Günümüzde oryantalizm geleneğinin daha çok akademisyenler üzerinden devam ettiğini ifade eden “Oryantalizm ve Kur’an” kitabının yazarı Necmettin Salih Ekiz, “Bunların önemli bir kısmı İslam’ı çoğu Müslüman akademisyenden belki daha iyi tanıyan ve bilen kişiler. Ve bu akademik gelenek iki asrı aşkın bir süredir devam ediyor” diyor.
Bugün Batı ülkelerinden tüm dünyaya yayılan İslamofobi’nin köklerine inen akademisyen Necmettin Salih Ekiz’in akademik çalışmalarının ürünü Oryantalizm ve Kur’an kitabı Ketebe Yayınları arasından çıktı. Ekiz, kitabında hem oryantalizmin nasıl ortaya çıktığını hem de İslamofobi’nin çıkış noktasına dikkat çekiyor. Yaptığı araştırmalardan yola çıkarak İslam düşmanlığının temellerinin öncelikle din adamları tarafından kiliselerde atıldığını ve daha sonra ise kurulan modern üniversitelere taşındığının altını önemle çiziyor. Ayrıca Ekiz, Kur’an’ın nüzulu, peygamberimiz ve müslümanlık üzerine tarihte yazılmış tezlerle İslam aleyhine çok boyutlu bir karalama kampanyasının sürdürülerek bugünlere gelindiğini dile getiriyor. Ekiz’le kitabı Oryantalizm ve Kur’an üzerine konuştuk ve bu sohbetimizde Batı’taki İslam düşmanlığının temellerine indik.
İslam’ın doğuşundan beri süregelen bir mücadele
İslamofobi, her ne kadar nevzuhur bir kavramsallaştırma olsa da esasında İslam’ın doğuşundan beri süregelen bir mücadelenin günümüzdeki yansımasından başka bir şey değildir. Bu yüzden kavramın arka planındaki zihin yapısını ve tarihi bilmek, onu daha iyi anlamanın yegâne yoludur. İslam ile mücadele her asırda farklı şekillerde tezahür etmiştir. Bundan yaklaşık bin üç yüz yıl önce Yuhanna ed-Dimaşkî ilk reddiyeyi yazmıştır. “Yazmıştır” vurgusu burada önemli. Zira elinden başka bir şey gelmiyordu. Henüz bir asır bile geçmeden üç kıtaya birden yayılan İslam karşısında yapabileceği tek şey, bir reddiye kaleme alarak kendi dindaşlarının imanını muhafaza etmeye çalışmaktı. Bu da bir tür İslamofobiydi. Birkaç asır sonra reddiyelerin bir işe yaramadığını fark ettiklerinde, miladi 12. asırda Kur’an-ı Avrupa dillerine tercüme etmeye başladılar. Fakat bu tercüme faaliyetleri de kesinlikle tarafsız değildi. Bilakis kasıtlı çarpıtmalarla doluydu. Bunların amacı da, Fransa içlerine kadar ilerlemiş Müslümanları Avrupa Hristiyanlarının gözünde kötü göstermekti. Orta Çağ boyunca İslam karşıtı çalışmalara öncülük edenlerin Hristiyan din adamları oluşu kesinlikle tesadüf değildi zira o dönemde kilisenin hegemonyasından bağımsız kalem oynatmak imkânsızdı. Modern üniversitelerin kurulmasıyla birlikte din adamları papaz cübbeleri çıkarıp akademisyen cübbelerini giydiler. Artık eserlerinin adı “reddiye” değildi, “tez”di, “kitap”tı, “makale”ydi, “ansiklopedi”ydi. Bunlar selefleri gibi açıktan İslam’a ve peygamberine hakaret edip iftira atmıyorlardı; “akademik” üslup adını verdikleri yeni bir yazım yöntemiyle İslam’ın kuyusunu kazmaya çalışıyorlardı. “Kitabi İslamofobi” teknolojik imkanların aklın sınırlarını zorlayacak seviyeye ulaşmaya başladığı bu son asra kadar devam etti. Artık İslam’la mücadele kitlesel bir boyutta “tüm imkanlar seferber edilerek” sürdürülüyor. Eskiden kitap yazılırdı -ki hâlâ yazılıyor-, şimdi film çekiliyor; tek fark bu. Günümüzde buna “İslamofobi” dense de İslam karşıtlığı her zamankinden daha güçlü bir şekilde devam ediyor.
