Çocuk edebiyatı aktarım yapan, kültür taşıyıcısı bir özelliğe sahiptir. Karakter gelişimi ve kimlik oluşumu döneminde çocuk ya da gencin beslendiği kaynak ne kadar bulunduğu coğrafyadaki değerlere ait öğelerden oluşursa ileride içinde yaşadığı toplumla da bir o kadar barışık bir yetişkin olacaktır. Zengin, kültürel birikime sahip bir coğrafyada yaşıyoruz. Kadim dil ve kültür geleneğine sahip bir milletiz. Metaforik ve felsefi anlatım noktasında geçmişte çok nitelikli eserler vermişiz. Sözlü ve anlatı kültürümüzdeki birikimimizin bazı örneklerini günümüze kadar getirebilmişiz. Hicivde, mizahta, söz sanatlarında inanılmaz çeşitliliğimiz mevcut iken bu topraklardan beslenmemek, bunu devam ettirmemek sanırım çocuklarımıza ve gençlerimize yapacağımız çok büyük bir haksızlık olacaktır.
Röportajı başlatan cümle ile cevap vermek istiyorum. Doğu entelektüelliğiyle Küçük Prens gibi eserler vermek bir yandan benim yazma motivasyonumu oluştururken, metinlerin yaşsızlığı da dikkat ettiğim bir diğer ölçüt olmuştur. Eserlerimi kaleme alırken yaş ile ilgili bir kaygım yok, bu kitaplık tasnifinde zorlayıcı olduğu için daha çok yayıncının kaygısını oluşturuyor. Çünkü ülkemizde henüz böyle bir kategorimiz oluşmadı. Bu tarz kitapların kategoriler içinde sınıflandırılıyor olması okuyucuyu sınırlandıran bir şey esasında. Örneğin webdeki kitap yorumlarına
baktığımda “Buna çocuk kitabı demişsiniz ama bunu her yaştan okur okumalı,” “Sadece çocuklar okumamalı, bu metin 7’den 70’e hitap ediyor.” minvalinden yorumlara sıklıkla şahitlik ediyorum. Okuyucu kitlesinin sınırlandırılmış olması beni zaman zaman kaygıyla buluştursa da kendimi bu noktada kısıtlamamaya özen gösteriyorum. Çok katmanlı okumalar aslında kitabı tekrar tekrar okumayı da beraberinde getiriyor. Benim bu şekilde okuduğum pek çok kitap var. Örneğin Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” eseri... Kaç kere okuduğumu hatırlamıyorum. Ama her okuduğumda yeniden bir şeye vakıf olduğumu fark etmiş olmak, ben de o kitabı ileriki zamanlarda yeniden okuma arzusunu da beraberinde getiriyor. Çok katmanlı metinlerde okur
zaten bir seferde mesajın tamamını almaz, yazarın da böyle bir kaygısı yoktur. Okur, ihtiyacı kadarını alır. Metin de her okunduğunda ihtiyacı kadarını okura verir. Çok katmanlı metinleri okumanın kıymeti de zaten buradan gelir. Tıpkı tefeül açmak gibidir. Kısacası yeniden okumakla her seferinde farklı bir şeyin farkındalığına kavuşuyor olmak bir kitapta beni en çok büyüleyen şey olduğundan, böyle bir eser inşa etmeyi de çok önemsiyorum. Kitaplarımda metafor kullanımına da bilhassa özen gösteriyorum. Metoforların kullanıldığı metinler, derinlikli okumaya da çok müsaade ediyor. Bazen kitabımın içinde geçen bir olay ya da metaforla ilgili öyle yorumlar alıyorum ki hayretler içerisinde kalıyorum. Düşündürdüğü şey yazma motivasyonumun çok üstünde bir şey olabiliyor çünkü. Ve o zaman yazmanın, yazana dahi kattıklarıyla ne kadar ilhami bir şey olduğunu bir kez daha anlamış oluyorum.
“Kervan yolda düzülür.” diye güzel bir atasözümüz var. Ben yazmaya başladığımda bu kadar çok şeyi kurgulayabilen biri değilim. Yalnızca yukarıda bahsettiğim bazı yazma motivasyonlarıyla yola çıkıyorum. Sonra yazı bana yol gösteriyor. Bir okur olarak okuduklarım bana nerede durmam ve ne kadar ilerleyebilmem için kılavuzluk ediyor. Bunun başka bir
sırrı varsa iyi kitapları tekrar tekrar okumaktan geçiyor diyebilirim.
Küçük Prens, Limon Kütüphanesi, Kumkurdu, Ayı Olmayan Ayı, Usta ve Ayı, Fil, Arnold Lobel kitapları ve Franziska Biermann kitapları.
Yığınla eşyanın hüküm sürdüğü, yürümenin ancak eşyaların üzerinden atlanarak mümkün olduğu, aranılan hiçbir eşyanın bulunamadığı bir evde geçiyor Tam 10 Yaşındayım. Evde
yemek yapmayı, yoğurt mayalamayı pratik bulmayan, işi zamanından çok olan, çeşit çeşit eşyaya sahip olmanın kendisini huzura götüreceği yanılgısına kapılan bir ebeveyne
sahip Vefa. Her istediğine sahip olmanın, ihtiyaç dışında satın almanın mutluluk getirmediğini henüz 10 yaşında fark ediyor neyse ki Vefa ve ev ahalisine daha sade bir
yaşam için yönderlik ediyor. Çatı katında biriken eşyaları ayırmakla başlıyor işe Yığınak Krallığı’nı yıkmak için. Bu işe epeyce kafa yormuş olacak ki bu çaba onu arkadaşı
Cihan’la birlikte Kral Uluga’dan Fuzûlî’ye uzanan fantastik birtakım maceralara sürüklüyor. Ayşe Mercan Kara’nın ilk kitabı olan Tam 10 Yaşındayım, hemen hepimizin
muzdarip olduğu ve üzerine daha da fazla kafa yorulması gereken tüketim çılgınlığı meselesine çocuk edebiyatı alanından çözüm odaklı bir pencere açıyor.
Kitaplarla mesafeli bir ilişkisi olan Acar’ın, Türkçe öğretmeninin kütüphanede nöbet görevi vermesiyle başlayan fantastik maceralarını konu ediniyor Sekiz Dakika. Nöbet esnasında “Hişt,çocuk” diye seslenildiğini duyan Acar bu sesin peşinden gidiyor ve gizemli bir zamanda yolculuğa çıkıyor. Onlarca kattan oluşan kitaplıktaki yolculuğun her bir rafında farklı farklı
kitapları, hikâye kahramanlarını gören Acar nihayetinde sesin sahibine ulaşıyor ve Kebikeç Dede’yle tanışıyor. Acar’ın eğitim sistemiyle, okuma alışkanlıklarıyla ilgi haklı eleştirilerini
de okuduğumuz kitapta, Kebikeç Dede’yle edebiyatın çeşitli türleri, özü keşfetme üzerine yaptıkları sohbete de kulak misafiri oluyoruz. Kültürel birikimimizden detayların
ve edebi alıntıların satır aralarına yedirildiği Sekiz Dakika 10 yaş üstü okura dili ve kurgusu kuvvetli bir anlatı sunuyor.