Tanpınar’ın eserleri arasında Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin varlığı unutulamaz. O eser Tanpınar’ın eleştirmen, tarihçi ve mütefekkir yanını ortaya koymak bakımından enteresan bir denemedir. Şair Tanpınar, romancı Tanpınar, denemeci ve estetikçi Tanpınar, dahası felsefi düşünme kabiliyetini haiz bir başka Tanpınar.
Büyük düşünür ve sanatçılar eserlerini yazarken kimseye cevap vermek ihtiyacını duymaz, başkalarını ikna gayretinden de bir o kadar uzak dururlar. Onlar kendi bestesini yapar gibi, ya da şarkısını söyler gibi yazarlar. Ayrıca alelâde okuyucudan ziyade, kendilerini anlayacak ehli vukuf bir zümreye hitap ettiğinin şuuru ile hareket ederler. Yaptıkları işin, ortaya koydukları sanatın kuşkusuz onlar da anlaşılmasını beklemez değildirler. Fakat unutulmamalı ki onlar sadece kendileri ile yarışır, her yeni eseri ile de gene kendilerini aşmak isterler. Yüksek sanatın ve düşüncenin kimselere itiraf edilmemiş bu yanı, sanatçıların içinde bir sır gibi saklı durur. O tür sanatçıların ve düşünürlerin yaşama iradesi, ya da haiz oldukları hayat hamlesi buna bağlıdır demek yanlış olmamalıdır.
Edebiyatımıza Huzur (1949) ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1962) gibi romanları, Beş Şehir (1946) gibi okuyanların üzerinde şaşkınlık tesiri bırakan anlatıları, sayıca fazla olmasa bile şiirleri, düşünce yüklü makale, deneme ve eleştirileri ile Tanpınar’ı, edebiyatımızın sıra dışı sanatçıları arasında düşünmek hiç de yanlış olmamalıdır. Fakat bu eserler arasında bir de Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin (1949) varlığı unutulamaz. O eser Tanpınar’ın eleştirmen, tarihçi ve mütefekkir yanını ortaya koymak bakımından enteresan bir denemedir. Şair Tanpınar, romancı Tanpınar, denemeci ve estetikçi Tanpınar, dahası felsefi düşünme kabiliyetini haiz bir başka Tanpınar!.. Bunların hepsi bir araya gelmişler de, daha üst bir Tanpınar’a vücut vermişler gibi! O da kalkmış, işte bu eseri meydana çıkarmış.
TARİHİ YAPAN TARİHİ YAZAN
Dolayısıyla ilgili eser, herhangi bir edebiyat tarihi olmanın çok çok ötesine geçiyor. Edebiyatımızda örneğine şahit olmadığımız bir birikim ve yüksek terkip gücü ile bizi kendine hayran bırakıyor. Bu arada Batılılaşma devirlerimize ait bilgi genişliğinden ziyade, o bilginin yorumu bizi şaşırtıyor. Dahası mütefekkir sanatçının bakış açısı ile ulaştığı sonuçlar, tarihin bizzat kendisi haline geliyor. Tarihi yazan Tanpınar, tarihi yapan siyasi ve edebi aktörleri kat kat aşıyor, tarihin yerine bizzat kendisini ihdas eder gibi bir şey oluyor.
Nitekim ilgili eseri okurken yazılan veya anlatılan kim varsa, hangi problem üzerinde duruluyorsa, onlar gözümüzde bir an oluyor küçülüveriyor. Buna karşılık eseri yazan, edebi veya siyasi dönemlere anlamını veren Tanpınar ise gözümüzde büyüyor da büyüyor. Nitekim yarı karmaşık bir tarihin arkasında dolaşan yazıcı neye ve kime ışık tutarsa onu görüyoruz. Bu açıdan dönemin sanatına ve edebiyatına, her türlü yenilik arayışına Tanpınar nasıl bakıyorsa biz de öyle bakıyoruz. Şairler, romancılar, gazeteciler kim varsa!.. Onlardan her biri neredeyse, bir roman kahramanına dönüşüyor bu eserde. Arayış ve idealleri, açmazları, edebi üretimleri ile birer roman kahramanı! Onlar bazen o kadar primitifler fakat bazen de gözümüzün önünde büyüyor da büyüyorlar. Onları ve eserlerini yazarken Tanpınar aceleci hükümler vermekten yana olmuyor, anlamayı ve tahlili öne çıkarıyor. Aynen bir roman kahramanının içini doldurur gibi, hiçbir nüansı gözden kaçırmıyor ve onunla saatlerce meşgul olmayı iyi biliyor.
Ya da Beş Şehir’de mimari eserleri, zamanı ve dönemin ruhunu yeniden kurar gibi! Dolayısıyla Tanpınar ister bir sanatçıyı, ister bir eseri, isterse de onların içinde doğdukları dönemi yazarken aynı yolu izliyor. Bu yazış biçimi ile eserde malûmattan ziyade yorum ve tahlil ağır basıyor. O yüzden de eser, herhangi bir edebiyat tarihi olmanın ötesine geçiyor, doğrudan bir “düşünce eseri” seviyesine yükseliyor.
