Öyleyse insan ne zaman evindedir?
Gurbet, sıla, köken, sürgün, mülteci gibi kavramları Nostalji isimli eserinde dokunaklı ve ufuk açıcı bir şekilde anlatan Barbara Cassin sorar bu soruyu… İnsanın evi neresidir ve insan ne zaman evindedir? Evinde istenmeyen bir varlık olarak görülen, kendi vatanında dilsiz, yurtsuz bırakılan, mülteci duruma düşürülerek aidiyet bilincini dolayısıyla bir evi olduğu duygusunu yitiren, gittiği her yerde yabancı ve kaldığı her yerde kendini fazlalık hisseden insanlar, kendini ne zaman evinde hisseder?
Yine şöyle söyler Barbara Cassin “Herkes annesinin ölümlü olduğunu bilir ama kimse evinin ölümlü olduğunu bilmez.” Anne ölse de onun ruhuyla bezenmiş olan ev yaşar. İnsan evinden edileceğini tahayyül edemez. O ev, insan ruhunun ve karakterinin şekillendiği yerdir, varlık alanıdır. İnsan kendini orada huzurlu ve güvende hisseder. Anne bedendir ölür ama annenin sözleri ve öğrettikleri dokunduğu her eşyada, evin bütün odalarında yankılanır. Ev, insanın kökleridir, yurdudur, en umutsuz zamanlarda umudun tazelendiği ve geri dönülecek, sığınılacak bir liman olduğu inancını yeşertendir.
Elia Süleyman’ın ironi ve mizah ile ördüğü Burası Cennet Olmalı filminde ana vatanı Filistin’den kopan ama gittiği her yerde vatanı Filistin’i bulan bir adamın hikâyesi konu edinir. Filme hayat veren ES isimli karakter, öyle hissiz, donuk ve mimiksizdir ki dışarıdan ruhsuz bir insanmış gibi görünür. Oysa içi acıyla kaynayan, kederinden ne yapacağını, kendini nereye atacağını bilemeyen biridir. Durgun ve suskun görüntüsünün ardında derin bir yas ve matem vardır. Konuşmaz, gülmez, ağlamaz, ser de vermez sır da vermez sadece izler, gözlemler. Paris ve New York’a gider. Ruhunda açılan yaralar ve travmalar da onunla birlikte gelir. Metropolün ortasında her şey olağan akışında ve herkes hayat koşuşturmacasındayken Es, bir araba, bir uçak sesinden irkilir. İnsanların gözlerine bakınca kendi memleketinin hüznünü hisseder. Gittiği topluma uyum sağlamaya çalışırken her şey ona nereye ait olduğunu ve evinin neresi olduğunu hatırlatır. Bir tarot falcısına giderek memleketi Filistin’in geleceğini sorar. Falcının cevabı hüzünlü bir umut taşır: “Filistin yine Filistin olacak ama bunu görmeye senin de benim de ömrüm yetmeyecek.” ES anlar ki cennet, insanın ait olduğu yerdir. Cennet, insanın evidir. Dilini, dinini, hayatını yaşayabildiği, ırkçı ve dışlayıcı bakışlara maruz kalmadığı yerdir.
