Öz değeri kullanım değerine eş kalabalıklar

00:009/01/2011, Pazar
G: 4/09/2019, Çarşamba
Dücane Cündioğlu

— “Millî şuur garp terbiyesiyle başlar. Bizi şarklı olmaktan uzaklaştıran şey Türk olmaya, millî olmaya yaklaştırdı.”Aralık 1941''de Falih Rıfkı Atay aynen böyle yazıyordu. Şarklı olmak, onun gözünde müslüman olmakla eşti. Müslüman olmaksa köylü olmakla...O garp terbiyesi... o menhus virüs ne güçlüymüş ki hâlâ başımızla gövdemizi birleştiremiyoruz. Aklımızla kalbimizi. Geçmişimizle bugünümüzü.Zavallı Falih Rıfkı, işlevinden başka bir hususiyeti yoktu. Ömrü kullanım süresi kadardı. Sadakatle

— “Millî şuur garp terbiyesiyle başlar. Bizi şarklı olmaktan uzaklaştıran şey Türk olmaya, millî olmaya yaklaştırdı.”

Aralık 1941''de Falih Rıfkı Atay aynen böyle yazıyordu. Şarklı olmak, onun gözünde müslüman olmakla eşti. Müslüman olmaksa köylü olmakla...

O garp terbiyesi... o menhus virüs ne güçlüymüş ki hâlâ başımızla gövdemizi birleştiremiyoruz. Aklımızla kalbimizi. Geçmişimizle bugünümüzü.

Zavallı Falih Rıfkı, işlevinden başka bir hususiyeti yoktu. Ömrü kullanım süresi kadardı. Sadakatle vazifesini yerine getirdi; hem de kilidi bozuk bir pranga kadar... dişleri birbirine geçmiş, paslı ve belleksiz bir kelepçe kadar...

Abdullah Cevdet.... Hüseyin Cahit Yalçın... Falih Rıfkı Atay...

Polemik isteyen hemen güncelleyip sayılarını artırsın bu isimlerin. Bugünkü karşılıklarını bulsun.

Kaç kişi hatırlar o isimleri, o sîmaları? Öz değerleriyle kullanım değerleri birbirine eş bu ser-muharrirleri?

Çok az kimse!

Vazifeleri bir değer üretmek değil, varolanı tüketmekti sadece. Varlık nedenleriydi consommation.

* * *

Fonksiyon-adamlar... yüzyıl boyunca bir consommatrice kadar işlevsel, bir bodyguard kadar vazife-şinas idiler..

Sâyelerinde yaşıyoruz hâlâ. Gölgelerinde. İzleri ayak bileklerimizde duruyor.

Kollektif bilinçdışımız bir gayyâ kuyusu kadar derin ve karanlıksa, ihtiyacımız hâline gelen işbu consommation yüzünden.

Şimdi de manevî tüketim. Hem millî, hem de manevî.

Çözümlenemez bir hâldeyiz.

* * *

Soru(n) şu:

Dindar halkımız konut mimarisinde hiçbir millî değeri, manevî ihtiyacı gözetmediği, hatta geleneksel formlara saygı bile duymadığı hâlde, acaba neden, iş mabed mimarisine gelince herhangibir değişikliğe rıza göstermiyor da meselâ camilerin çatısında muhakkak bir kubbenin olmasını istiyor?

Oysa modern şehirlerde ev ve iş yerlerinin geleceği artık toprağı değil havayı yaran gökdelenlerin omuzlarında.

Yaşam apartmanlardan gökdelenlere taşınıyor.

Hâne şurada dursun, ev sözcüğü bile çayevi, kitabevi naifliğinde.

Yurdum insanı home ve house yaşantısından bıktı, artık residence''lara koşuyor. Eve değil, apartmana değil, daireye değil, stüdyo''lara... garsoniyer kıvamında odacıklara...

İtiraf etmek zorundayız: Türkiye''nin Batılılaşma süreci çoktan sona erdi, şimdi küreselleşiyoruz.

