Ne kadar kolay olurdu, komplo teorileri ile tarihin akışını izah etmek! Ama ne yazık ki kabil değildir. Adı üstünde teori, bir köşe yazarımızın bu konuya dikkat çekmesi üzerine okuduğum birkaç kitabın değerlendirmesini de ekleyerek Osmanlı’nın son demlerine ve kaderin ağlarını örüşüne baktım; mümkün mertebe kısaltarak aktardım.
Görünüşe göre beceriksizliğimiz en büyük etken olmuş. Ama biliyorsunuz, uluslararası ilişkiler bir nevi “orman kanununa” dayalıdır. Tarih bu acımasızlığa şahittir. Tüm bunlar sahnelenirken de bazıları mesela silah tacirleri, bankerler bundan vahşice nasiplenmişlerdir. İlginç olan ise o devir zenginlerinin bir ülküyle dindaşlarına yardımcı olmaya çalışmalarıdır. Pratik bir şekilde dini motifle hareket etmişlerdir. Ama sanılanın aksine tüm coğrafyanın selameti onların dindaşlarının da selameti olacağı için tüm taraflar için huzur ve refah peşinde koşmuşlardır. Meraklandınız değil mi? Buyrun okumaya..
Mustafa Karaalioğlu geçenlerde ilginç bir yazı yazdı. Başlığı “Komplo, iddia, esrar perdesi”. Önce bu yazıyı şerh ederek usulümce sizinle paylaşayım:
“Demokrasilerin birçok derdi vardır, ama hiçbirisi komplo teorileri kadar sistemi çaresiz bırakmaz. Hızlı yayılır, akılla mantıkla reddedilmesi imkansız iddialarla gelişir ve bir an gelir, komploya itimatsızlık sizi halkın karşısında duyarsız ve suçlu duruma bile düşürebilir.” Türkiye, Ortadoğu ve neredeyse bütün az gelişmiş ülkelerin kamuoyu bu kaynaktan beslenir. İnsanlar hayatlarında ve ülkelerinde olumsuz giden ne varsa buna dair güçlü gerekçelere sahiptir. Hepsinde suç bir başkasının; çoğu kez Amerika’nın, Batı’nın, karanlık güçlerin, üst aklın vesairenindir. Suç asla başarısız olanın, geri kalanın, eğitimsizin veya evinin önünü süpüremeyenin değildir.
Bir ülke eğitimsizse, geri kalmışsa, başaramıyorsa zaten bunun sebebi dış güçlerdir! Ekonomileri, kültürü, akademiyi, tarımı, çevreyi, ahlakı dış güçler bozduğu için her şey kötüleşmiştir. Öyle olmasaydı, yani geri kalmış ülkeler, Batılı emperyalist karanlık odaklar tarafından komplo yapılarak geri bıraktırılmasaydı, tıpkı şanlı geçmişte olduğu gibi bugün de pekala ileri olurlardı!
Mantıktaki çelişki ortadadır. “Eğer başarmak istiyorsan varlığına inandığın bu güçleri de yenmen lazım”, diyebilirsiniz ama siz söyler, siz dinlersiniz. Çünkü komplo teorisi buraya kadardır. Ötesine geçilmez zira bu kez çalışmak, öğrenmek, araştırmak gerekir; toplumların kendi içinde dayanışması, barışması ve ortak hedefe odaklanması gerekir, peki kim yapacak bunu?
Sadece İslam dünyasında değil bütün komplo teorilerinin bir numaralı kötü adamı ABD ve Batı’da da aynı rüzgar esiyor. Trump tam olarak böyle bir dalganın eseri ve onca skandala rağmen geri gelebilir. Ya da komplo teorilerinin tartışmasız en esrarengiz parçası İsrail de artık aynı sarmalın içinde. Bütün dünya, ABD’ye İsrail’e verdiği destek yüzünden kızarken, İsrail’de bazı çevreler ABD’yi hükümete karşı komplo kurmakla suçluyor. Avrupa’nın bütün marjinalleri de suçu atacak bir dış güç buluyorlar. Başlangıçta gülüp geçiliyordu ama dünyaya komplo gözüyle bakmak esas, bu bugün artık hükümetlerin politikalarını etkiliyor, değiştiriyor.
