak adına İsrail ile ilişkileri şart koşan bu ülkeler, Libya’nın sosyal dinamiklerinden oldukça uzak olduklarını bir kez daha göstermekteler.
BM Libya Temsilcisi Bathily’nin de süreci çözmek yerine ABD çıkarlarını gözettiğini hissettiren tavrı ve BM destekli meşru hükümet yerine farklı gayrimeşru aktörleri muhatap alması, ne ABD’nin ne BM’nin ne de diğer Batılı ülkelerin Libya’daki krizin çözümüne katkıda bulunamayacağının göstergesidir. Bu bağlamda Türkiye’nin hem Dibeybe öncülüğündeki resmi hükümeti muhatap alması, hem seçimler konusunda açık şekilde belirttiği kesin tutumu, toplumun her kesimiyle temas ediyor olması, diğer uluslararası aktörlere de örnek olmalıdır.