Hızlıca.

* * *

Geçen dersin konusu René Magritte''in bir tablosuydu: “Perspective: Madame Récamier de David.”

Böylelikle bir değil iki tabloyu yorumlamak zorunda kaldım. Magritte''in yanısıra Jacques Louis David''in Madame Récamier''sini de... “La dame au sofa”yı...

Hanımefendi''nin üzerinde oturduğu ''şey''in (!) adını sordum salondakilere: sedir, koltuk, divan, yatak?.. Adını, mümkünse türünü...

Bilen demeyeyim ama en azından söyleyen bir kişi bile çıkmadı. Kayığa benzetenler bile oldu. Ben de çaresiz, uzun uzun, Madame Récamier ile Joséphine arasındaki farkları anlatmak zorunda kaldım. Yani Latin lectus''unun serüvenini, bugünkü tabiriyle dining couch''un kısa tarihini...

Türkçesini siz bulun, çünkü ne “istirahat koltuğu”nu beğeneceksiniz, ne de “dinlenme oturağı”nı...

Lokanta İtalyanca''dan, Restaurant Fransızca''dan. Masa bile Latince''den, sofra''ysa Arapça''dan... Bambaşka dünyalar... hem de kelimeleriyle değil, ürünleriyle...

Bazıları yapışmış üzerimize öylece kalmış, bazıları erimiş, bizim olmuş.

Kötü mü olmuş?

Arapça''dan, Farsça''dan aldıysak kötü olmuş, Fransızca''dan, İngilizce''den aldıysak iyi...

Öyle ya, güce tapınmak tab''ımızda var.

(Her iki anlamıyla da göçmek diye ben buna derim işte!)

* * *

Evlerimizde kullandığımız eşya adlarını biraz hatırlamaya çalışalım mı?

Tek tek meubles adları... ama önce entré, sonra salon... Karşımızda portemanteau... biraz ilerlesek belki bir canapé... belki bir bergère... muhtemelen bir console... bir comodine... bir étagère... belki de bir chiffonière... ama muhakkak bir garderobe... bir toilette... masası da yanında... hatta ışıktan koruması gerekirken ışık vermeye başlamış bir abat-jour... anlamı değişmiş bir aspirateur... arabayı garage''a çekmeli, ampoule''leri yakmalı, vase''ya çiçek koymalı, belki de balcon''a çıkıp antenne''i düzeltmeli, salon''da radio''yu açmalı, bu sırada da bagno''ya gidip bir douche almalı.

Bu sözcüklerin birkaçı İtalyanca, ama çoğunluğu Fransızca...

İşte biz, işte ev eşyalarımız!

* * *

Bilincimizin mekânı ve eşyayı biçimlendirme sorununun kökleri çok derinlerde.

Adlandırma sorunu da buradan kaynaklanıyor.

Lâtife kabilinden iki örnek daha vereyim:

1) “Yüz Numara”

Eskiden Arapça''dan alınma kenef veya helâ sözcükleri kullanılırdı, terkedildi. Bu sözcüklerin yerini ''tuvalet'' aldı, şimdi o da ayıp, artık ''lavabo''ya gidiliyor.

Peki niçin “yüz numara” denmiş, üstelik ''00'' ile gösterilirken?

00''ın Fransızcası: “sans numéro” (numarasız).

Bizim bilmişlerimiz, telâffuzundan hareketle terkibi “cent numéro” (yüz numara) okumuşlar. Hepsi bu!

2) “Su basmanı”

Türkçe bir terkib zannedilir. Su malum, basman da basmak''tan geldiğine göre sorun yok. Hâl böyleyken, bu inşaat teriminin eski binaların suyun erişemeyeceği yükselti kısmına atfen kullanılmasında ne mahzur olabilir?

Hiçbir mahzur yok, ama ne yapalım ki ibarenin aslı Fransızca: “sous bassement” (alt zemin).

* * *

Ne gülüyorsun dostum, anlattığım senin hikâyen!