ALIŞIK OLMADIĞIMIZ BİR ERUDİTİON DENEMESİ
Bu yönüyle de Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni okurken, kendi içimizde ikiye bölünüyoruz. Bir taraftan dönemi ve edebiyatını takip ediyor, öbür taraftan sanatçı ve düşünür Tanpınar ne diyor? Ne tür sonuçlara ulaşıyor, ona dikkat ediyoruz. Bu yüzden olmalı ki Hilmi Ziya Ülken ilgili eser için, “Bizde ilk defa bir edebiyat tarihi, bu kadar düşündürücü olmuştur” diyor. “Hiç alışık olmadığımız bir érudition denemesi” olarak bakıyor bu denemeye. Bir de şu sözünü aktarıyor Tanpınar’ın: “Benim tezgâhım, laboratuarım hep kafamın içinde” (Vatan, 9 Şubat 1962; Yeni İnsan 1968, nr. 66)
İşte bu yönü ile Tanpınar’ın edebiyat tarihi, düşünce tarihçisi Hilmi Ziya Ülken’i tatmin ettiği gibi, bizi de yeni baştan fethediyor. Böylesi yüksek tatmin hisleri ile yeniden okuyoruz Tanpınar’ı. Ayrıca okuduğumuz çalışmanın, bir kitap olduğunu unutarak okuyoruz. Sanki deha sahibi bir düşünürün beyninde dolaşır gibi dolaşıyoruz kitabın sayfalarında. Yüksek terkip gücü kadar, iyi ifade ve üslubun da bunda büyük bir payı var kuşkusuz. İşte o tür metinlerdir ki bize bir yazı veya kitap okuduğumuzu unuttururlar. Bir düşünce anaforunun estirdiği fırtınalar, derinlik veya yükseklik hisleri, uçurumlar, bazen de ileriye veya geriye doğru savrulmalar arasında gidip geliyoruz. Fakat eserde kimden veya neyden söz edilirse edilsin, sonunda hepsi birer teferruata dönüşmemiş mi? Çünkü o büyük eserin özünü teşkil eden zamanın ruhu akıyor bu sayfalardan. Neredeyse Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mektupları gibi diyeceğim. Devir ve zamanın ulu ruhu her şeyi önüne katmış, habire sürüklüyor. Dolayısıyla hiçbir bilim adamı, ondokuzuncu yüzyılın bu parçalanmışlığını, karmaşasını, böyle bir toplamaya, böyle bir anlam bütünlüğüne dönüştüremezdi demek istiyorum. Ayrıca ilgili eserde Tanpınar’ın analiz ve tahlil gücü ne kadar öne çıkarsa çıksın, onda daha ötelere uzanan bir şeyler var. Bunu çok iyi fark ediyoruz. O da sanatın ve düşüncenin temelini teşkil eden yüksek sezgi gücü! Onun da ötesinde yüksek bir terkip kabiliyeti!
SANAT ÜZERİNE DÜŞÜNCE
Örneğine ancak Beş Şehir’de ve Huzur’da şahit olduğumuz bu bütünlükçü kavrayış, bu yüksek terkip gücüdür bize asıl Tanpınar’ı veren. Edebi veya siyasi, sosyolojik veya kültürel sayısız teferruatı kullanmayı ihmal etmeyen Tanpınar orda da durmuyor. Bunları açık veya gizli bir akış halinde dönem ruhunun malzemelerine dönüştürüyor. Bu açıdan Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni okumanın verdiği doygunluk, emsali hiçbir eserle ölçülemeyek derecede fazla. Onda sanata dönüştürülmüş düşünce ile, sanat üzerine inşa edilmiş bir tefekkür at başı seyrediyor. Dolayısıyla ilgili eserde sanat, sanat üzerine düşünce ve dönemi kavramaya dönük tahlil ve yorumlar iç içe geçmiş, birbirinden ayrıştırılamaz bir örgüye dönüşmüştür denilebilir. Bu yüzden okuduğumuz eseri kavramakla kalmıyor, ona adeta hayran kalıyoruz. Elimizde olmayarak da, işte Tanpınar bu diyoruz.
Sonuç olarak, edebiyat tarihini kaleme alırken Tanpınar’ın kendinden önce yayımlanmış, yerli veya yabancı (A. Thiboudet de dâhil) diğer edebiyat tarihlerinden hiç birini örnek almadığını, onların karşında ezilmediğini, dahası onları yenilemek veya aşmak gibi bir kompleksten de hareket etmediğini fark ediyoruz. Çünkü Tanpınar gibi dehalar ancak kendileriyle yarışır, gene kendi kendilerini aşarlar diyoruz. Mesela o noktada ne Köprülü, ne de Mustafa Nihat Özön, hiç biri gelmiyor hatırımıza! Belki belki Tanpınar, adını anmasa bile, İsmail Habip Sevük’ü ciddiye almış olabilir mi diye düşünmeden de yapamıyoruz.