Din insanın, insan toplumun, toplum devletin lazımıdır.Kelami bir ıstılah olan lazım'ı,Ebu Hamîd el-Gazzalîşöyle tanımlamaktadır:“Var olan bir şeye lazım yani ona ayrılmayacak şekilde bağ lı olan ve vehimde veya varsayım olarak ortadan kaldırılması mümkün olsa da varlık alanından kalkmayan, var olan şeyin kendisiyle anlaşılır olmaya devam ettiği her şey, lazım'dır.” (Mi'yâru'l-İlm, TÜYEK Yay., İst., 2013)Bu bilgiyi, söz konusu terimler arasındaki lazım-melzum ilişkisini derinlemesine ele almayı
Din insanın, insan toplumun, toplum devletin lazımıdır.
Kelami bir ıstılah olan lazım'ı,
Ebu Hamîd el-Gazzalî
şöyle tanımlamaktadır:
“Var olan bir şeye lazım yani ona ayrılmayacak şekilde bağ lı olan ve vehimde veya varsayım olarak ortadan kaldırılması mümkün olsa da varlık alanından kalkmayan, var olan şeyin kendisiyle anlaşılır olmaya devam ettiği her şey, lazım'dır.” (Mi'yâru'l-İlm, TÜYEK Yay., İst., 2013)
Bu bilgiyi, söz konusu terimler arasındaki lazım-melzum ilişkisini derinlemesine ele almayı gerektirmeyecek bir açıklıkla işaret etmesi; sonuç bağını görünür kılması nedeniyle verdim.
Şöyle ki, insanın lazım'ı olan din, İlahi otoritenin karşılığı olmakla, toplumsal hayatı düzenleme araçlarından biri olan devletin dünyevi otoritesinde temsilen müessirdir. Bu bakımdan din, lazım olarak
ilahi şeriat
, devlet ise toplumun melzumu olarak
akli şeriat
açısından elzemdir.
Kur'an'ın hükmüne göre, cinlerin ve insanların yaratılışı kullukla mukayettir (Zariyat, 51:56) ki, dolayısıyla
ed-Din
, cinlerin ve insanların
amellerine karşılıktır
(Vakıa, 56:86). Bu amellerin keyfiyet ve kemiyetindeki değişmelerin adı ise şeriattır. İslam hem Muhammedi şeriat hem de “tamamlanmış din” (önceki şeriatların da tashih edilerek kendi içinde toplanmış) olması bakımından ed-Din tanımına dahil olmaktadır.
İnsanın lazımından (din'den) ayrılması kıyamete kadar mümkün olmadığına ve kıyametin hemen ardından
din gününün maliki
(Fatiha, 1:4) tarafından yükümlü kılındığı din ile sorgulanacağına göre, insan toplumsal bir hükmi şahsiyet olan devlet aracını üretmesi ve kullanması konusunda da sorgulanacaktır.
Öte yandan, şura zorunluluğuyla, şeri hadlerin uygulanması, adaletli davranma, iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme, aklı, nesli koruma vd. İlahi emirlerin doğru olarak yenine getirilme vasıtası olarak devletin tarz ve formunun nasıl olacağı, tıpkı “Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar (Hadid, 57:27) mealindeki ayetin manasına uygun (Allah'ın gözetimine ve sorgusuna dahil) olarak akli şeriata bırakılmıştır.
İşte bu husus, Müslümanların din ve devlet işlerini birbirinden ayırmayışlarının; Hz. Peygamber'in (sav) ve onu izleyen dört halifenin ardından kabile asabiyetiyle kurulan devletlerin dini gözettikleri kadar, kendi iktidarlarının toplum tarafından benimsenmesini ve bunda sürekliliği de gözetmeleri nedeniyle, din-iktidar ilişkileri, o günden bugüne artan problemlerle birlikte devrolmuştur.
Anadolu merkezli olarak bu sorunun ortaya çıkışında ise sufiliğin etkin olduğu bilinen bir şeydir.
İran'da İslam'ı kabul edip ancak henüz tam Müslümanlaşmamış olarak Anadolu'ya intikal eden Türklerin, din adına yol açabilecekleri tahribatı önleme konusunda ilk zihin yoranlar Abbasi halifeleridir.
Nitekim, sufilik akımının Abbasiler'deki en güçlü kollarından biri olan ( ve övgüsü / teşviki
Hasan-ı Basrî'ye
kadar dayandırılan)
Fütüvvet'in
Anadolu'da Ahi Evren (Mahmut el Hoyi; ö.1261) tarafından kuruluşu,
en-Nasır Lidinillâh'ın
(1180-1225) zamanına denk düşmektedir.
Ahi Evren'in, Anadoludaki şartlara uygun olarak yeniden yapılandırdığı bu örgüt (
Ahilik
) sayesinde, toplum üzerinde neredeyse Sultan
I. Alaeddin Keykubat
kadar etkiliyken, aynı nedenle iktidar oyunlarına adı karıştığı için cezalandırıldığı, Mevlevilik'le çatıştığı tarihi kayıtlarda yer almaktadır.
Sadece Ahi Evren ismi ve onunla bağlantılı tarihi dedikodular bile tek başına göstermektedir ki, sufilik, iktidarı belirleme, muktedirlerle ilgili lehte ve aleyhte kamuoyu oluşturma, yeni devletin (Osmanlı'nın) kuruluşuna hizmette bulunma… konularında önemli bir güce / etkiye sahip olmuştur.
Bu güç Osmanlı'da, İstanbul'un fethine kadar
Bektaşilik
, Cumhuriyet'e kadar
Nakşilik
, 1924-1950 yılları arasında Kemalizm tarikatları tarafından temsil edilmiştir.
Kemalizm'i
bir tarikat olarak niteleyişim, işlevlerini tamamlamış olmaları nedeniyle kapatılmayı hak eden tekke ve zaviyeleri kapatabilmesine rağmen, sufilikte bir tecdide yönelerek dini hayatı normalleştirmek yerine, Abdurrahman Aslan'ın kelimeleriyle, kendisinin “sadece iktidar alanının değil, aynı zamanda şeriat alanının da belirleyicisi olmaya” başlaması nedeniyledir. (Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yay., İst., 2010).
CHP'nin halkla yakınlaşma niyetiyle tekke ve zaviyeleri kısmen açmasını (1950) takiben, DP ve onu izleyen iktidarlarla birlikte, önceki yazımda zikrettiğim 5 tip tarikat kendi niyet, meslek ve meşreplerine uygun olarak devletle tekrar önce flört etmeye, sonra da ona istikamet biçmeye (paralel yapılar oluşturmaya) başladılar.
Bunda, yukarıda belirttiğim din-devlet işlerinde ayrılmama nedenin bir öz olarak varlığını sürdürmesinin etkili olduğu düşünülebilirse de, asıl (maddi ve manevi bir güce erişmek için) dini anlayışı istismar etme boyutunun daha baskın çıktığını belirtmemiz gerekir.
Gelinen bu noktada, Müslümanların devletten pay alma düzeyine göre birbirlerini “devletçi” olmakla suçlamaları vakayı adiye haline gelirken,
sufilikle birlikte
yeni zamanda devletle sahih ilişkinin tekrar nasıl kurulabileceği sorusu ise henüz sorulmadı.
twitter.com/OmerLekesiz
#Kemalizm
#tekke
#chp
#Abdurrahman Aslan
#Din
#insan
#toplum
#akli şeriat
#Nakşilik
#Bektaşilik