Türkiye’nin merhametli kalbi
Sami Efendi'nin Peygamber'i taklit konusundaki titizliğine dair pek çok anlatı mevcut elbette. Yeridir diye birini analım: “Çalıştığı kurumda telefonlara da bakar Sami Efendi. Bir keresinde patron da odadayken telefon çalar. Açar telefonu, o esnada patron “ben yokum! Aman ha benim olmadığımı söyle” anlamında kafasıyla işaret yapar. Sami Efendi, telefonu kapatmaz bile, ahizeyi o haliyle masaya bırakır. Kâtip kolluklarını çıkarır ve ceketini giyer... “Yalanın olduğu bir yerden bize bir hayır gelmez, eyvallah bana müsaade” der. Ve çeker gider.” Cins Dergi, Mahmut Sami Ramazanoğlu'nun bilinmeyenlerini anlatı.
Walt Whitman'ın öldüğü sene doğdu. Osmanlı Adana'sında. Ne ilgisi var diyeceksiniz biliyorum. Doğrudan bir ilgisi de yok zaten. Whitman, 'büyüklerinizi onurlandırın' derdi ya. Onurlandırabileceğimiz değilse de adını anınca onurlanacağımız 'büyüklerimiz'den biriydi Sami Efendi. Burada olsa ve oturup birlikte Whitman'dan söz etsek emin olun sukut edip dinlerdi bizi, kırmazdı kalbimizi. Öyle güzel, öyle hoş, öyle tatlı bir adamdı. Harflerin bütün anlamlarıyla, gerçekten bir insandı. Aynı çağda yaşadık onunla, aynı göğe baktık ve fakat haberimiz yok.
Açık konuşalım. Zihnimizdeki klasik şeyh efendi fotoğrafına bile uymayan bir görünüşü vardı. Fotoğrafına bakın. Eski kıyafetler içindeki bu hırpani görünüş, bu dizlerinin üzerine çökmüş zayıf ve ince beden bir dilenciyi andırıyor, evet. Önüne serilen dünyaları elinin tersiyle iten bir dilenci, bir asra yakın süren ömrünün hülasasında vermekten başka bir şey yapmamış bir dilenci, kalbine düşürülen on binlerce başka kalbin aşkla baktığı bir dilenci. Peygamberi hatırlatan tavırlarıyla bu mümin ve mütevekkil çehre, hepimizde olan ve adını koyamadığımız dertlerimizin de çaresiydi.
Evde merhamet, okulda hukuk, dergâhta irfan işlenen berrak kalbi, daha genç bir üniversite talebesiyken bile kalplere ateş düşüren geleceğin o 'büyük adam'ını haber veriyordu şüphesiz. Hem okula hem dergâha devam ettiği günlerde, Beyazıd dersiamlarından Rüşdü Efendi'nin bir teklifiyle bütün hayatı değişti: “Evladım Sami, gel seni Esad Erbili'ye götüreyim” cümlesiyle gözlerini Kelami Dergahı'nda açtı. O ilk karşılaşmayı bizzat kendisi anlatıyor: “Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi Hoca: Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin Efendi'nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi” deyince; birden Üstâdımız Es'âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim evlâdımız” buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordular. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur'ân-ı Kerîm tilâveti, Delâil-i Hayrât diye cevâb verdim. “Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî zikre başlayacaksın buyurdular ve fakîre inâbe verdiler.”