Çoğu kez bariz, etkili, ısrarlı yalanlarla, kirli propagandalarla, artık moda olan ‘post truth-gerçek/gerçeklik ötesi’ kavramının eşliğinde, tutarsız, bencil, tartışmadan uzak; bazen ırkçı ve ötekileştirici bir dalga büyüyor. Belgesiz, ispatsız ama iddialı sözler yeryüzünde bir uçtan uca artık daha fazla benimseniyor. Üstelik hemen bütün Batılı komplo hareketlerinde değişmez düşman “İslam” olduğu halde, İslam ülkeleri yönetimleriyle popülist otokrat Batılı veya Latin liderler mükemmel bir dostluk sergileyebiliyor.
Elbette dünyada komplolar vardır. Ama bana göre her şey olup bittikten sonra işte bu bir komploymuş denenler değil!
Ama bazı ülkeler, (ulusal) çıkarları için ötekilere karşı hamle yaparlar. Ama miskinliği, tembelliği ve çaresizliği bununla açıklayamazsınız. Ülkelerin çıkarları vardır ve kimse kimsenin kara kaşına, kara gözüne bakmaz. Tek kural ‘gücü, gücü yetene’dir. Mesela, Amerika veya Almanya ya da İngiltere ihtiyaç duyduğunda, fırsat gördüğünde bir İslam ülkesine acımaz. Ama bu ülkeler -yani Hıristiyan ve Batılı ülkeler- çıkarları farklılaştığında birbirlerine de acımazlar. Mesela, ABD ve İngiltere, 368 milyar Dolar’lık ortak güvenlik işbirliği anlaşması AUKUS’ta Avustralya ile el sıkışan Fransa’yı bir gecede devre dışı bırakıp projeye el koymuştu. Fransızlar haberi sabah gazetelerden okumuştu!
Ben bu sınıflandırmaya karşıyım. Bugün her ülke ittifak konuları hariç tek başınadır ve milli veya bölgesel tanımlanabilir; Batı, Ortadoğu, Türkiye, İspanya gibi. Bir de federasyonlar var, Rusya, ABD gibi…Dini temelli İran İslam Cumhuriyeti ve İsrail Yahudi Devleti haricinde bir iddiada olan devlet bilmiyorum. Onların da halkının hali malum; huzursuzluk vb.
Öte yandan petrol zengini İslam ülkeleri başka İslam ülkeleriyle iş tutmak yerine, kendi çıkarları için Batı’yla ticaret yaparlar. Halkları sabah akşam “Amerika ve Avrupa bizi geri bırakıyor, birbirimize düşürüyor” diye sonu gelmez komplo teorilerine dalsa da durum değişmez. Çünkü bu rasyonel ve pratiktir. Zaten onlar İslam ülkesi değiller, zira İslam Ülkesi, Hıristiyan Ülkesi diye kabul görmüş bir tanım yok ki. Kendini öyle tanımlayan bir Pakistan İslam Cumhuriyeti var ama …
Dünya başarılı ve gelişmiş ülkeler için menfaat sahnesi, başaramayanlar için ise komplo teorisi filminden ibarettir.”Zaten bu komplo teorilerinin yazarı ve yayınlayıcısı da yine (Hollywood gibi) güçlülerdir. Unutmayın tarihi güçlüler (kazananlar) yazar.”
Tüm bunlar bana dünyaca ünlü sosyoloğumuz Şerif Mardin’in bir sözünü hatırlattı: “Türk insanının tarihe bakışını komplo teorileri şekillendirir.” Diğer aklıma gelen şey ise geçenlerde Ipsos’un Araştırmada Yenilikler Konferansı’na katılan arkadaşlarımın bana aktardıkları CEO Sidar Gedik’in sunumundaki bir araştırma sonucuydu.
Global araştırma şirketi Ipsos 37 ülkede “Yanılma Endeksi” diye yaptığı bir araştırmada her ülkede yaşayanlara ülkeleriyle ilgili belirli ifadeler sunup katılıp katılmadıkları sorulmuş. “Ülkenizdeki 100 kişiden kaçı göçmendir?” diye sorulmuş mesela. Türkiye %32 cevabı vermiş, gerçek oran ise %6 imiş. 37 ülkenin ortalaması %28 göçmen, halbuki gerçek rakam %12. “Ülkenizde işsizlik ne kadar? “ diye sorulmuş. Türkiye % 41 demiş, gerçek rakam ise %11. Dünya ortalaması aynı konuda %34. Gerçek işsizlik oranı ise % 7. “Ülke bazında ekonomi büyüklüğü sıralamasında ülkenizin sıralaması nedir?” diye sorulmuş. Biz Türkler 100üncü demişiz, doğrusu 19uncu sırada olduğumuz. Dünya ortalaması tahmini 70 çıkmış. Cevap veren 37 ülkenin gerçek sıralama ortalaması ise 28. Şimdi sıkı durun “Dünya Yanılma Endeksi’nde” Türkiye kaçıncı sırada? Ne yazık ki 3üncü sıradayız. İlk iki ülke Tayland ve Meksika. Bizden sonra ise Malezya ve Brezilya geliyor. İşte komplo; bu zavallı dört ülke halkları diğer sömürgen ülkelerin propagandası ile aşağılık duygusuna ve çaresizliğe garkolmuş durumdalar.
