Yakın tarihimizde yaşadığı dönemde çok konuşulan ancak hakkında hayatta iken ve ölümünden sonra çok az şey yazılıp çizilen bir zattır Abdülaziz Mecdi Tolun.
Osmanlı’dan Cumhuriyete intikal etmiş nesil arasında çok farklı simalar göze çarpmakta. Bunlardan birisi de Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun’dur. Tasavvufi kimliğinin yanı sıra ilim adamlığı, ticaretle uğraşması, şairliği ve bizatihi siyasetin içinde mücadele etmesi ile çok farklı bir portre olarak önümüzde durmaktadır. Hakkındaki belki de tek kaynak Osman Ergin tarafından 1942 yılında kaleme alınan Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti isimli eserdir. 27 Ağustos 1941 tarihinde vefatının üzerinden 83 yıl sonra Ahmet Güner Sayar kaleminden bir vefa örneği olarak tüm yönleriyle Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun (Ötüken yay. 2024, 544 s.) kitabı yayımlandı. Daha önce yazdığı portreler ve simalarla yakın tarihimizden pek çok isme dair eksik kareleri tamamlayan Ahmet Güner Sayar Hoca bu kez Abdülaziz Mecdi Efendi’nin siyasi, ticari, edebi, tasavvufi cephesiyle derli toplu bir biyografisini ortaya koyuyor.
43 SENE EVVEL VERİLEN BİR SÖZ
Abdülaziz Mecdi Efendi halkasından Süheyl Ünver’in zamanına yetişmiş ve kendisinden önemli ölçüde istifade etmiş olan Ahmet Güner Sayar, bu eserini de yine verilmiş bir söz üzerine kaleme almış. Zira 27.11.1981 tarihinde İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde tuttuğu notlarda Süheyl Ünver Hoca Ahmet Güner Sayar’a “Sen, Mecdî Efendi üzerine kitap yazacaksın. Sana verdiklerim, bende olanların yüzde biri. Ona ait bende her şey tam. Onları sana aktaracağım. Mecdî Efendi: Süheyl! Seninle benim şöhretim bu dünyada bin yıl sürer, demişti.” (s.15) der. Daha önce de mektuplaşmaları yayına hazırlayan Adalet Çakır Çağlı’nın ifadesiyle “Abdülaziz Mecdi Tolun, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne geçiş döneminin hadiselerinin siyasi, ilmi ve irfanî açıdan tanıklığı ve katkıları ile dikkat çeken bir şahsiyettir.” Onun ancak erbabının takdir edebileceği şöhreti de tam da buradan ileri geliyor: çok yönlü bir şahsiyet olmasından. Eserde sadece mutasavvıf, şair, âlim olarak bir portre çizilmiyor, belki de en dikkat çekici yönüyle siyasi ve mücadeleci tarafı ile karşımıza bir insan portresi çıkıyor.
EDEBİYAT HOCALIĞINDAN TİCARETE GEÇİŞ
1865 yılında Balıkesir’de başlayan hayat yolculuğunda Mecdî Efendi’nin ilk mürşidi, hocası babasıdır. Babası Hafız Hasan Efendi’den hıfzını tamamlayıp, devam eden tahsil hayatı ile birlikte memleketinde Balıkesir rüştiyesinde hocalık yapmış, 1893 yılında Girit’e Hanya’ya tayini çıkmış, buradaki görevi esnasında ortaya çıkan kargaşa ve terör nedeniyle dilekçe ile İstanbul’a tayinini talep etmiş. 44 aylık bir Girit sürecinden sonra şunları söylemiştir: “Girid’in ziyaına sebep olan ihtilâl-i meşhurun mebadisinde Dersaadet’e hicrete mecbur oldum.” 