İsviçre’nin Davos kentinde, 29 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun kapanış toplantısında gür bir ses yükseldi: “One minute, one minute, one minute... olmaz!” Sesin sahibi, forumun moderatörü David Ignatius ile dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında oturan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı. Erdoğan,
25 dakikalık söz hakkı verilen Peres’in, Gazze’deki katliamları gülümseyerek savunan konuşmasına ve salondan aldığı alkışlara itiraz ediyor, adeta kükrüyordu:
“Sayın Peres benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak; bunu da böyle bilesin. Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz! Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.”
Guardian toplantıyı izleyen Obama’nın danışmanı Jarrett’ın “hayretten donakaldığını” duyurdu. İsrail basını Erdoğan’ın konuşmasını “Türk saldırısı” olarak nitelerken Alman basını da “İsrail’e karşı nefret konuşması” şeklinde veriyordu. Ortadoğu gazetelerinde ise genel eğilim olumlu değerlendirmelerden yanaydı.
O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Artık dünyanın patronları olan emperyalist ülkelerin gözünde, Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin yeri “tehlikeli” olarak kodlanmıştı. 2012 MİT TIR’ları kumpası, 2013 Gezi ayaklanması, 17-25 Aralık yargı-emniyet darbe saldırısı, 2014-15 Güneydoğu hendek/çukur ayaklanma girişimi arka arkaya geldi.
AK Parti içinde Davutoğlu ekibi eliyle organize edilen, haziran seçimlerinde tek başına hükümet kuramama krizini, Rus uçağının düşürülmesi izledi. Nihayet bu ekibin tasfiyesinin ardından (ki ABD basını “Ankara’daki adamımızı kaybettik” demiş, Avrupa basını da “Bin yılın Selahattin Eyyubi’si son metroda durduruldu” şeklinde yorumlamıştı) 3 ay sonra 15 Temmuz darbe ve işgal girişimi yaşandı.
Emperyalizm asıl şokunu burada yaşadı. Tüm badireleri atlatan Erdoğan, işgal girişimini de dünya tarihinde görülmemiş destansı bir halk direnişiyle püskürtmüştü. Elbette durmadılar. O yılın sonunda Rus büyükelçiye FETÖ’cü suikast düzenlendi ve Ortaköy’de bir gece kulübünde çok sayıda insanın öldürüldüğü bir baskın yaşandı. Suudi Arabistan Büyükelçiliği’nde Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi ve aynı yıl ABD’nin döviz kuru hamlesini de bunlar arasında sayabiliriz.
Fakat hiçbir darbe Erdoğan’ı deviremediği gibi daha da güçlendirdi. Rusya’dan S400 sistemlerinin satın alınması ve Türkiye’nin 70 yıllık hayali olan nükleer santral anlaşması emperyalist ülkeleri daha da öfkelendirdi. Yaptırımlar, ambargolar, Halkbank davası gibi yargı oyunları hiç eksik olmadı.
Erdoğan tüm bunlara direnirken bir yandan da savunma sanayiini güçlendiren adımları derinleştirdi. Örneğin, dünya savaş konseptinde çığır açan İHA-SİHA teknolojisi sayesinde, hem içerideki 40 yıllık PKK terörünü bitme noktasına getirdi hem de emperyalist kuvvetlerin asırlık planını suya düşüren dış operasyonlarla Suriye’deki terör devleti konseptini durdurdu.
En çarpıcı örneklerden biri de Azerbaycan-Ermenistan arasında 30 yıldır sürüncemede bırakılan Karabağ sorununu, gelişen savaş gücü sayesinde 40 gün içinde çözmesi oldu. Bu adım, Türk dünyasında Türkiye’ye bakışı kökten değiştirdi. Türk Devletleri Teşkilatı’nın kurulması ve uzun vadeli planlar yapılabilmesinin önünü açtı.
Aynı şekilde Libya’daki iç savaşı daha başlamadan, BM’nin tanıdığı hükümet lehine çevirebilen hamleler ve deniz yetki alanları anlaşması ile Kıbrıs’ta iki egemen devlet konseptini şeksiz şüphesiz savunan politika çizgisiyle, Türkiye’yi Antalya körfezine hapsetmeyi öngören emperyalist plana çelme taktı.
Tüm bu dönem boyunca, özellikle Berat Albayrak döneminde tohumları atılan enerji hamleleri; bugün Karadeniz’de doğalgaz ve PKK’nın yıllardır egemen olduğu Gabar dağlarında kaliteli petrol keşifleriyle, Türkiye’ye ufuk açan atılımlarla sonuçlandı. Enerji, savunma sanayii, Togg, insansız savaş uçağı, nükleer santral tesisi, ülkenin tüm altyapısının oluşturulması, Antarktika’da Türk bilim üssü, yerli haberleşme ve gözlem uyduları, uzaya astronot gönderme hazırlığı gibi adımlar ülkeyi dünyanın süper ligine taşıdı.
Türkiye’nin bu derece güçlenmesi, onu hayretle izleyen emperyalist güçleri telaşa sürüklüyor. Çünkü emperyalizmin gücü sadece kendi askeri, teknolojik, siyasi, kültürel üstünlüğünden kaynaklanmıyor. Aynı zamanda diğer ülkeleri bu güçlere erişmekten mahrum kılmasıyla bu pozisyonunu koruyor. Ülkeleri bitmez tükenmez iç krizlerle, darbelerle, ambargolarla kafasını kaldıramaz hale getirip kendi hegemonik konumlarını sabit tutabiliyorlar.
Ancak öte yandan kuşatmalara direnen bir siyasi iradeye ulaşabilen ülkeler hegemon güçleri “göz hizasında” ilişki kurmaya zorlayabiliyor. Ve bu da dünyanın mazlumlarına umut aşılayarak emperyalizm için “kötü örnek” oluyor. Çünkü bu halleriyle başkalarına da ilham kaynağı olarak domino etkisi yaratma potansiyeline sahipler.
Bunca hengamenin içinde, bir de iç siyasetin, dünyanın patronları tarafından dizayn edilmesine karşı çalışmak gerekiyor. Bizdeki ölümüne Batıcı muhalefet Türkiye’nin tam bağımsızlığını umursamıyor maalesef. Ülkeyi bir üst lige çıkaran dış politikayı “180 derece değiştireceğini” ilan ediyor, kritik sanayilere “dokunacağını” ve “üstün” Batılı şirketlere teslim edeceğini açıkça söylemekten çekinmiyor.
Dünyanın büyük bir dönüşümün eşiğinde olduğu bu dönemde iç ve dış emperyalist kuşatmaları yarabilecek tek unsur “Erdoğan doktrini” gibi görünüyor…