Filistin meselesini en içeriden konuşan düşünürlerden birisi Edward Said’dir. Said’in ilk evi Filistin’dir. Anne babası Hristiyan olan Said, Filistin’de dünyaya gelir. Filistin topraklarının işgaliyle Said ailesiyle birlikte Filistin’den göç eder. Filistin, Küçük Said’in ruhuna hakkı gasp edilen mazlum bir halk olarak kazınır. Edward Said, bundan sonra hayatı boyunca Filistinlilerin hakkını savunacak, esaslı bir şekilde küresel hegemonyayı, İsrail’i, Siyonizm ve ona kol kanat geren Batı emperyalizmini eleştirecektir. Said’in düşünce serüvenine bakıldığında entelektüel gelişiminin Filistin sorunu ile paralel ilerlediği, serpildiği görülecektir. Akademik alanı, karşılaştırmalı edebiyat olsa da siyasi ve politik olandan uzak durmamış, edebiyatı da düşünce zemininde görmüş, incelediği romanlar üzerinden sıkı bir emperyalizm eleştirisi yapmıştır. Hayatı boyunca haklıyla haksızı, mazlumla zalimi ayırt etme gayretinde olmuş, hakkaniyetten yana tavır almıştır. Amerika’nın Ortadoğu politikasını ve İsrail’in Filistin’e uyguladığı soykırımı eleştirmesi sebebiyle yaşadığı New York’ta İsrail yanlısı çevrelerin hedefi olmuş, onların düşmanca tavırlarına maruz kalmıştır. Hocalık yaptığı Columbia Üniversitesi’nde Yahudi öğrencilerin tezviratlarına, okul gazetesinde hakkında çıkan aşağılayıcı yazılara, konuşma yaptığı yerlerde küçük düşürücü sözlere maruz kalmıştır.
İslâm’ı ve Müslümanların maruz kaldığı zulümleri konuştuğu için terörist diye yaftalanmıştır. Bu baskıların hiçbiri Said’i doğru bildiğini söylemekten alıkoymamış, vicdanını susturmamıştır. New York’un göbeğinde yaşamış olması, onu Filistin’den koparmamıştır. Amerikan medyasının İslâm’ı terörizmle eş tutmasını, Filistin halkının yağmalanmasına göz yummasını, Gazze’nin İsrail tarafından bir açık hava hapishanesine çevrilmesini hakkaniyetle eleştirmiş, bunlardan duyduğu rahatsızlıkları korkusuzca dile getirmiş, Batı medyasının geri planda nasıl örgütlü, derin ve karanlık bir ağın elinde olduğunu teşhir etmiştir. İslam’ın bu karanlık ağın kuşatmasına nasıl alındığını da ilk kez Said ispatlamış ve dünyaya göstermiştir. Kalem bazı insanların elinde insanlığın yolunu aydınlatan bir meşaledir, kiminin elinde de dil katlinin, ahlaksızlık ve kötülüğün önünü açan bir araçtır. Edward Said gibi düşünürler, hak ve hukuku amasız ve fakatsız yazabilen güçlü, şahsiyetli ve omurgalı kalemlerdir.
Neden Kudüs’ü, Filistin’i, Gazze’yi mesele ediniyor ve Mescid-i Aksa’nın tutsaklıktan kurtulmasını istiyoruz? Niçin ufkumuzda İstanbul ve Filistin yan yanadır? Ayasofya, Süleymaniye ve Mescid-i Aksa bize neden aynı duygu ve düşünceleri çağrıştırır? Bu sorulara içimizde cevaplar bulmadan Filistin meselesini anlayamayız. Anlamayınca da “Bize ne Filistin’den” deme gafletine düşebiliriz. Nuri Pakdil “Kudüs sevilmeden insanlığa girilemez” der. Bu cümlenin derinliği ve anlamı çok büyüktür. Bu cümleyle Pakdil, Kudüs’ün ilk kıblemiz olmasını, Hz. Peygamber’in Miraç’tan hemen önce adımladığı son toprak parçası olduğunu, Mescid-i Aksa’nın etrafının mübarek kılınışını, bütün peygamberlerin ve medeniyetlerin Kudüs’ten geçtiğini çok vurucu ve sarih bir şekilde beyan eder. Yani Kudüs yalnız Müslümanlar açısından değil, Museviler ve Hristiyanlar açısından da kutsiyeti olan, övgüye ve sevgiye mazhar olmuş bir beldedir.
