
Mevlânâ, kaygıyı yok edilmesi gereken bir zayıflık olarak değil, doğru yönlendirildiğinde insanı olgunlaştıran bir imkân olarak görür. 13. yüzyılın yıkım ortamında geliştirdiği irade ve sorumluluk temelli yaklaşım, günümüz insanına da huzurun yolunu göstermektedir. Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Ramazan Altıntaş yazdı.
İnsanın manevî hayatı, düz bir çizgide ilerlemez; inişler ve çıkışlar, daralma ve ferahlama, kaygı ve huzur arasında salınır. Mevlânâ’nın insan psikolojisine dair yaklaşımı, bu dalgalanmayı inkâr etmek yerine anlamlandırmaya yöneliktir. Ona göre kaygı, insanın varoluşuna eşlik eden doğal bir durumdur; asıl mesele, bu kaygının insanı edilgenliğe sürükleyip sürüklemediğidir. Hayat, varlık ve yokluk, sevinç ve acı gibi zıtlıklarla anlam kazanır. İslam düşüncesinde dünya, insanın hem iman hem de irade bakımından sınandığı bir imtihan alanıdır. Mevlânâ, kaygıyı bastırılması gereken bir tehdit olarak değil, doğru bilinçle yönlendirildiğinde insanı olgunlaştıran bir iç uyarı olarak görür. Bu yönüyle onun düşüncesi, bireysel psikoloji ile toplumsal gerçekliği aynı potada buluşturur.
COĞRAFYA UMUTSUZ BİR HALDEDİR
Mevlânâ’nın kaygıya yaklaşımını doğru değerlendirebilmek için yaşadığı 13. yüzyıl Anadolu’sunun sosyo-psikolojik koşullarını göz önünde bulundurmak gerekir. Haçlı seferleri ve Moğol istilalarıyla sarsılan bu coğrafyada, sadece şehirler değil, zihinler ve umutlar da yıkıma uğramıştır. İbnü’l-Esîr’in Moğol zulmüne dair aktardığı dehşet verici tasvirler, dönemin insanlarının nasıl bir korku, belirsizlik ve çaresizlik içinde yaşadığını açıkça ortaya koyar. Kütüphanelerin yakıldığı, ilim merkezlerinin dağıldığı, masum insanların katledildiği bu ortamda toplum, giderek kaderci ve teslimiyetçi bir ruh hâline sürüklenmiştir. Sürekli felaketle karşılaşan bireyler, yaşananları kaçınılmaz bir yazgı olarak görmeye başlamış, irade ve sorumluluk duygusu zayıflamıştır.
CEBRİ KADER ANLAYIŞI ORTAYA ÇIKAR
Çaresizlik içinde kıvranan toplum, çözümü “cebriye akidesi”nde aramıştır. Bu anlayışa göre insan, iradesi olmayan, adeta cansız bir varlık gibidir ve bu inancı benimseyenlere “cebriyye” denir. Cebri zihniyet, alınyazısına, takdirin önceden belirlendiğine inanır ve insanı sorumlu bir varlık olmaktan çıkarır. Bu anlayış, kısa vadede insanlara yaşanan felaketleri kabullenme kolaylığı sunsa da uzun vadede ümitsizlik, atalet ve ahlâkî çözülmeye yol açar. Mevlânâ, insanı iradesiz bir varlık hâline getiren bu düşüncenin hem iman hem de psikoloji açısından son derece yıkıcı olduğunu dile getirir. Ona göre cebrî kader anlayışı, insanı sorumluluktan uzaklaştırır ve içsel dönüşüm imkânını ortadan kaldırır.
ÖNCE SORUMLULUK BİLİNCİ GEREKİR
Mesnevî’de Hz. Âdem ile İblis kıssasını bu bağlamda yorumlayan Mevlânâ, özgür irade ile cebrî zihniyet arasındaki farkı çarpıcı biçimde ortaya koyar. Hz. Âdem hatasını kabul edip tövbe ederek iyileşme yoluna girerken, İblis suçu Allah’a yükleyerek inkâr ve kibirde ısrar eder. Bu karşıtlık, insanın huzura ulaşabilmesi için önce sorumluluk bilinci geliştirmesi gerektiğini gösterir.
Mevlânâ’ya göre insan, cüz’î iradeye sahip özgür bir varlıktır ve eylemlerinden sorumludur. İlâhî irade, insanın özgürlüğünü ortadan kaldırmaz; aksine onu anlamlı kılar. “Allah yaratıcıdır, insan kazanıcıdır” ilkesi, Mevlânâ’nın dinamik teoloji anlayışının merkezinde yer alır. Bu bakış açısı, insanı kaderin pasif kurbanı olmaktan çıkararak bilinçli bir özne hâline getirir. Allah, kuluna gücünün yetmeyeceği bir sorumluluk yüklemez; teklif, insanın kapasitesiyle doğru orantılıdır. Mevlânâ bu düşünceyi günlük hayattan verdiği örneklerle somutlaştırır: Zenginliği olmayan birinden zühd, düşmanı olmayan birinden savaş, malı olmayan birinden infak beklenemez. Bu örnekler, insanın hem irade hem de imkân bakımından donatıldığını ve bu donanımın sorumluluk doğurduğunu gösterir. Böyle bir bilinç, kaygıyı besleyen çaresizlik duygusunu zayıflatır ve insanı aktif bir hayat anlayışına yönlendirir.
İNSANI OLGUNLAŞTIRIR
Mevlânâ’nın kaygı, gam ve kedere dair yaklaşımı, modern psikolojideki direnç ve anlam arayışı kavramlarıyla da örtüşür. Ona göre gam her zaman olumsuz değildir; doğru bakış açısıyla ele alındığında insanı olgunlaştıran bir öğretmen hâline gelebilir. İstiğfar, sabır ve Allah’a yöneliş, gamı yıpratıcı bir yük olmaktan çıkarıp dönüştürücü bir sürece dönüştürür. “Allah’a av olursan gamdan azade olursun” ifadesi, insanın ilâhî aşka yöneldiğinde iç huzura ulaşacağını anlatır. Bu, bilinçsiz bir teslimiyet değil; iradeyle yapılan, güvene dayalı bir yöneliştir. İnsan kendi iradesiyle Allah’a yöneldikçe, kaygılarını kontrol edebilecek güçlü bir iç dayanak geliştirir. Gam, Allah’ın izniyle mutluluğa dönüşebilir; sabır ise pasif bir bekleyiş değil, varoluşun en güçlü direniş biçimidir.
ÜMİTSİZLİKTEN UMUDA AÇILAN KAPI
Sonuç olarak Mevlânâ, kaygıyı yok sayan değil, onu iman, irade ve sorumluluk bilinciyle dönüştüren bütüncül bir yaklaşım sunar. İnsan hata yapabilir, düşebilir ve yorulabilir; bunlar insan olmanın doğal parçalarıdır. Asıl tehlike, ümitsizliğe kapılıp hareketsiz kalmaktır. Mevlânâ, Kur’an’ın “hoşlanmadığınız şeylerde bile sizin için bir hayır vardır” mesajıyla uyumlu biçimde, acı ve sıkıntıların insanı olgunlaştırabileceğini vurgular. Kötülüklerin insanı tüketmesine değil, direncini artırmasına izin verilmelidir. Nihayetinde huzur, dış koşullarda değil; affeden, sabreden ve şükreden bir kalbin içinde filizlenen ilâhî bir bahardır. Mevlânâ’nın çağrısı, kaygının son değil, doğru yöneldiğinde insanı huzura taşıyan bir başlangıç olabileceğini hatırlatır.