Oryantalistlerin en iyi yaptığı şey hakikâti gizlemek
Oryantalistlerin en iyi yaptığı şeylerden biri de hakikâti gizlemektir. Oryantalistler Kur’an konusunda muhtelif çalışma alanları belirlemişlerdir. Bunları “Kur’an öncesi-Kur’an-ın kendisi ve Kur’an sonrası” şeklinde üç başlıkta özetleyebiliriz. Kur’an öncesi araştırmalarında Kur’an’ın Yahudi veya Hıristiyanlık kökenli olduğunu iddia ederek onun bir beşer kelamı olduğunu ispat etmeye çalıştılar. Kur’an-ın kendisini incelerken ise Kur’an mesajıyla hiç ilgilenmeyip, “dağınık ve anlaşılmaz bir metin” olarak gördükleri kitabı kendilerince tarihsel bir düzene sokmaya çalıştılar. Kur’an sonrası araştırmalarında da yine “malzemeye” odaklanarak, Kur’an el yazmalarının günümüze nasıl ve ne şekilde ulaştığının izini sürdüler, hâlâ da sürmeye devam ediyorlar. Dolayısıyla Kur’an’ın taşıdığı mesajları adeta üstün bir çabayla görmezden gelerek sadece tarihsel açıdan Kur’an metnine yaklaştılar. Böyle bir yaklaşıma sahip araştırma anlayışının bırakın Kur’an’daki bilimsel gerçekleri, onun herhangi bir ayetini bile hakkıyla anlaması, anlasa bile ikrar etmesi mümkün değildir. Nitekim Kur’an-ın ilahî bir kelam olduğunu anlayabilmenin birinci şartı, onun hakikâtine kulak vermek ve mesajını anlamaya çalışmaktır. Bunu yapan oryantalistler de vardır elbette. İslam ve Kur’an araştırmalarına başladıktan sonra hakikâti görüp Müslüman olmuşlardır. Gelgelelim kahir ekseriyeti bu hidayetten mahrum olmuştur.
Yahudiliği üstün göstermek için İslam’a sığınmak
İnsan, tarihsel bir varlık olduğu için yapıp ettikleri içinde bulunduğu tarihsel şartlardan bağımsız olarak düşünülemez. Çalışmamda detaylı bir şekilde ele aldığım üzere köken iddialarını analiz ederken de bunun farkında olmalıyız. Abraham Geiger, 19. yüzyıl Almanya’sında yaşamış Yahudi bir din adamıdır. Yahudilerin Hristiyanlar tarafından asırlardır hor görüldüğü, itilip kakıldığı, insan yerine konmadığı bir Avrupa’da dünyaya gelmiştir. Yahudilerin üniversitede hoca olmalarına bile izin verilmeyen bir dönemde doktora tezini yazmıştır. Tezinde iki yenilik karşımıza çıkar. Birincisi, bin yılı aşkındır süregelen algıyı kırıp İslam ve peygamberi hakkındaki olumlu yaklaşımıdır, ikincisi ise İslam’ın Yahudi kökenli olduğunu akademik bir çalışmada iddia etmesidir. Her iki yenilik de bir amaca yöneliktir: Yahudiliği üstün göstermek. Geiger’ın iddiası, Hz. Muhammed’in (sav) Kur’an-ı Yahudilerden “kopya çekerek” yazdığı idi. Fakat bunu kesinlikle olumsuz bir anlam kastederek söylemiyordu. Zira ona göre Yahudilik gelmiş geçmiş en mükemmel dindi. Yahudiler, insanlığa tutarlı bir tek tanrı inancı bahşetmiş, inşa ettikleri medeniyet ile tüm insanlığa örnek olmuşlardı. İslam’ın da dünyaya muhteşem bir medeniyet armağan ettiği tartışmasız bir gerçektir. Dolayısıyla İslam’ın Yahudi kökenli olduğunu iddia etmek, aslında Yahudiliğin mükemmelliğini ispat etmek anlamına geliyordu. Olumlu ve ılımlı üslubu da bu yüzdendi. Şayet o da selefleri gibi İslam’a karşı olumsuz bir tavır takınsaydı, Yahudiliğe karşı çıkmış olacaktı; zira İslam’ın Yahudilikten türediğini düşünüyordu. Geiger’ın bir diğer mesajı da dönemin hâkim Hristiyan iktidarınaydı. Lisanı haliyle şöyle diyordu: “Eğer bize zulmetmeyi bırakır ve birer Avrupa mensubu olmamıza izin verirseniz, İslam gibi muazzam bir dini doğuran asıl din olarak harika işler yapabiliriz.”
