Tam geçtim gidiyorum derken, “Hop hemşerim nereye gidiyorsun?” dedi bir ses. “Aç bakalım şu çantanın içinde ne var, bir görelim.” Maça dakikalar vardı, yerimizi almak ve İstiklal Marşı’nda hazır bulunmak istiyorduk. “Ne olacak çantada?” dedim. “Emekli bir okurun çantasında ne varsa o vardır.”
Sevgili karilerim
Uzun zamandır futbolla aram açıktır. Gençliğimde yalnız Türkiye ligi değil, Avrupa’nın türlü liglerini takip eder, önde gelen şampiyon takımların ilk on birini tek nefeste sayardım. Şimdilerde artık bünyem kaldırmıyorsa da bizzat futbol oynamışlığım, meşin yuvarlakla türlü hareketler, efsane çalımlar, jeneriklik goller atmışlığım vardır. Anlayacağınız çoğu Türk genci gibi benim de sokaklardan halı sahalara uzanan bir futbol kariyerim oldu diyebilirim.
Peki futbolla uzun zamandır aram niye açık? Ne zaman bu futbol denilen şeyin masumiyetten uzak bir araç olduğunu gördüm, o gün aramıza bir soğukluk girdi. Alışkanlık hemen bırakılmıyor. Epey direndim. En nihayetinde bu da bir bağdır ve hiçbir bağdan kolay kurtulunmuyor maalesef. Küçük Prens’in kıymetli gülü için boabap ağaçlarını sürekli temizlemek zorunda olduğu gibi bizim de bazı bağların ağırlıklarından kurtulmak için çaba sarf etmemiz gerekiyor. Böyle bir çaba ile önce gazetelerin spor sayfalarını, sonra Türkiye ligini, daha sonra da halı sahaları bırakarak bu mücadeleyi verdiğimi düşünüyorum. Her ne kadar futbolun küresel bir ekonomik faaliyet olmasının önünü büyük ölçüde açan İngilizlerse de bir tek onların ligini izlemeyi bırakamadım. Zira adamlar bir şeyi meta haline getirirken bile özünü muhafaza etmeyi becerebiliyorlar. Bizimkiler gibi on sekiz takımın oynadığı ve hep belli takımların kazandığı bir lig değil orası.
Neyse lafı uzattım. Geçenlerde Kunduracı Faruk, dükkanın önünden geçerken “İrfan Bey” dedi, “Sen eski Beşiktaşlısın, bu hafta ligin son haftası, Beşiktaş’ın maçı içeride, takım lige çoktan havlu attığı için biletler de ucuz, gel senle maça gidelim.” Kapıda iki laklak edelim derken, her şey çok hızlı gelişti ve Faruk’un oğlu marifetiyle maç biletlerimiz şu elimizdeki akıllı telefona geliverdi. Saate baktım, ikindi geliyor. “Ben,” dedim “gidip hazırlanayım, ikindiyi kılıp çıkarız madem.”
Dolapta eski bir Beşiktaş forması olacaktı, onu buldum, giyindim, abdest alıp saçımı düzelttim. O sırada ezan okundu. Namazı kılıp çantamı sırtıma geçirdiğim gibi soluğu Kunduracı Faruk’un dükkanında aldım. Yola koyulduk.
“Eskiden” dedim. “Biz maça giderken önce vapurla Beşiktaş’a geçer, oradan ağaçlı yolu takip ederek stada yürürdük.” Faruk, “E, biz de öyle yapalım.” dedi. “Hem eskileri yad etmiş oluruz.” İki ahbap, sohbet ede ede, büyük kalabalıklara eşlik ederek çizdiğim güzergahtan stada ulaştık. Eskiden olduğu gibi ne bilet sırası vardı, ne de girişlerde bir kargaşa. Faruk, akıllı telefonundan biletlerimizi açtı, biraz bekleyip turnikeye girdi. Makine telefon ekranından bileti okudu, turnike döndü, Faruk içeriye giriverdi. Beni aldı bir tedirginlik, ya biletimi okumazsa, ya turnike dönmezse… Hadi bismillah deyip uzattım telefonu. Ekran yeşil oldu, turnike beni stadın içine atıverdi. Gözlerim Faruk’u ararken karşımda kollarını açmış turuncu yelekli beş insan ejderhası herif buldum. Hepsi de bana gel, bana gel der gibi bakıyorlardı. Meğer güvenlik görevlisiymiş bunlar. Boynumdan kol altlarıma, belimden paçalarıma kadar her yanımı aradılar. Kimin cebinde çakmak, bozuk para yahut kesici delici alet görüyorlarsa el koyuyorlardı. Bende bunların hiçbiri yoktu Allah’tan. Tam geçtim gidiyorum derken, “Hop hemşerim nereye gidiyorsun?” dedi bir ses. “Aç bakalım şu çantanın içinde ne var, bir görelim.” Maça dakikalar vardı, yerimizi almak ve İstiklal Marşı’nda hazır bulunmak istiyorduk. “Ne olacak çantada?” dedim. “Emekli bir okurun çantasında ne varsa o vardır.” Turuncu yeleklilerden biri güldü. “Espri yapmanın sırası değil bey amca.” dedi “Çantanı sen mi açarsın, yoksa ben mi açayım?” Usulca açtım çantanın fermuarını. Hoyrat iki el içine girdi çantamın. Orasını burasını karıştırdı. Kitapları avuçlayıp dışarı çıkardı. “İhtiyar şaka yapmıyormuş.” dedi yanındakine. Sonra bana döndü. “Bunlarla içeri giremezsiniz.” Kendi aralarında şakalaşıyorlar sandım. “Ne demek giremem?” diye sordum. Şakası yoktu. “Bunları sahaya atmayacağınızı nereden bilebilirim?” diye cevapladı. Aldım elinden kitapları. “Bak bu Gazzâlî’nin, bu Haldun Taner’in, bu da geçen hafta yazarlığının ellinci yılını kutladığımız Alim Kahraman’ın kitapları. Atılır mı hiç sahaya?” Turuncu yelekliler kim ki bu saydığı adamlar der gibi baktılar birbirlerine. Baktım dediklerim geçmedi onlara. Bir daha saydım kitapları. “Bu dedim 340 lira, bu 180, bu da 220. Bu çantada toplamda 740 lira var anlayacağınız. Bugün kim atar 750 lirasını sokağa. İkna olmuş gibiydiler. İçlerinden biri, “Tamam bey amca, bu seferlik geç ama bir daha buraya kitapla gelme.” dedi. Kitapları çantaya tekrar yerleştirdim. Hızlı adımlarla yerimize doğru ilerlerken İstiklal Marşı başladı.