Neden bu böyle, araştırmada bir açıklama yok. Ama gerçek dışı, spekülatif ya da kanıtlanmamış iddialarla desteklenen teorilere fazlaca ilgi duyduğumuz gerçek. İnsanların niye komplo teorilerine inandıklarıyla ilgili psikologlar çok sayıda araştırma yapmışlar. Kendilerini güçsüz hissedenler birilerinin onlara zarar vermek isteyeceği fikrine sığınarak bu durumdan kurtulmaya çalışırlarmış. Karmaşık düşünmek hoşuna gitmeyenler ya da bu donanımdan yoksun olanlar da basitçe “şuçlu o” deyip geçiyorlarmış (2). Komplo teorilerine olan inancın ülkeden ülkeye değiştiğini araştırmacılar saptamışlar. Bunun nedeni ülke kültürleri, medya manipülasyonunun yaygınlığı, güncel siyasi ortam, ülke tarihi ve iktidarlara duyulan güven olabilirmiş (3).
Genellikle tüm dünyada olduğu gibi bizde de bu teoriler bir örgütün gizli bir plan yaparak belirli bir amaç için faaliyet gösterdiği varsayımına dayanır. Bunlarla ilgili hiçbir somut kanıt yoktur. Sadece bazı bilgi ve hayal gücü çalıştırılarak varsayımı destekleyecek şekilde hele bu kadar sosyal medya trolü varken boşluklar kolaylıkla doldurulur.
Herkesin inandığı komplo teorisi bulmak zor ama bazı komplo teorilerine geniş insan kitlelerinin inandığı da doğrudur. Mesela 11 Eylül saldırılarını birçok insan ABD’nin kendi planladığı saldırılar olduğunu düşünür. Bill Gates’in Covid-19 krizini bilerek çıkardığı, amacının nüfus kontrolü olduğu düşünülür. Dünya nüfusunu azaltmak için biyolojik silah kullanıldığını düşünenler mi istersiniz, yoksa gıda endüstrisinin insan sağlığına zarar vermek amacıyla tasarlandığını düşünenler mi! Hatta Uzaylıların Dünya’yı ziyaret ettiği ve hükümetlerin bunu gizlemeye çalıştığı iddiası da bazı insanlarca benimsenir. Tabii ki özellikle zenginler komplo teorilerinden paylarına düşeni fazlasıyla alırlar. Bunlara şimdilerde dünyayı yöneten “küresel elitler” deniyor. Bu küresel elitler gizli toplantılar ve faaliyetler yoluyla dünyayı yönetiyorlar. Bu zenginlerin öncüleriyse küresel bankacılığın yani neo liberal kapitalist düzenin ilk temsilcileri olan, haklarında yüzlerce efsane üretilen Rotschild Ailesi.
Rothschild ailesinin hedefi; hızlı şekilde servet sahibi olmak, bu serveti aile içinde dağıtmak ve harcamak; şeran ve ruhen Yahudi olarak kalmak. On sekizinci yüzyılda tefecilikle zengin olan Mayer Amschel işlerini aile dışında hiç kimseye emanet etmeyerek beş oğlunu işlerin başına geçirdi. Yahudi şeriatinde Yahudi olmayanlardan faiz almak caizdi. Bu beş kardeşten Nathan Londra’da, James Paris’te, Amschel Frankfurt’ta, Salomon Viyana da ve en küçükleri Napoli’de iş yapmaya başladı. Yabancıları içerisine almayan ailede evliliklerin çoğu kuzenler arasında gerçekleşiyordu. 1800lerin ilk yarısında Rothschild ailesi, Avusturya ve Paris’teki ilk demiryolunu inşa etmiş, Napolyon’a, Danimarka’ya, Brezilya’ya ve İngiltere’ye borç vermişler.