Tüm peygamberlerin mesajı aynı
Bu indirgemeci anlayışın yanlışlığını detaylı olarak kitabımda ele aldık. Burada özet olarak şunu söyleyebilirim: Kur’an-ı Kerim’in de açıkça ifade ettiği gibi bütün peygamberlerin insanlığa taşıdığı mesaj aynıdır: Allah’ın varlığı ve birliği, yani tevhid inancı. Bunun dışındaki birtakım dinî pratiklerin ümmetten ümmete değişiklik göstermesi insan tabiatının gereği gayet normal bir tarihsel gerçekliktir. Kur’an-ı Kerim yoktan bir din getirmediğini, bilakis kendisinden önceki kutsal kitapları onayladığını (musaddik) ve onlar üzerinde belirleyici (müheymin) olduğunu dile getirir. Burada vurgulanması gereken nokta, Kur’an-ı Kerim’in sadece bir “onaylayıcı” olmadığıdır. Oryantalistlerin tek odaklandığı nokta burasıdır. Onun “müheymin” vasfını kasıtlı olarak göz ardı ederler. Zira Kur’an-ı Kerim bu vasfıyla, onların iddialarının hepsini tek başına çürütmektedir. Müheyminlik vasfıyla Kur’an-ı Kerim, kendisinden önceki kutsal kitapların tahrif edilmiş özlerini açığa çıkarmayı hedefler. Tevhid inancıyla bağdaşmayan tüm unsurları devre dışı bırakır, bağdaşanları ise belli başlı tashihlerle sürdürür. Kur’an-ı Kerim ile Tevrat ve İncil arasındaki benzerlik ve farklılıkların en önemli nedeni budur. Yoksa oryantalistlerin iddia ettiği gibi, Hz. Peygamber’in (sav) adeta gizlice Yahudi veya Hristiyanlardan “araklamasının” sonucu değildir. Köken iddiasını ortaya atan oryantalistlerin günlük yaşamlarında din adamı yahut sıkı bir dindar olmalarının da burada etkisi vardır. İslam’ı bu haliyle kabul etseler kendi dinlerini terk etmek zorunda kalacakları için böyle bir iddia ortaya atarak hedef saptırmaya çalışmışlardır.
Filistinliler binlerce insanın hidayetine vesile oldu
Günümüz oryantalizm geleneği daha çok akademisyenler üzerinden devam etmektedir. Bunların önemli bir kısmı İslam’ı çoğu Müslüman akademisyenden belki daha iyi tanıyan ve bilen kişiler. Ve bu akademik gelenek iki asrı aşkın bir süredir devam ediyor. Açıkçası ben, gerek güncel Filistin direnişinin gerekse yakın geçmişteki İslam dünyasında yaşanan diğer hadiselerin oryantalistler üzerinde kayda değer bir etkiye yol açacağını düşünmüyorum. En azından şimdiye değin böyle bir şeye rastlamadığımızı ifade edeyim. Öte yandan halk kesimi için aynısını düşünmüyorum. Zira neredeyse her gün bir video önümüze düşüyor ve Batılı bir bireyin Filistin direnişinden etkilenerek gözyaşları içinde Müslüman oluşuna şahitlik ediyoruz. Esas olması gereken de budur zaten. Asırlardır İslam’a karşı koyan ve bu karşıtlığı idare eden kesim her zaman yöneticiler ve bu yöneticilere gerekli entelektüel donanımı sağlayan bilginler olmuştur. Bunlar hakikâti, Kur’an-ın ifadesiyle “babalarını bildikleri gibi” bilseler de inatlarından vazgeçmezler. Halk kitleleri ise böyle değildir. Hakikatin onlara hangi vesile ile ulaşacağını kestiremeyiz. İzzetli duruşları ile canlarını feda ederek vatanlarının namusunu müdafaa eden Filistinliler tek kelime etmeden bile lisan-ı halleriyle binlerce insanın hidayetine vesile olabilmektedir. Aslında Batı’dan ziyade burada ibret alması ve kendini hesaba çekmesi gereken biz Müslümanlarız. Allah en iyisini bilir.