İç savaş, darbe, 3. dünya savaşı

04:0018/10/2015, Pazar
G: 13/09/2019, Cuma
Merve Şebnem Oruç

Var olduğumuz coğrafyada yaşanan çalkantılar, doğal olarak Türkiye'yi de etkiledi. Arap Baharı'nın Suriye'de karşı karşıya kaldığı karşı devrim sonucu bir vekalet savaşına dönüşüp önce bölgesel, ardından küresel bir çatışma ortamını tetiklemesi sonucu, Türkiye de bu sıkışmadan fazlasıyla etkilendi. 2011 yılı itibarıyla gerek milli güvenlik gerek taşıdığı bölgesel riskler nedeniyle Ankara, Esad rejimini uzunca bir sure reform yapmaya davet etti. Bu bağlamda devlet ve hükümet yetkilileri Şam'a ziyaretlerde

Var olduğumuz coğrafyada yaşanan çalkantılar, doğal olarak Türkiye'yi de etkiledi. Arap Baharı'nın Suriye'de karşı karşıya kaldığı karşı devrim sonucu bir vekalet savaşına dönüşüp önce bölgesel, ardından küresel bir çatışma ortamını tetiklemesi sonucu, Türkiye de bu sıkışmadan fazlasıyla etkilendi. 2011 yılı itibarıyla gerek milli güvenlik gerek taşıdığı bölgesel riskler nedeniyle Ankara, Esad rejimini uzunca bir sure reform yapmaya davet etti. Bu bağlamda devlet ve hükümet yetkilileri Şam'a ziyaretlerde bulunarak rejimi reformlara ikna etmeye çabaladı. Bu çağrılar sonuç vermeyip Esad rejimi henüz eline silah almamış sivilleri öldürmeye devam ettikçe, Ankara tarafından Şam yönetimini hedef alan ambargolar devreye sokuldu. Türkiye'nin, ABD liderliğinde kurulan ve 114 ülkeden oluşan Suriye'nin Dostları grubuna katılarak diğer ülkelerle birlikte Suriye muhalefetini Suriye'nin tek meşru temsilcisi olarak görmeye başlaması tüm bu çabaların ardından gerçekleşti.

Bugün söz konusu Suriye'nin Dostları grubundan eser kalmadı. Türkiye, Katar, Fransa gibi ülkeler, verdikleri sözde durma konusunda istikrar gösterse de ABD gibi bu işin aslında başını çekenler 2012'den bu yana sıkça politika değiştirerek, ya tutarsızlıkla ya da gizli ajandalarla açıklanabilecek şekilde, kirli savaşın beş yaşına girmesinde önemli rol oynadı. İlginçtir, bugün Ankara'yı kör bir 'Esad karşıtlığı' ve hatta 'IŞİD destekçiliği' ile suçlamaya cesaret edenler arasında bir grup olan Gülenciler, Türkiye'nin Suriye'de çıkan ateşi diyalogla söndürmeye çabaladığı süreçte NATO müdahalesini dahi dile getirmekteydiler. Bugün artık, İran-P5+1 ülkeleri arasında imzalanan nükleer anlaşması sonucu ağızlarına almadıkları 'Pers düşmanlığı' o günlerde hemen hepsinin ortak özelliğiydi. Muhalifler ve Arap Baharı'nı başından beri takip eden Arap medyası içinde pek çok kişi, Gülencilerin kendilerine karşı tavrının bir gün içinde değiştiğini söylüyor; “Her gün onlarca kez arayanlar, bir anda telefonlarını dahi açmamaya başladı,” şeklinde benzer cümleler kuruyor. Bu değişimin, ABD'nin Suriye politikası değişikliğiyle yaşandığına kuşku yok.