1894 yılı şubat ayı içerisinde tayin olduğu İstanbul Darülmuallimin-i Aliyye edebiyat hocalığında bir yandan da Büyük Haydar Efendi’nin özel meclislerinde bulunmuş. Haydar Efendi onun için “…Hariri gibi Arapça yazar, Sâdi gibi Farsça söyler” diyerek bu kıymetli ismi takdir etmiştir. İstanbul hayatında Mecdi Efendi’yi bekleyen iki zorluk olarak maaşın yetersizliği ve dolayısıyla geçim derdi, diğeri ise memuriyetin katı kurallarının bağlayıcılığı olarak zikredilmiş. Ardından Mecdî Efendi’nin hayatında ticari hayat başlamıştır. 1897-1902 yılları arasında Konya’da zahire ticareti ile uğraşan Mecdî Efendi’nin, bu tecrübeden sonra Balıkesir’de inziva dönemi başlar. Bu dönemi Osman Nuri Ergin “Üstad’ın hem maddi, hem manevi hayatında bir dönüm noktası olarak” zikreder. Zira sekiz aylık bir cezbe halinden “umman-ı Hüda’ya doğru aktım” diyerek önce Kadiri Meşayıh’ından Ali Aşur Efendi’ye ardından on yıl sonra Fatih türbedarı Ahmet Amiş Efendiye intisap etmiş. Yaşadığı bu cezbe halinden çıkışından sonra 1903-1907 yılları arasında yeniden Konya günlerine dönen Mecdî Efendi, bir yandan Sultan Selim ve Şerafettin Camilerinde Kur’an tefsiri yanında dini ve edebi dersler verirken öte yandan Hafız Divanını okutmuş. Sayar’ın ifadesiyle Konya’nın elit münevverleri ve sufi tabasından âlim ve ariflerden örülü bir sosyal muhite dahil olarak “bezm-i muhabbet” meclisinin içinde de yer alır.
İTC’DE SİYASET VE MUHALEFET
1908 Temmuz’uyla birlikte Mecdî Efendi için siyasi dönem başlamıştır. Zira II. Meşrutiyet ilan edilmiş, İstanbul’da hükümet düşmüştür. Bu hali şu dizelerle ifade etmiştir:
“Hiddetle hurûşa geldi millet/ Düştü yere müstebid hükümet/Her çehre idi beşûş u handân/Hürriyeti millet etti i’lan” (s.81)
Mecdî Efendi Konya’da hayatını idame ettirirken kendi rızasını dahi almadan Balıkesir’li hemşehrileri gıyabında mebus olmasına karar verirler. Neticesinde Mecdî Efendi, Karesi Mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a girmiştir. Bu haberle siyasi kariyerini şu şekilde dile getirmiş:
“Açıldı bezm-i Mebusan-ı millet/ Çıkardı meşveret âsâr-ı rahmet” (s.89)
Mecdî Efendi’nin hayatında en önemli sahnelerden birisi de siyaset dönemidir. Meclis-i Mebusan’da yaptığı konuşmalar, ilmi müktesebatı, dikkatlerini üzerine çekerken içinde bulunduğu İttihat Terakki Cemiyeti’ni de rahatsız edecektir. İçeride yer alan menfaat çetelerinden uzak duran, ayak oyunlarına alet olmayanlar tercüman olan Mecdî Efendi burada da Hizb-i Cedîd adıyla yeni bir oluşuma öncülük eder. Hizb-i Cedid gaye olarak da “adab-ı diniyyeye riayet, hükümeti masonların, binaenaleyh dinsizlerin elinden kurtarmak”ı belirlemiştir. Hilmi Ziya Ülken onun için “siyaset sahasında kuvvetli bir fırkayı parçalayıp yeni bir fırka kuracak kudret ve kabiliyet göstermiş” bir isim olarak zikreder.
Tüm yürütülen mücadeleler sonuçsuz kalınca siyaseten tasfiye, 6,5 yıl Mısır’da gönüllü sürgün dönemi ve İstanbul’a 1919 yılında vasıl olur.
Bundan sonraki safhada ise ömür çizgisini bir bambaşka bir yere taşıyacak Ahmet Amiş Efendi’yle altı buçuk yıl fiziki beraberlik kurmuş ve şunu söylemiştir:
“Kitab-ı kâinatın sırrını hep sende keşfettim/Ne devlettir benim karşımda böyle bir cihan olsun.” (s.134)
Kitap yakın tarihimizin çok yönlü ve renkli siması Abdülaziz Mecdî Efendi’nin hayatının keşfine kapı aralayacaktır.