Rothschildlerin Osmanlı devleti ile ilk teması Yunan Devletinin kuruluşu ve Yunanistan tarafından ödenecek olan tazminat ile ilgilidir. Yunanistan Osmanlıya ödeyeceği tazminatı %5 faizle Rothschildlerden borç almış. O dönemde mali açıdan zor yıllar yaşayan Osmanlı devleti daha öncesinden aldığı borçları ödeyememiş ve bu tazminatın mahsubu gündeme gelmiş.
Rothschildler’den borç alınması Mustafa Reşit Paşanın öncülüğünde 1855 yılında gerçekleşmiş. Rothschild ailesi İngiltere hazinesinin tüm emisyonlarını üstlenmesi ve 1853de Kırım savaşını finanse etmesi nedeniyle Osmanlı bürokratları arasında muteber bir banker olarak kabul ediliyormuş.
Yakın tarihte görüldüğü gibi, büyüyen uluslararası ticaret, devletlerin sadece savaş sebebiyle değil, bir sosyal devlet olmanın gerekleri karşısında ihtiyacı olan fonları başka devlet vatandaşlarından, çıkarılan Devlet Tahvilleri karşılığında temini ile ilk uluslararası finans piyasasını gerekli kılmıştır.
Yukarıda da belirttiğim gibi Rothschildlerden büyük miktarlı ilk borç Kırım savaşı devam ederken alınmış. Bundan önce 1850 yıllarında Fransa’daki bankerlerle görüşmeler yapılmış ve borç almak (devlet tahvili çıkarmak) üzere bir mukavele imzalanmış. İmzalanan mukavele padişah tarafından tasdik edilmemiş ve sonucunda Osmanlı devleti tazminata mahkûm olmuştur. Osmanlı devleti mukavelenin feshinden dolayı Avrupa’da itibar kaybetmek istemediğinden imzacı bankerlere hızlıca ödeme yapmaya başlamış. Tazminatın tamamı zamanında ödenememiş, geciken kısım için ise Rothschild ailesinden para tedarik edilmiştir. Devlet maliyesinin kaos içerisinde olduğu bu dönemdeki kötü yönetim Ahmet Cevdet Paşaya göre bilgili ve yetişmiş maliyeci yokluğundan kaynaklanmıştır, yani beceriksizlik ve uyumsuzluktan!
1854 yılından bu yana Osmanlı devleti 220 milyon sterlin borçlanmış, karşılığında ise kasasına sadece 116 milyon sterlin girmiştir. Mali iflastan sonra padişah Abdülaziz’in tahttan indirildiğini ve sonrasında Feriye sarayında ölü bulunduğunu biliyoruz. Yerine geçen 5. Murat tahtta çok kısa kalabilmiş, onun da yerine II. Abdülhamid tahta çıkmış. Hemen ardından Meşrutiyet ilan edilmiştir.
İflasın ardından Rothschildlerle Osmanlı devleti arasında borçlar konusunda önemli bir sorun yaşanmamıştı. Bu borçlar İngiltere ve Fransa’nın kefaletleri altındaydı! Rothschildlerin Osmanlı devletine borç veren diğer bankerlerden farklı yanı her şeyi hesap etmeleri ve öngörülerinin doğru çıkmış olmasıdır.
1879 yılına gelindiğinde Osmanlı’da artık borçlar borçlarla ödenir hale geldiğinden sermayedarlar ile hükümet arasındaki anlaşma sonucu hükümetin 6 kalem geliri alacaklılara devredilmiş, 1886 ile 1908 arasında 19 kez daha borçlanmaya gidilmiş ve ikinci Meşrutiyetten sonra da 8 kez dış borçlanmaya müracaat edilmiş. Osmanlı Devletinden intikal eden bu borçlar ancak Cumhuriyet döneminde ödenebilmiştir.
Rothschildler “dini bütün” Yahudiler olarak her zaman Filistin’e özel ilgi duymuşlardır. Ailenin Fransız üyesi Baron Edmond James de Rothschild ziraata çok önem vermiş ve bazı Yahudiler’in zirai eğitim alarak otorite olmasını sağlamıştır. Bölgedeki birçok bataklık kurutulmuş ve tarıma açılmıştır. Baron öldüğünde 30 yerleşim biriminde 500 bin dönümden fazla arazisi vardı. İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion bir konuşmasında; kimse ondan daha fazla İsrail’e hizmet etmemiştir, demiştir.