Kudüs’ü sevmek, yüceltmek, ona sahip çıkmak yalnız Müslümanların değil, bütün insanlığın vazifesidir. Bu meselenin büyüklüğünü, derinliğini, anlamını ufuksuz bilinçler idrak edemez. Pakdil, İstanbul ve Kudüs’ü sevmeden insanın varoluş hikmetini kavrayamayacağını söyler. Kudüs’e bakınca İstanbul’u, İstanbul’a bakınca da Kudüs’ü görür. Filistin’i bileğinde bir kol saati gibi taşımak, bir slogan değil bir dünya görüşüdür. Bu duyarlılık, Filistin’i kendi millet ve medeniyetinin geleceğinden ayrı düşünmemektir. Her insan, muayyen zamanlarda Kudüs’ü düşünmeli, onun için tasalanmalı, onun özgürlüğü için bir şeyler yapmalıdır. Bu derdin sancısı insanı daima bir adım ileriye götürür, onu vicdan ve merhamet sahibi kılar. Merhamet, mahcubiyet ve vicdan… İnsanda bunlar yoksa istediği kadar bilsin, okusun, yazsın, servet ve makam sahibi olsun, bu hasletleri taşımayan kişi, insanlık katına çıkamaz.
Filistin meselesi her şeyden önce bir vicdan meselesidir. Birlik olma, dayanışma, birbirine tutunma, inanç ve duanın büyük bir eylem olduğuna şeksiz şüphesiz inanma meselesidir. Bir insan kabaysa ve bir devlet zorbaysa istediği kadar mühimmata, savaş aracına sahip olsun, güçsüzdür, zavallıdır. Simone Weil, kendi gücümüz ile karşıt güç arasındaki orantısızlığın harekete geçmekle bertaraf edileceğini söyler. Yani söz, eylem ve inanç bir arada olabilirse küçük kuvvet, büyük olanı yenebilir. Tıpkı kuşların filleri yenmesi gibi. Engeller bir bahanedir. İnsan inanırsa ve kendisi gibi inananlarla dayanışma içinde olursa kararlı adımlarla yürüyüşe başlar. Kendisi gibi inançlı yüreklerle dayanışma hâlinde olarak gücüne güç katar. Cahit Zarifoğlu bunu ne güzel şiirleştirir: “Farz et körsün, olabilir. El ele tut. Taş al ve at. Kafiri bulur.”
İnsan zorluğun içinden geçerken başının çaresine bakması gerektiğini tecrübe eder. Fakat aynı insan, zorluk ve acıya seyirci kaldığında, bir şey yapamadığında acıya karşı duyarsızlaşır. Sosyal medyanın insana yaptığı sayısız kötülükten biri ve belki de en önemlisi budur. İnsanın hissiyatını köreltmesidir. Oysa insan hissiyatından başka nedir ki. Susan Sontag “Öyle ki artık savaşlar, hepimizin oturma odalarında sükunet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır” der. Sosyal medyadan gelen haberler karşısında duygulanmak, hiddetlenmek ya da sevinmek esasında insanı uyuşturan hislerdir. Çünkü bir uyuşturucu gibi belirli aralıklarla maruz kalınan, sonra yeniden normal hayata adapte olmaya çalışan, ardından tekrar aynı uyuşturucuyu alan beyin, bir süre sonra her şeyi kanıksar. Baudrillard’ın “simülasyon” dediği de tam olarak budur.
Sosyal medyada haberlerin birçoğu dezenformasyon amaçlıdır. Medya kimlerin ve hangi zihin dünyasının elindeyse ona hizmet eder. Filistin hem içerde bombalara karşı hem de dışarda/medyada hakkındaki yalan bilgilere karşı özgürlük mücadelesi vermektedir. Edward Said söz konusu Müslümansa bunun Avrupa’nın/Batı’nın umurunda olmadığını Medyada İslam kitabında anlatır ve şöyle söyler: “Görüşler, gerçeklik gibi sunulduğunda habercilik aniden kendi kendini doğuran bir kehanet hâlini alıyor.” Medyada yalan ve sahte olan sürekli üretilir ve gerçeğin önüne geçer ancak vicdanların önüne geçemez. Bize düşen vicdanların önündeki perdeleri kaldırmaktır.
