Teoman Duralı’yı ilk kez 2000 yılının bahar aylarında Kültür Ocağı Vakfı’nın Fındıkzade’deki merkezinde dinlemiştim. Çocukluk yıllarındaki Zonguldak ve Ankara’dan, gençlik yıllarındaki İstanbul’dan anlattıkları özellikle 1950-80 arasındaki Türkiye’nin sosyal tarihinin bir özeti gibiydi. Hocayla asıl tanışmamız ise yıllar sonra Kırklareli Üniversitesi’nde gerçekleşti.
Hocanın kaldığı üniversite misafirhanesi çalıştığım Kavaklı yerleşkesinde bulunuyordu. Bir sabah okula geldiğimde hocayı misafirhanenin kapısında gördüm, yanına gidip kendimi tanıttım. 14 yıl önceki konuşmasını hatırlatınca gülümsedi, “şimdi ne yapıyorsun?” diye sordu. “Hocam, Marmara Kıraathanesi hakkında bir kitap hazırlıyorum” cevabını verince yeni bir soru geldi “Sen benim büyük dayımı tanıyor musun?” “Evet hocam, Hasan Amca’yı tanıyorum, ‘Doğmayan Hürriyet’ kitabını okumuştum” demem üzerine, “Çocukluk yıllarında İstanbul’a gittiğimizde Hasan Amca beni yanına alır, şehri bir güzel gezdirirdi, onunla birlikte 12-13 yaşlarımda birkaç defa Marmara Kıraathanesi’de oturduğumuzu hatırlıyorum. Kolay gelsin bakalım.” deyip beni uğurlamıştı.
Benim kuşağımın Teoman Duralı’yı tanımaya başladığı 2000’li yıllarda hocanın geçmişte farklı yayınevlerinden çıkan telif eserleri Dergah Yayınları’nda toplanmaya başlamıştı, aynı dönemde gazete, dergi, televizyon ve internet ortamında yayınlanan söyleşi ve konuşmaları da onu takip eden insan tabakasının genişlemesine aracılık etti. Teoman Duralı’nın vefatından önce imza attığı son eser bir nehir-söyleşi çalışması oldu: “Öyle Geçer Ki Zaman: Teoman Duralı Kitabı”.
Gazeteci Ali Değermenci’nin 2019 yılı boyunca Teoman Duralı ile gerçekleştirdiği söyleşiler 2020 yılının ilk aylarında Turkuaz Kitap tarafından okuyucuyla buluşturulmuştu. Duralı’nın vefatından sonra hakkında söylenenleri okuyunca benim için en dikkat çekici boyut, özellikle onun öğrencisi olmuş, onunla birlikte çalışmış kişilerin onu sadece bilim adamlığıyla değil, hayata ve insana yaklaşımındaki farklılığıyla anmaları oldu. “Öyle Geçer Ki Zaman: Teoman Duralı Kitabı”nın bu anlamda hocanın hayat üslubuna dair ayrıntıları barındırmakla bundan sonrası için önemli bir işlev göreceğini söyleyebiliriz.
Kitabın bize sunduklarına gelince; Teoman Duralı’nın maceralara ve keşiflere açıklıkla, bilgiye açlıkla ördüğü hayat deneyimini gözler önüne seren eserin perdesi Teoman hocanın aile hikâyesiyle açılıyor. Büyükbabasının babasının Gümülcine müftülüğü, Büyükbabasının ağır ceza reisi olarak Selanik’in Langaza kazasına atanması ve babasının Langaza’da dünyaya gözlerini açışı Teoman Duralı’nın anlatımında Osmanlı’nın yıkılışı ve kaybedilen topraklardan çekilişiyle birlikte değerlendiriliyor.
