Sonbahar kapımızda… Peki sizce yaz pazarları mı kış pazarları mı daha keyiflidir? Yani yazın imkânları mı kışın sıcak ev ortamları mı? Yazları ve kışları bir kenara bırakıp pazarları odağımıza geri alarak Yağız Gönüler’in kapısını çalalım. Gönüler bize ilk olarak pazar gününü tarif ediyor: “Bir pazar gününde söz sahibi olan, pazartesi günüdür. Bir sonraki günün nasıl geçeceğini öyle veya böyle biliyorsak, içinde olduğumuz günü ona göre şekillendiriyoruz. 2006’dan beri çalışıyorum ve pazartesi sendromu nedir bilmiyorum. İşimi çok sevdiğim, ona bir iş demediğim için belki de. Dolayısıyla pazar günlerim, diğer günlerden pek de farklı değil. Yalnız şöyle: herkesin kendini sokaklara attığı günlerde evde olmayı tercih ediyorum. Çünkü zevk alacağım yerler kalabalık oluyor, sükûnet aradığım köşeler gürültülü oluyor. Böylece gün bana yorgunluk getiriyor. Pazar günü evdir, evde olmaktır, sessiz ve yalnız geçebiliyorsa fevkalade güzeldir. Sessiz ve yalnız dedim ama bir tezadı çağırıyorum: Bol bol kitap, bol bol yazmak, bol bol müzik. Gün sonunda ‘fevkalade memnunum dünyaya geldiğime’ diyebiliyorsak, ne ala.”
Konuyu pazarın sıkıntısına, sıkıntılarına getirelim. Gönüler’e bunu sorduğumuzda çare olarak, “O günü o günün içinde yaşamalı” diyor ve şunları ekliyor: “Bir önceki günden kurgulanabiliyorsa mesela pazar günü, daha da güzel. En büyük sorunumuz günü dolu, doygun geçirememek. Bir şeyleri yapmış olmak için yapmamak lâzım. Kadim öğretilerin de vurguladığı gibi, geçmişten ve gelecekten uzak, hadi Tanpınar vari olsun, ne mazi ne istikbal, yalnız şu an diyerek geçirmek lâzım günü.”
Gönüler’e kalırsa bugün izlenecek en güzel filmlerden biri “Where Hope Grows”. Konuyu kitaplara getirince de bize pazar günü okuduklarını şöyle anlatıyor: “Çok uzun yıllardır belli bir okuma ritüelim var. Genellikle iki kitap birden okurum. Bu ille de birinden sıkılırım o yüzden yedeğim olsun tavrı değil. Böyle daha çok beslendiğimi ve okumakla aramdaki bağın güçlü, samimi kaldığını hissediyorum. Daha çok lezzet alıyorum. Hem yazan hem de çevrimiçi atölyelerde anlatıcı olan biriyim, dolayısıyla okuma işinde vites küçültemiyorum. Pazar gününü esas alırsam, mesela güneş meydandayken yani zihin daha diriyken, Jean-Paul Roux’nun Kutsal ve Mitik Dağlar’ı elimde olabilir. Vakit geçip de güneş meydandan çekilirken bir roman güzel olabilir. Selçuk Baran’dan: Solgun Bir Adam.”
Gönüler, pazarları başka kimseye tahammül edemezmiş. Bu nedenle de arkadaşlarıyla hafta içi görüşüyormuş. Gönüler, “Arkadaşlarımla hafta içi hem gündüz hem gece görüşebiliriz, uzun zaman geçirebiliriz, güzel yemekler yiyebiliriz bir kitap üzerine tartışabiliriz, küseriz, barışırız, bazen madde bazen mana dedikodusu yapabiliriz. Ama pazar günü benim. Özellikle pazar sabahları benim olsun hep, lütfen” diyor. Yazarın pazarları favori mekânı da evi olurmuş, mümkün mertebe. Ama farklı bir Pazar kurgularsa da rutini şöyle oluyormuş: “Farklı bir pazara niyetlendiysem, hadi buna kendini şımartmak diyelim, İstinye sahilinde küçük bir kahvaltının ardından uzun bir yürüyüş, etrafı seyrediş, sonra tekrar yürüyüş. Sonra balık, daima balık. Yemekten bahsediyorum, tutmak benim sabırsızlığımı yoran bir şey, onunla babam ilgileniyor. Akşama doğru Yahya Efendi Dergâhı’nda hem yürüyüş hem soluklanma. Bunlar bir arkadaşla da güzel olabilir, yalnız da. Zaten arkadaşlığı da yalnızlığı da anlamlandıran şey yürüyüşlerdir diye düşünüyorum. Kendisiyle ya da arkadaşıyla uzun yürüyüşlere çıkabilen, ‘yaşamak umrumdadır’ diyebilen.”
Peki ya en güzel ve en kötü geçen pazar gününüz hangisi, diyoruz. Gönüler önce “En güzel geçeni, huzurun ve sessizliğin yoğun olduğu pazar günü. En kötü geçeni kalabalığın ve gürültünün olduğu” diyor ve sonra da şöyle diyor: “Eğer bir pazar günü ille de kalabalık geçecekse bu statta olmalı. İflah olmaz bir Galatasaraylıyım ve eskisi gibi maçlara gidemiyorum. Bu soru bana özlemimi hatırlattı. Lezzetli bir sofraya ve oradaki kalabalığa da varım. Yemek bir tutkudur benim için. En az okumak ve yazmak kadar.”
Pazar günleri çalışır mısınız, dediğimizde ise “Allah imtihan etmesin, çalışmam. Pazar günü insan kendisini çalışmalı” cümlesiyle yanıt veriyor. Geldik son soruya: “Pazar günü bir insan olacak olsa nasıl birisi olurdu?” Gönüler bizi heyecanlandıran yazarları da işin içine katarak şu yanıtı veriyor: “Eduardo Galeano veya Enis Batur gibi bir insan olurdu. Futbolla edebiyatın, yani meraklarla tutkuların iç içe geçtiği bir gün. Bazen dinlendiren bazen yoran hem zihnin hem de bedenin işlediği, dopdolu bir insan/gün gibi.”