Bugün Avrupa’da, ısıtılmayan eyalet parlamentosunda üşüyen milletvekillerine battaniye dağıtılırken, halktan mum ve odun stoklamaları isteniyor. Dahası hızlı veya soğuk duş almaları, hatta duş almak yerine nemli bez kullanmaları bile tavsiye ediliyor. Enerji krizi çılgınlığı son sürat devam ederken, Batı’nın bu meydan okumaya karşı sergilediği strateji, akıllara 70’lı yılları kasıp kavuran ve tüm dünyada stagflasyon yaşanmasına neden olan küresel petrol krizini getiriyor. O yıllarda tasarruf tedbirleri kapsamında trafikteki hız sınırları düşürülmüş, tek-çift plaka uygulaması başlatılmış, belirli günlerde araç kullanımı yasaklanmıştı. İnsanların boş kalan otoyollarda toplu halde yürüyüşe çıktıkları veya bisiklet turu gibi etkinliklere katıldıkları görüntüler hala hafızalardaki tazeliğini koruyor.
Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, vatandaşlarına zorlu bir kışa hazırlanmaları çağrıları yaparken, hükümet, kapatılan termik santralleri yeniden faaliyete geçirme kararı aldı. Yerel yönetimler ise kamu binaları, yüzme havuzları ve spor salonları gibi mekanların daha düşük derecelerde ısıtılması, bazı bina ve caddelerin gece ışıklandırılmaması gibi önlemlerle tasarruf yapmak istiyor. Çok sayıda şehir idaresi, gaz kıtlığı durumuna karşı acil durum senaryoları tasarlıyor. Belediyeler, spor salonu gibi mekanlarda yaşlılar, hastalar ve dar gelirliler için toplu konaklama imkanları hazırlarken, yetkililer, ülke çapında bir elektrik kesintisi olasılığına karşı bilgilendirme kampanyaları oluşturuyor. Fransa, İngiltere ve İspanya gibi Rusya’ya daha az bağımlı ülkelerde de hükümetler bazı enerji tasarruf planları ortaya koyarak, iş dünyası ve vatandaşlara tüketimin bilinçli yapılmasının önemli miktarda tasarruf sağlayacağına dair bilgilendirme kampanyaları düzenliyor.
Enerji krizi her şeyden önce toplumsal huzursuzluğu arttıran bir sosyal krizdir. Bu noktada yabancılar özelinde öne çıkacak, sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı hane halklarının alım güçlerinin düşmesi ile ayrımcılık ve ötekileştirmenin artması şeklindeki muhtemel iki tehlike mevcuttur.
Ekonomik krizlerin işgücü piyasası üzerindeki etkilerine bakıldığında, artan tüketici fiyatları hanelere ekstra yük olarak yansıyacak, pek çok sektörde maliyetlerin düşürülmesi için işten çıkarmalar veya işyerlerinin tamamen kapanması gibi sonuçlarla karşılaşılacaktır. Nitekim nüfusun iş gücü piyasasına entegrasyon ve gelir açısından en zayıf kesimlerinden olanlar, yüksek enflasyon ve enerji maliyetleri karşısında krizden en ağır şekilde etkilenecektir.
O halde önümüzdeki süreçte azınlıklar ve göçmenler aleyhine yürütülecek hoşgörüsüzlük ve toplumsal çatışmaların artmasına da hazır olunmalıdır. Ayrıca endişe duyulması gereken konulardan birisi de, çözümler yerine suçlu arayışındaki radikal grupların, krizi kendi amaçları doğrultusunda kullanma girişimleri olabileceği ve yabancıların siyaset ve medya tarafından “günah keçisi” haline getirilmesi ihtimalidir. Zira kriz dönemlerindeki ekonomik sınamalar, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını körüklemektedir. Ayrıca muhalefetin, “hükümetin ülke çıkarına olmayan ekonomik savaşı dayattığı” suçlamaları, dar gelirli ve apolitik kitleleri aşırı sağa doğru yöneltecektir. Hali hazırda Almanya’daki aşırı sağcılar sonbaharda kitlesel protesto eylemleri için halkı sokağa çıkmaya hazırlıyor. Son dönemde Avrupa’da yükselişini sürdüren aşırı sağ, İtalya’daki genel secimlerde Mussolini’den bu yana ilk kez zafer kazandı. Aynı şekilde sosyal demokrasinin kalesi olarak bilinen İsveç de, cömert mülteci politikalarının bedelini aşırı sağa yenik düşerek ödedi. Benzeri şekilde radikal sağ gibi sol popülist dalganın da yükselişine şahitlik edebiliriz. Birbirlerine zıt görünmelerine rağmen, aynı derecede popülist olan her iki dil de krizlerden beslenmektedir. Hatırlanacağı gibi Fransa’da “Sarı Yelekliler”, akaryakıt zammını protesto için sokaklara dökülmüş, hem solun hem de sağın katıldığı hareket, daha sonra Macron ve hükümete karşı istifa talepli bir isyana dönüşmüştü.
Süreci salt iktisadi olgu şeklinde değerlendirmek yerine sosyolojik ve psikolojik diğer etkileri ile ele alındığında çıkacak bir diğer sonuç ise, genellikle kar amacı gütmeyen ve kısıtlı imkanlarla finanse edilen sosyal yardım kuruluşlarına ait aşevi, gençlik merkezi, geçici ve toplu barınma tesisleri gibi yerlerin de olumsuz etkileneceği gerçeğidir. Aynı zamanda bu mekanlara ihtiyacı olan insan sayısının artması, en iyimser senaryoda ise yardıma muhtaç bu insanlara destek hizmetlerinin azalması muhtemeldir.
Şüphesiz ki tüm bu gelişmeler, belki de en çok, artık 60 yılı aşkın bir süredir Avrupa’da yaşayan Türk toplumunu ilgilendirmektedir. Doğu-Batı enerji koridorundaki rolüyle güzergah ve kaynak çeşitlendirmesinde enerji piyasasının kilit oyuncusu olma özelliğini daha da arttıran Türkiye’nin son dönemdeki vizyonu, sosyalizasyon ve politizasyon temelinde Türkiye de yer alan Avrupalı Türklere güç ve gurur katmaktadır.
Anavatanlarının Rusya-Ukrayna Savaşı’nın başladığı ilk günlerden itibaren yürüttüğü proaktif politikayla, tahıl ve enerji tedariki, esir mübadelesi gibi hususlardaki başarıları ve kalıcı barışın inşasına yönelik çok yönlü diplomatik çabalarını yakından izleyen Avrupalı Türkler, Batı’nın en üst seviyede iyi ilişkilere ihtiyaç duyduğu kişinin esasen Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olduğunu çok iyi biliyorlar. Peki Avrupa’da yaşayan Türkler’in uzun süredir vakıf olduğu bu gerçeği, komşuları nereye kadar göz ardı edecek? Bakalım, Erdoğan’ın deyimiyle, Batı daha ne kadar ektiğini biçecek?