Duralı, ailesinin kendisinden önceki üç kuşağını yorumlarken bir yandan da hayatın hızlı değişimine de vurgu yapıyor: “(Dedem), Sonra Langaza’dan İstanbul’a geliyor, buradan da Şam’a, Ağır Ceza Reisliğine tayin ediliyor. Yalı arabayla, karı, koca ve iki çocuk, babam ve bacısı büyük halam, bir buçuk ayda Şam’a gidiyorlar. Tarih 1913. Aynı adam, yani babam 1958’de İstanbul’dan Şam’a bu sefer uçakla bir buçuk saatta varıyor. Düşününüz! Bir ömürdeki değişime bakınız. Yalnızca buranın değil, dünyanın, insanlığın hepten değiştiği bir zaman dilimi.
Tarihte bunca ilgi çekici başka hiçbir dönem daha yoktur. İnsanlığın geçmişi üç yüz binse, onca yıldır insanlar dış güçlü, çoğunlukla hayvanların çektiği taşıtlarla hareket etmişler. Artık bunlar, birdenbire kendi kendine hareket eden nesnelerle yer değiştirmeğe başlamıştır. İnanılmaz bir şey bu. Büyükdedem ile babamın babasının babası ve ondan altı yüzyıl önce yaşamış atası arasında önemli bir yaşama tarzı farkı yoktu; ama büyükbabamın babası ile büyükbabam arasındaki yaşama tarzı farkı dünyalar kadar olmalı. Büyükbabam önünde sonunda araba, uçak, tren v.s. görmüştür.”
Teoman Duralı’nın dünyaya geldiği yer babası Sabih Duralı’nın elektrik santraline yönetici olarak atandığı Zonguldak Kozlu’dur. Kozlu’da geçen çocukluk yılları Duralı’nın hafızasına silinmez izler bırakır: “Kozlu çok dağlık bir bölgedir. Zonguldağın her yeri dağlıktır, hatta dağın olmadığı yer yok. Dağ ve yeşil; bir ormandır Kozlu. Dünyaya geldiğim mahallenin adı Kılıç. Geçen yıl bana Zonguldak Üniversitesinden fahri doktora verdiklerinde oraya gittik; gördük. O evler hala duruyor. Boş, satışa çıkarmışlar veya galiba yıkacaklar. O tepeden denizi görürsünüz.
Büyüdüğüm yer diye mi bilmiyorum, hayatımda hiçbir yer bana buradan daha güzel görünmedi. Dorukan Zonguldağın karadan girişidir. Yüksekten baktığınızda yeşil deniz, mavi denize kavuşur ve arada minareler çıkar. Çocukluğumda bunlardan başka bir şey gözükmezdi.” Duralı’nın pek çok konuşmasında ve sohbetinde zikrettiği deniz ve dağ sevgisi Kozlu’dan kaynağını alır, orada dağı ve denizi bir arada görmenin verdiği haz hayatı boyunca yeni seyahatlere ilham kaynağı olur.
Teoman Duralı, ilkokula Kozlu’da başlar, ama okula alışaması kolay olmaz, okulun üçüncü günü belki de hayatının ilk macerasına atılarak okuldan kaçar, ormanlık bölgede yolunu kaybeder, köylülerin yardımıyla ancak akşam saatlerinde bulunması mümkün olur. Kaçaklık uzun sürünce, durum Sabih Bey’den saklanamaz ve Teoman Duralı yıllar sonra “eline sağlık, Allah rahmet eylesin” sözleriyle gülümseyerek anacağı baba dayağını yer: “Eve çok kötü geldim. Annem, iki göz iki çeşme… Hem kaybolduğumdan hem de başıma gelecekleri bildiğinden ağlıyor. Babama da ‘yapma, dövme’ diye açıkça söyleyemiyor. O gün çok dayak yedim. Eline sağlık –Allah rahmet eylesin- Herhalde başka türlü adam olmayacaktım.”