Vicdan her türlü hegemonyaya, tiranlığa ve zulme başkaldırır. Istırap duymanın ve acı çekmenin hisli bir kalple ilgisi olduğu kadar yüksek bir bilinç, zekâ ve vicdanla da derinden ilgisi vardır. Cehalet içindeki insanlar acı çekemezler, zihinleri de kalpleri de uyuşmuş, aptal bir mutluluk ve haz peşindedirler. Hakikatin peşine düşmez, olayların sebep sonuçlarıyla ilgilenmez, önünü ardını araştırmazlar. Onların başkasının acısına göz yaşı dökmesi mümkün değildir. Tâ ki o felaket ve acı kendilerine de uğrayıncaya kadar. Gerçekten de hissetmeyenin, kalbi mühürlenenin gözü önünde bütün renkler solsa, her şey kül olsa, onun kalbi yine de bir sızı duymaz. Ruhu öylesine katılaşmış ve donmuştur ki içeriye bir his kırıntısı dahi giremez. Hissetmeyene asla hissettirilemez, duymayana asla duyurulamaz.
İnsanın bir meseleye sahip çıkması, kendini ona ait hissetmesiyle ilgilidir. Mesela Filistin’deki zulüm ve soykırıma dayanamayan -kendi başlarına gelen eşsiz zulümleri ve Holokost’u hatırlayan- birçok Yahudinin, İsrail’in orantısız güç uygulamasına, mazlum bir halkı evlerinden çıkarıp sürgün etmesine, hastaneleri bombalamasına isyan etmesi çok çarpıcıdır. Buna mukabil Müslüman ve Türk bazı kimselerin işgal edilen Filistin’in acısını hissetmeden seyretmesi en hafif ifadeyle bir akıl ve vicdan tutulmasıdır. Merhamet ve vicdanın, dini ve ırkı yoktur. Vicdanın insanlığı birleştirici kendine has bir dili vardır. Kendisi de bir Yahudi olan Gabor Mate, Filistin’de travma sonrası diye bir şeyin olmadığını orada sürekli bir travmanın olduğunu, travmanın hiç bitmediğini belirtir.
Modern psikoloji bize huzursuzluk veren, bizi rahatsız eden şeylere karşı keskin bir şekilde sınır koymamızı söyler. Seksen yıldır bağrı yanmış, evi başına yıkılmış, ocağı sönmüş, evlatları zindanlara atılmış, işkenceler görmüş, sistematik olarak saldırıya uğramış bir halk nihayetinde sınır çizmek isteyince Batı ve medya, onu haddini aşan ve küstahlaşan bir millet olarak göstermekten geri durmadı. Üretilen yalan haberlerle neredeyse İsrail, mazlum gösterilmeye çalışıldı. Savaşın her türlüsü barbarlıktır. Sivilleri, kadınları, çocuk ve yaşlıları yani savaşmayan bütün unsurları gözetmeyen ve korumayan her savaş hukuksuzdur, cinayettir. Kaldı ki Filistin topraklarında yaşanan bir savaş değil, apaçık bir işgaldir. Filistin’e sahip çıkmak ve onu savunmak insanlık kimliğini sahiplenmektir. Filistin’e sahip çıkmamak ve onu savunmamak da asgari ölçüde vicdandan yoksunluktur.
Baş edemeyeceği ve somut bir müdahalede bulunamayacağı acılar karşısında insanın sığınağı duâdır. Duadan büyük güç kaynağı yoktur. Dua safını ve yolunu belirleyen, sınırlarını bilen insanın düzgün ve sağlam bir niyetle yol alması, daha iyisini yapma gayretiyle yürümesidir. Ruh sağlığı, duâ ile desteklenen eylemlerle korunabilir. İnsan duanın gücüne inanmalı, “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” diyen ilâhi hitaba dayanmalıdır. Çünkü duayı küçümseyenlerden olmamak büyük bir bahtiyarlıktır. Başkasının kederini sahiplenmek, onu hissetmek, mazlumun yanında ve zalimin karşısında yer almak bir nasip meselesidir. İnsanın nasibini belirleyen de niyeti ve istikametidir.