Bir diğer ilginç bağlantı; Rusya’da Yahudilere uygulanan baskıların başlangıcı ile Rothschild ailesi adına Filistin’de toprak satın alımı aynı tarihlerde olmuştur. 1880lerin ortasında toprak satışlarından ve bina yapımından endişe duyan II. Abdülhamid bu işlemleri yasaklamıştır. 1890larda ise artık Museviler Osmanlı tebaasına geçiş için müracaatlara başlarlar, yasaklara rağmen rüşvet, hile ve kayırma ile sürdüğü kayıtlara geçmiştir.
Ne garip bir ilişki; bir yanda istibdat idaresi ile iç ve dış güçleri susta durduran padişah, aynı zamanda memurunu sevk ve idareden aciz!
Artık uluslararası bir sorun haline gelmeye başlayan Musevilerin Filistin’e yerleşmesi 1893 yılında Babıali Meclisinde tartışılmıştır. Fakat Kudüs mutasarrıfı İbrahim Hakkı Paşanın muhacir Musevilerin ileride sorun olacağına dair öngörüsü Babıali’de kabul görmemiştir. “Gerekli tedbirler alınmaktadır” şeklinde bir cevap verilmiştir. Fakat yapılan yazışma ve müzakerelerde aslında Filistin ve Suriye’de birçok şeyin idarecilerin kontrolünde olmadığı görülür. Böylelikle bölgeye gelen muhacir Musevi sayısı 40 bine dayanmıştır. Belgeler göstermektedir ki merkezden gelen emirlere rağmen Rothschild başta olmak üzere Yahudilere arazi satışının yapılması devam etmiştir. Bunda en büyük etken bahşiş adı altındaki rüşvet kavramıdır. Bu göç akınının sebebi ise, o gün Yahudilerin yaşadığı batılı ülkelerde hor görülmesi ve diğer batılı ülkelerce zaten yerleşmelerine imkan verilmemesidir. Dönemin güçlü devletleri İtalya, Almanya, Fransa, Rusya ve İngiltere Yahudilerin Filistin’de iskânı konusunda hemfikirdiler ve destek vermeye devam ediyorlardı. Bundan güç alan Yahudiler Müslüman halkı bezdirecek davranışlarda bulunuyorlardı. Müslüman halkın bu şikâyetlerine karşılık Yahudiler de karşı şikâyetlerde bulunuyor ve ortam daha da geriliyordu.
Sonuçta 1908 yılına gelindiğinde 1876 yılına kıyasla Filistin’de yaşayan Yahudi nüfus 80.000 olmuştur. Baron Rothschild ise kurduğu 40 yerleşim yerinde “Yishuv’un Babası” (Kutsal Topraklar’ın yerel sakini olan Yahudilere Yishuv denilmektedir. Rothschild’e de bunların hamisi manasına “Yishuv’un babası“ denilmiştir) unvanını almaya hak kazanmıştır.
İkinci meşrutiyetin ilanından hemen sonra Meclis Reisi Ahmet Rıza, hahambaşı vasıtasıyla JCA ve Baron Rothschild ile ilişki kurmak istemiştir. II Abdülhamid’in 1909da tahttan indirilmesinden sonra Filistin politikası değişmiş ve Rothschild ailesi yeniden arazi alımları için girişimde bulunmuştur. Hatta Sultana ait araziler bile artık Rothschildlerin elindeydi.
1917 yılında İngiliz ordusu Filistin’de ilerlerken İngiliz hükümetince onaylanan ve Dışişleri Bakanlığınca Rothschild’e yazılan mektupta “Majestelerinin hükümeti Filistin’de Museviler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır” denilmiştir. Bu belge ile Yahudi devletinin hayata geçirilmesinin ilk adımı atılmıştır. Rothschild ailesinin kontrolündeki hareket, Siyonist Theodor Herzl ve Haim Wiezma’nın sert politikalarından uzak, sabır ve uygun zamanda doğru yerde bulunma ilkesine göre yürütülmüştür. Böylece Musevi nüfus Araplara göre %10 oranında olmasına rağmen Yahudiler Filistin’de devlet kurmak için icazetlerini almışlardır.
1838 yılında yapılan ticaret anlaşmasıyla Osmanlı, Avrupa sermayesine açılmış ve tüccarlar Osmanlı ekonomik alanına nüfuz etmişler. Rothschildler de bundan geri durmamıştır. Aile Osmanlı ülkesinde çıkarılan bakır, kurşun ve diğer madenleri işletmek ve ihraç için teklif vermiştir.