Bu yaşlarda Duralı bir yandan okula uyum sağlayamamanın sıkıntılarını yaşarken diğer yandan çocukluk arkadaşları arasında sarışınlığının cezasını çekmeye başlar. Ağabeyi ve ablası babaları Sabih Duralı’ya benzerken, Teoman Duralı’nın annesinden gelen sarışınlığı adeta çocukluğunun kabusu olur:
“Tipimden o kadar nefret etmişim ki, bir gün okuldan eve dönüyorum. Kıştı. Yanmış kömürlere gidip kafamı cürufun arasına soktum ve saçlarımı kararttım. Sarı saçlardan o derece bıkmışım ki. Eve geldiğimde, neredeyse annem kalpten gidecekti. Benden kapkara, karga gibi bir şey çıkmıştı. Kendi yurdunda yabancı, ecnebi addedilme hastalığı bayağı geç yaşlara kadar sürdü, evlendiğim günlere değin gelmiştir. Mesela hiçbir vakit, annemin Alman olduğundan bahsetmezdim. İçimde büyük bir öfke ve nefret vardı. Hatta bir süre annemle Almanca konuşmağı reddettim.”
Kozlu’da başlayan ilkokul yılları, babasının yeni görevi sebebiyle Ankara’da devam edecektir. Duralı için, Kozlu’dan sonra Ankara pek cazip değildir: “Ankara’da dehşetli bir hüzne kapıldım. Ovam, dağım, denizim, ormanım yoktu. Özellikle de denizin olmaması beni yıktı. Denizi görerek hayat buldum hep. Büyük bir hüzün sardı beni. Kendimi müthiş yalnız hissettim.”
Ankara yıllarında çocuk zihniyle hissettiği ilk farklılık, babasının ve büyük dayısı Hasan Amca’nın dost çevresiyle evde kurulan sohbet meclislerinin atmosferidir: “Babamın aşık olduğu bir şeydir sohbet. Siyaset ve tarih üzerine muhabbet edilir. Özellikle Ankara ve İstanbul’daki sohbetlere günün kalburüstü adamları gelirdi. Eski adamlar ama temayüz etmiş kişiler.
Babam istemeye istemeye de olsa siyasete atılınca orada müdhiş bir ortam oluştu.
O günün nüfusunu düşünün. İlkokul beşinci sınıftayken 1957’de Türkiye’nin nüfusu yirmi dört mü, yirmi beş milyon muydu neydi. Yetişmiş insanlar bir avuç kadar bir şeydi, işte bunlar bir araya gelirdi.
Samet Ağaoğlu’nu falan çocukluğumda gördüm. Sabati Ataman, Cevat Şakir Kabaağaç, Refi Cevat Ulunay, Burhan Felek, Ahmet Emin Yalman. Özellikle müzmin ihtilalci büyük dayım, yani babamın dayısı Çerkes Hasan’dan ötürü, babamın geniş bir çevresi vardı. Hepsini çok genç yaşta tanıma fırsatı elde ettim. Bunlar 1880’lerin, 1890’ların adamlarıydı. İlk gençlik yıllarımda hep bu insanların konuştuklarına, söylediklerine kulak misafiri olurdum. Evler büyük değildi. Mesela Ankara’da hepimiz aynı odada otururduk. Hele kışın dışarısı buz keserken, eksi bilmem kaçlarda. Bunlar rakı sofrasına oturur, orada siyasi dedikodularını eder, ben de bir köşede sözümona ders çalışırdım.”
Teoman Duralı’nın hayatında okuma merakı 1957’de TED Ankara Koleji’nin orta bölümüne başladıktan sonra gelişir. Almanya’dan gelen bir baba dostunun hediye ettiği atlas Duralı’nın coğrafya ilgisinin kaynağı olur: “O atlas yüzünden harita ve coğrafya hastası haline geldim; gece gündüz harita okuyor, adları ezberliyorum; dağları, ovaları. Bir çeşit dünyaya açıldım. Ondan sonra o coğrafya hastalığıyla yavaş yavaş okumağa ilgi duyar oldum. Okuduklarım hep maceraydı: resimli romanlar, Teksas, Tommiks falan.”
