Biz de biliyoruz “şehir” yerine “kent” dersek kıyamet kopmaz; hatta bir köy evinden bir sıva parçası bile dökülmez. Ama “şehir” kelimesini bir kere gömdük mü, Tanpınar’ın bir büyük eseri yâni Türk kültürünün o eşsiz Beş Şehir’i Varto yıkıntılarının altında kaybolup gitmişe döner. Siz şimdi, Hayâl Şehir’den tutun da “şehir kâhyası”ndan Eskişehir’e kadar neler yitireceğimizi düşünün. Viranşehir bile kalmaz elimizde. Üstelik “köylü kentli” sözünde tutunan o kelime Türkçe de değildir.
Soruyorlar: Arapça “hakikat”ın yerine Türkçe “gerçek” kullanılsa ne kaybederiz? Ah kurnaz bebek, ne mi kaybederiz? Hakikat’ı hakikat’ı! Hem de “hakikatlı yâr” ile birlikte, o güzelim, o cânım türkülerimiz ve atasözlerimizle birlikte.
Bir kelimeyi, ölümünü beklemeden fırına atmakla ne mi çıkar? O kelime ile kurulmuş on binlerce Türk mısraından, duygu ve düşüncesinden gelecek nesilleri mahrum bırakmak kastı çıkar.
Tarihine, kültürüne, medeniyet ve san’atına yabancı bir yaratık için bütün kalleşlikler, bütün züppelikler, bütün inkârlar, kısacası mutlak bencillik ve yıkma zevki mümkün görünür, kolay görünür. Böyleleri için Malazgirt herhangi bir ova, Rumelihisarı herhangi bir duvar, Bursa şehirlerden bir şehir, Sakarya da rastgele bir ırmaktır. Gider, görür ve daha güzel ırmakları, yeşili daha göz alıcı ovaları, daha büyük şehirleri düşünür geçer. İşte bu kültürsüzlük, bu soysuzluktur.
Tarık Buğra’dan (*) 1967 yılından bir alıntı, Derin Tarih Dergisi 2020, Unutulmaz Yazılar
Sizce de bu mutlak bir bencillik ve o haşarı yıkma zevki değil midir, hani çocuklarda görüp bağışladığımız, eğitmeye çalıştığımız…
Acaba biz olgun bireylerden oluşmamış bir halk mıyız?