Biliyorum, yaşadığımız çağla bir ilgisi yok bütün bunların. Günü geçmiş bir ihtiyar ve hikâyesi işte sadece. Böyle diyecekler biliyorum. 'Fakire inâbe verdiler' diyor ya, sen ve Google… Beni anlıyorsun değil mi? Aslında büyüklerin hikâyesine bakınca anlaşılıyor, nasıl da yapış yapış bir hayat yaşadığımız, nasıl da bayağı seslerin etrafında ömür tükettiğimiz, nasıl da zevksiz bir iştihanın sahibi olduğumuz. 'Fakire inabe verdiler…' Bu, 92 yıllık ömrü boyunca tek bir kalbi bile incitmemiş merhamet anıtının tek bir sözüydü. Tevazunun ve büyükleri bilmenin büyüklüğü…
Ancak Tek Parti devresi sona erdikten sonra İstanbul'a geri dönebildi. Önce Beyazıd Laleli'de sonra Erenköy'de ikamet etti. Oturduğu her muhit, sevenlerinin halkalar halinde etrafını sarmasıyla güzelleşiyordu. Erenköy güzeldir ya, sadece bundan dolayı bile değil. İstanbul'da ise geçimini Tahtakale'de yine bir ticarethanenin muhasebe defterlerini tutarak sağlıyordu. Sevenleri günden güne dalgalar halinde büyümüştü. Önce İstanbul'u sonra Türkiye'yi ve giderek dünyanın pek çok yerinde bir iyilik ve irfan hareketine dönüşmüştü gönüllerde yaktığı ışık.
Sami Efendi'nin Peygamber'i taklit konusundaki titizliğine dair pek çok anlatı mevcut elbette. Yeridir diye birini analım: “Çalıştığı kurumda telefonlara da bakar Sami Efendi. Bir keresinde patron da odadayken telefon çalar. Açar telefonu, o esnada patron “ben yokum! Aman ha benim olmadığımı söyle” anlamında kafasıyla işaret yapar. Sami Efendi, telefonu kapatmaz bile, ahizeyi o haliyle masaya bırakır. Kâtip kolluklarını çıkarır ve ceketini giyer... “Yalanın olduğu bir yerden bize bir hayır gelmez, eyvallah bana müsaade” der. Ve çeker gider.”
1892 senesinde Adana'da doğdu. O doğduğunda Devlet-i Aliyye, ömrünü tamamlayacak son nefesi çoktan çekmiş bulunuyordu. Türkiye'nin en karışık yıllarıydı, birbiri ardına düşen topraklara, o topraklarda tek tek uydurma devletlerin kuruluşuna, ittihatlara ve terakkilere, Anadolu'nun işgaline, İstiklal harbine, Atatürk'e, tekkelerin kapatılmasına, İnönü'ye, şapka inkılabına, şeyhlerin öldürülmesine, radikal modernleşmeye, Kıbrıs savaşına, gümrük birliğine ve daha pek çok karanlık kuyuya bizzat şahitlik eden bedeni elbet yorgun düşecekti. Dahası memleketi düşmandan temizleyen vatan evlatlarının sanık sandalyesine oturtuluşuna da şahitlik edecekti. Doğduğu dünya, yorulacağı bir dünyaydı ve bunu biliyordu.
İlk mektebi elbette ailesiydi. Babası Mücteba Efendi ve annesi Ümmügülsüm Hanımefendi'nin riyazetinde edeple, erkânla ve merhametle eğitilmiş bir çocukluk. Yüksek tahsiline kadar bütün okul eğitimini Adana'da almış, yüksek tahsil için İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girmişti. Üniversite için geldiği İstanbul'da birincilikle bitirdiği Hukuk Fakültesi'ne devam ederken aynı günlerde yolu Gümüşhanevi Dergahı'na da düşmüştü. Hikâye aslında tam da burada başlıyordu. Bu zayıf ve sakallı gericinin daha sonra kapatılacak olan o mübarek tekkelerin eşiğinden geçmesiyle.
Cihan harbinin tam ortasında kalmış bir ülkede, genç bir talebeydi. Hani Çanakkale konulu programlarda, şık ceketli ablaların 'binlerce üniversite talebesi şehit düştü' diye anlattığı üniversite talebeleri var ya, işte o talebelerin tamamı arkadaşıydı. Askerliğini yedek subay olarak İstanbul'da yaptı. Çanakkale savaşlarına katıldı. Seyyid Çavuş, Agamemnon Zırhlısını boğaza gömmek için 276 kiloluk mermiyi sırtladığında, Sami Efendi de o cephe hattındaydı. Evet, bu mürtecilere Türkiye'nin sadece ruhunu değil, bedenini de borçlusunuz ne yazık ki, matruş suratlı baylar ve şık ceketli bayanlar.