Gülencilerin, bugün gerek Türkiye'nin dış politikası gerek azılı Erdoğan karşıtlığında ittifak içinde olduğu bir diğer grup ise başından beri Esad rejiminin yanında duruyor. Yüzbinlerce insanın ölümüne ve milyonlarca insanın mülteci konumuna düşmesine neden olan bir rejimin desteklemenin yanı sıra bu grup, bu uğurda “Türkiye İran oluyor” diyerek çizdikleri resme malzeme yaptıkları İran'la da 'İmamın ordusu' dedikleri Gülencilerle de müttefik oldu. Bu garip ittifaka her iki grubun da, Çözüm Süreci'ne karşı olacak kadar Kürt düşmanlığıyla karıştırdığı PKK da katılınca karşımıza ilginç bir şer ekseni çıktı. Ve bu eksen, Ankara'yı hem Orta Doğu'yu mevcut kaotik haline getiren politikaların mimarı hem de kendini dev aynasında gören yalnız, zayıf ve hasta bir yönetim olmak gibi birbiriyle çelişen şekillerde çokça kez suçladı. Aralarında suçlamanın ötesinde devlet politikalarını sabote etmek ve bu amaç uğrunda seçilmiş cumhurbaşkanı ve hükümete meşruiyetini kaybettirmek ya da yönetme becerisini yok etmek için saldıranlar da oldu. Bu çok katmanlı, çok değişkenli, çok ortaklı cephenin, Suriye meselesinin sonucunun, yeni bir Orta Doğu düzeninin belirleyicisi olacağı, bunun yeni Türkiye iddiasıyla da bağlantılı olacağı ve bu ikisinin birbirini besleyeceği gerçeğine karşı bir dirençle ortaya çıktığı muhakkak. 'Eski' ile 'yeni'nin mücadelesinin Türkiye ayağında 'yeni'ye karşı savaş verenlerin bir bölümü Türkiye'nin NATO paktının ikiletmeyen bir emir eri olmasından, diğer bölümü ise Batı ittifakına karşı Doğu Bloku'nda yer almasından yana iken, bugün ikisini bir araya getiren şey, tarafı olmak istedikleri düzenin topyekün tehdit altında olması. Bu nedenle devrimler ve halk isyanları, karşı devrimler ve terör eylemleriyle karıştırılıp siville muhalif savaşçının, muhalifle teröristin, gazeteciyle ajanın, özetle akla karanın birbirine geçtiği postmodern bir asimetrik savaşın içine sokulan bölgede, Türkiye'de de bunun benzeri bir senaryonun hayata geçmesi için çaba sarf ediliyor. Son üç yıldır seçimle halk iradesine çeşitli şekillerde saldıran bu ittifak, başarıya ulaşamaması neticesinde artan terör olaylarının da katkısıyla, giderek artan sıklıkta 'iç savaş' ve 'darbe' gibi tehditleri de söylemle kullanıma sokuyor. Bu tehditlerin küresel versiyonu olarak '3. dünya savaşı' da siyasetin elitleri tarafından ağza alındığında artık kimseyi şaşırtmıyor.

'Yeni' ile 'eski' arasındaki bu kavga devam ettikçe aradığımız huzura kolayca kavuşamayacak olabiliriz; ancak ekonomisi tüm küresel belirsizliğe rağmen hala güçlü bir şekilde ayakta olan, çıkarılmaya çalışılan etnik ve mezhebi çatışmalardan etkilenmeyen ulusal ordusunun gücü, kendi teknolojisini de üretmeye başlamasıyla giderek artan bir Türkiye için, Orta Doğu'da gördüğümüz şekilde bir iç savaş tehdidinin gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Söz konusu 'iç savaş' söylemlerinin artırılmasında, devlet, millet ve özellikle ordu üzerinde 'darbe'yle sonuçlanabilecek bir baskı oluşturma amacının yattığı açık. Ancak bu tehdit de, her ne kadar geçmişi darbelerle dolu bir ülke için gerçeğe daha yakın gelse de, çok zor bir ihtimal. Eğer yeni Gladio olarak çalışan Gülen örgütü ordu içinde güçlenebilme şansı bulsaydı bugüne kadar bunu çoktan görürdük. Fethullah Gülen, 17-25 Aralık'ın birkaç gün öncesinde, “Yaşlı başlı adamlar böyle orada hesap verince ciğerim yanıyor benim. Elimde bir imkan olsa, ben onların hepsine serbestsiniz derim,” mesajıyla askere açıktan dahi mesaj göndermek zorunda kaldı ancak kurulan kumpasın kurbanı olanlar, Ak Parti'ye kızgınlıkları olsa da, bu işin sorumlusunun Gülenci örgüt olduğunu, bu işin Batı'da belirli odaklardan talimat gelmedikçe gerçekleşemeyeceğini ve Balyoz gibi davaların da bugünkü durumla bağlantılı olduğunu görebiliyor. Öte yandan TSK, eskiden olduğu gibi NATO emriyle darbe yapan bir ordu değil artık, TC'nin çıkarlarını tüm baskıya rağmen kalan her şeyin üstünde tutuyor. Buna bağlı olarak, her ne kadar çokça arzulayanı olsa da bir darbe ihtimalini de zayıf görüyorum.

Peki dünya 3. dünya savaşına sahne olur mu? Küreselleşen ekonomisiyle dünya, tüm ülkeleri birbirine demir halatlarla bağlamış durumda, birinde kelebek uçsa ötekisi etkileniyor ve bu girift yapı birinin diğerine doğrudan saldırmasını zorlaştırıyor. O nedenle bugün bu yüzden bu kadar çok vekaleten yürütülen savaş görüyoruz veya IŞİ gibi terör örgütlerinin bahane olarak kullanılışına şahit oluyoruz. Pakistan, Çin ve hatta Kuzey Kore gibi ülkelerin sahip olduğu nükleer silahlar, öncekilerden çok daha korkunç sonuçlar doğurabileceği için bir dünya savaşı başlatmayı ve ortaya çıkabilecek yıkımı göze alınamaz hale getiriyor. Lakin iç savaşlar ve şiddetlenen çatışmalar, artan terör ve 60 milyonu aşan mülteci sayısıyla, dünyayı bu duruma sokanların dahi kontrolünden çıkan ve sonucunu öngöremediği bir hal almış vaziyette. Dünya bilindik bir şekilde bir dünya savaşına sahne olmayabilir bugün için; ancak postmodern çağda yepyeni gayrinizami savaş stratejileriyle yürütülen bir harp dönemine çoktan girmiş durumda.
#İç savaş
#darbe
#postmodern çağ
#3. dünya savaşı