Duralı’nın yabancı dillere ilgisi de bu yaşlarda Almanca ile başlar: “Bu yazıyı kendi başıma sökmeğe çalıştım. Parça parça bölük bölük başladım okumağa ve çok zorlandım.” Dilbilgisini geliştirirken babasının Almanya’daki üniversite yıllarında biriktirdiği kitaplar önünü açar: “Sonunda çok iyi söktüm. Oturup okuduklarımı deftere yazmağa başladım ve bu şekilde yazmağı da öğrendim. On üç yaşındaydım o zaman. O kadar ilerlettim ki on beş, on altı yaşlarında Almancadan çok sıkı, çok zor edebiyat eserlerini okur hale geldim.” Ortaokul yıllarında temellerini attığı, lise yıllarında geliştirdiği okuma birikimi ve çerçevesi Teoman Duralı’nın mesleki yöneliş ve deneyiminde belirleyici olur:
“Kendi kendime geliştirdiğim bir okuma disiplinim oldu. Bu ileriki felsefe yıllarımda çok işime yaradı. Çok önemli yerlerin altını çiziyordum. Bu da hem dilimi ilerletti hem de bana bir çalışma yöntemi kazandırdı. On altı yaşındayken metin yazıyordum, kısa kısa notlarım vardı. Daha çok şiir yazıyordum, bayağı sık hatta.” Teoman Duralı’nın okuma yoğunluğuyla birkaç yıl içinde kat ettiği mesafenin üzerine onu yazmaya cesaretlendiren büyük dayısı Hasan Amca olur: “Bir tek Hasan dayıma gösteriyordum hepsini. O teşvik ediyordu, zaten edebiyata çok yatkın bir adamdı. Kendisi de yazardı, gazeteciydi.” Duralı, Ankara’daki ortaokul-lise yıllarından sonra üniversite eğitimi için İstanbul’un yolunu tutar. İstanbul’daki üniversite yılları başlarken Teoman Duralı’nın aklında Almancanın yanına Rusçayı ekleme düşüncesi belirir.
1960’ların İstanbul’unda Rusçanın kapılarını açmak için gittiği ilk adres 1917 Bolşevik Devrimi’nden kaçıp İstanbul’a gelen Rusların Beyoğlu’nda açtığı Rejans Lokantası olur. Lokanta sahiplerinin aracılığıyla bir Rus kadından ders almaya başlar ancak maddi sorunlar sebebiyle Rusça öğrenme işi yarım kalır. 1970’ler Teoman Duralı’nın hayat çizgisindeki iki belirleyici gelişmenin yaşandığı yıllardır. Önce 1970’te Piyeret hanım ile evliliği sonra 1975’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde akademik hayata intisap edişi. Bundan sonraki yıllar felsefe profesörü ve düşünür Teoman Duralı için hayatında yeni aşamaları yavaş yavaş beraberinde getirecektir.
Akademik hayatın zorlukları Duralı’nın peşini bırakmaz. “İnsanımızın en önemli özelliği hangi meslekten olursa olsun, duygularının, aklının katbekat yukarısında olması.” cümlesiyle bu yolda karşı karşıya kaldığı sorunları özetlemek ister gibidir. Doçentlik tezi ve sınav süreci bağlamında söyledikleri ile yaşadıklarını biraz daha açar: “Tezimi çok büyük zorluklarla bitirdim. Ömrümün bilmem kaçta kaçı gitti. Öyle bir sinir savaşı vardı ki ortalıkta, anlatılır gibi değil.
O zaman kalp sektesinden gitmediğime, kanser olmadığıma çok şaşırıyor, nice sağlam bünyem varmış diyorum.”