Şeyh Esad Erbilli Efendi'den irşad vazifesi almıştı. Ve sonra tekkeler kapatıldı. Tekkeler vardı ve kapatıldılar. Bakmayın kapatıldı dediğimize… Onlar mı açtılar ki onlar kapatabilsinler? Kapatamadılar haliyle. Aksattılar sadece. Tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana'ya döndü ve yaklaşık yirmi yıl boyunca orada Adana Ulu Camii'de ve özel olarak evlerde irşad vazifesine devam etti. Maişetini de bir kereste ticarethanesinde muhasebe defterlerini tutarak karşılıyordu. Hac yolu açıldıktan sonra önce Hacca ve sonra Şam'a giderek 9 ay orada kaldı.
Bir incelik anıtı, bir nezaket abidesiydi. 'Musafaha için kıyam lazımdır' derdi her seferinde. Kendisini ziyaret eden bütün sevenlerini karşılamak için ayağa kalkardı. Hastayken bile. En koyu zulüm devresinde bile sünnete titizlikle ittiba edilebileceğini tüm dünyaya göstermişti. Politik tartışmaların, gündelik siyasetin çok uzağındaydı. İşi belli, yolu belli, yordamı belliydi. Günde iki öğünden fazla yemeyen, çok az uyuyan ve sohbetler dışında pek az konuşan bir insan düşünün. Torunu yaşındakilere bile hitap ederken 'efendi' yahut 'bey' gibi sıfatları isimlerine ekleyerek kurardı cümlelerini. Böylesine nazik, böylesine hürmetkârdı. Nefis terbiye ve tezkiyesinden başkaca bir şey nasihat etmezdi. Hemen her sohbetine 'kalb-i selim'den söz ederdi ki kendi şerhiyle 'incinmemek ve incitmemek' diye açardı bunu. Nasıl ama? Cumhuriyet Gazetesi'nin aslında kalplerindekini resmettiği bütün o şeyh efendi karikatürlerine nasıl da uyuyor değil mi?
Şimdilerde ısrarla ve inatla yan yana getirilmeye çalışılan 'para' ve 'hizmet' kelimelerini aynı cümlede kuranlara ve bu iki kelimenin aynı cümlede kurulmasına sebep olanlara en net ve en keskin örnek bizzat Sami Efendi'ydi. Kendisine getirilen bütün kıymetli hediyeleri, üzerinden bir gün bile geçmeden hemen aynı gün ihtiyacı olanları bulup vermek konusunda hassastı. Kendisinden bir şey isteyip de eli boş dönen hiç kimse olmamıştı. Şöhretten ve aşırı hürmetten rahatsız olurdu. Tahtakale'de çalıştığı yıllarda öğle ve ikindi namazlarında devam ettiği Rüstempaşa ve Marpuççular camilerinde kendisini tanıyan cemaatin aşırı tazim ve hürmetinden rahatsız olup, namazları için başka mekânlar aramıştı.
Ömrünü yoluna feda ettiği Peygamber'in yanı başında yaşamak ve ruhunu o topraklarda teslim etmek için Medine'ye gitmeyi, orada yaşamayı çok istiyordu. En son 1979 yılında İstanbul'dan Medine'ye gitmiş ve 12 Şubat 1984'te vefat etmişti. Cennetü'l Baki'de Ebu Said El Hudri ve Fatıma binti Esed'in yanı başına defnedilmişti. 'Umudu kalmamış kuşlara baktım' diyor ya şair. Umudu kalmamış kuşların da umuduydu Sami Efendi. Çehresine bakınca, bizim bütün yapaylığımızı, bütün samimiyetsizliğimizi, bütün edepten bihaber ahvalimizi nasıl da yüzümüze vuruyor değil mi? Kimdi Sami Efendi? “Edeb bir tâc imiş nur-i hüdadan, Giy ol tâcı emin ol her beladan” diyen bir peygamber aşığıydı.
#Cins Dergi
#Mahmut Sami Ramazanoğlu