Yaşı ilerlerken, öğrenme ve yeni bakış açıları kazanma isteğinde hiçbir gerileme görülmez: “Hoca olarak nereye gittiysem, orada ilgi duyduğum konularda ders gördüm. Bunların başında Farsça gelir. Her gittiğim yerde, Avusturya’da bile Farsça derslere devam ettim; Malezya’da, Almanya’da yine öyle. O dili ilk işittiğimde aklımı kaçırdım sanki. Güneş batarken Ağrı dağının eteklerinden geçiyorduk. Radyoda İran’dan yayın yapan bir kadın şiir mi okuyordu, olağan bir haber mi veriyordu, bilmiyorum. Ama bana şiir gibi gelmişti.”
1988’de profesör olur, 1990’lı yıllarda telif eserlerinin belirli bir düzen içinde sıralanmaya başladığı görülür. 2000’li yıllarda yeni telif eserlerini yayımlamaya devam eder. Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi dekanlığı görevini yürütmekte olduğu 2013 yılında rahatsızlanmasına rağmen yeni telif eserleriyle ilgili çalışmaktan geri durmaz.
“Öyle Geçer Ki Zaman: Teoman Duralı Kitabı”nın sonlarında, yazdığı kitaplar ve yazmak istediği kitaplar hakkında düşünceleri sorulunca verdiği cevap hem hastalığının etkilerini hem de hastalığına rağmen yeni çalışmalar yapma isteğini görmek ve anlamak bakımından çarpıcıdır:
“Bu son zamanlarda, çok iddialı bir kitap yazmağı düşünüyorum, bir türlü beceremiyorum. Vakit ve keyf olayı beni çok etkiliyor. Keyifsizlik ve vaktin boşa akışı en önemli çalışmayı engelliyor kanısındayım.” “Bir, Eflatun üzerinden mufassal bir çalışma yapmağı arzu ediyorum. Öbürü de nasyonal sosyalism üzerine. Bu ele alınmamış, son derece yanlış kanılarla dolu bir konu. Taraf tutmadan, ne aleyhte, ne lehte bir bir kitap hazırlamağı istiyorum. Onun ilk belirtilerini bu ‘Hayatın Anatomisi’ kitabında vermeğe çalıştıysam da dar bir çerçevede kaldı orada, çünkü zaten konusu o değil.”
Ne yazık ki tasarladığı çalışmaları tamamlamaya ömrü vefa etmedi. Yazı işlerinde niyetlendiği son başlıkları nihayete erdiremese de hayatının son yıllarına “Felsefe Söyleşileri” isimli televizyon programını sığdırmayı bildi. Teoman Duralı, kitapları, söyleşileri, dersleri ve sohbetleriyle ardında önemli bir miras bıraktı, temas ettiği pek çok insanı birikimi, düşünce gücü ve şahsiyetiyle etkiledi. Teoman Duralı, şehirli bir insana has dikkatleri, saflığı, samimiyeti; bilgiye, düşünceye, öğrenmeye ve öğretmeye bağlılığı ve -benim Kırklareli Üniversitesi Felsefe bölümünde öğrencisi olanlarda müşahede ettiğim- öğrencilerinde bıraktığı izlerle hafızalarda yaşamaya devam edecek.
Teoman Duralı 1982 yılının sonlarına doğru doçent olduktan sonra, yurt içi ve yurt dışı görevler ve misafir öğretim üyelikleriyle kendisine yeni pencereler açmaya çalışır. Gittiği yerlerde doğa tutkusunu elinden geldiğince devam ettirir: “Anadolu’nun hemen hemen bütün kaydadeğer dağlarında, bayırlarında yürüdüm. Toroslar, Doğu Karadeniz, Güneybatı Anadolu, Antalya, Muğla tarafları. Bunun yanında Afganistan’da, Hindikuşlara,
en sonunda Moğolistan’da Altaylara çıktım. Bayağı yaşlıydım o zaman. Altmışımı geçmiştim. Dört bin küsur metreye çıktım. Çıktığım yer de herhalde bin küsur metreden itibarendi. Dağ ile deniz beni en çok çeken iki şey.”