Tüm bunlar olurken Rothschild ailesi fertleri Osmanlı Sultanları tarafından nişanlara, madalyalara ve hediyelere layık görülmüştür. 1854 yılında ilk nişan Padişah Abdülmecid tarafından verilmiştir. Bu tarihten itibaren Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamid tarafından ailenin çeşitli fertlerine nişanlar verilmiş, bazı eşlerine de şefkat nişanı takdim edilmiştir.
Kitaptan anlıyoruz ki, Osmanlı devleti 1854den yıkılışına kadar 41 defa bankerlerden borç almıştır. 1855, 1891 ve 1894 yılındaki borçlanmalar Rothschildlerden yapılmış. Buraya kadar somut bilgiler doğru ama daha sonra kitabın dayandırıldığı temel olan “Rothschildler asıl amaçları olan Filistin’deki Yahudi yerleşimleri için zemin elde etmişler. Bu da yüzyıl öncesinden Yahudi asıllı İngiliz devlet adamı Benjamin Disraeli’nin hayallerinin doğru çıkmasına yol açmış.” varsayımına yönelik bir sonuç çıkarmak bence mümkün değil. Rothschild ailesi ile komplo teorilerini destekleyip yahudilere yönelik ayrımcılığı ve önyargıları pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor. Şu anda ise artık böyle güçlü bir aile yok. Bu ailenin hala dünyayı yönettiği falan da yok. Rothschild ailesi sadece Osmanlıyla ilişkilerini sürdürmemiştir. Aile, yaklaşık 100 yıl ülkelerin çıkardığı tahvilleri için dünyada pazar oluşturarak, küresel finans sektörünün oluşmasına katkıda bulunmuş.
Çok yeni Yapı Kredi yayınlarından çıkan Niall Ferguson’un Rothschild Hanedanı isimli geniş kapsamlı araştırması (6), hayattaki Rothschild ailesinin üyeleri ile görüşmelere de dayanıyor, aile hakkındaki efsaneleri, bu efsanelerin kaynaklarını ortaya koyuyor ama hala kesin bir görüş belirtemiyor. Kitaptan anlıyorsunuz ki, Rothschild ailesi, gücünün kalmadığı Hitler döneminde bile Yahudi düşmanlığını beslemek için Goebbels tarafından kullanılmış. Kesin olan bir şey vardır: Rothschildler muazzam servetlerinin büyük bölümünü devletlere borç vermeye ya da devlet tahvillerinde spekülasyon yapmaya borçludurlar. O dönemde tahvil piyasasının iniş ve çıkışlarını belirleyen şey de bugünden farklı değildi: siyasi güven ortamı.
Yatırımcıların tahvilleri çıkaran devletlerin borcu faizleriyle geri ödeyecek güçte olduklarından emin olmaları gerekiyor. Dolayısıyla yatırımcılar ve dolayısıyla Rothschildler vergi gelirlerini azalatacak savaşlar istemiyorlar, yönetim değişikliği ve iç karışıklık da istemiyorlar, ülkelerin istikrar içinde yönetilmesini istiyorlar. Osmanlı dahil tahvilini pazarladıkları ülkelerle yakın ilişkilerde olup alınan kararların içinde olmak için zaman, enerji ve para harcamalarının nedeni bundandır.. Bu yüzden de iyi bir istihbarat sistemine ihtiyaçları vardı. Yahudi Rothschildlerin kökeni Almanya’dır. O devirde Rusya dahil tüm Avrupa’daki eğilim, Yahudi aleyhtarlığıdır. Göçe zorlanan Yahudilere yardım ettikleri doğrudur, ama bunun nedeni Yahudi aleyhtarlığı karşısında ezildiğini düşündükleri “daha fakir dindaşlarına” yardım etme istekleridir (7) .
Kitapta bir ateist olduğunu açıklayan Niall Ferguson ailenin “yahudiliğine” fazlaca vurgu yapmış, ama Rotschildlerin asıl amaçlarının bir dünya “yahudi üstünlüğü” kurmak olduğuna yönelik bir saptama yok. Ailenin Osmanlı dahil borç vermek suretiyle devletleri yıkmak gibi bir amacı da yok. Zaten bildiğiniz üzere Osmanlı’nın yıkılışında borçlar bir neden değil bir sonuçtur. Osmanlı Devleti’nin yıkılışı birçok nedene bağlıdır.
Kitaptaki, “Rothschildler Osmanlı’nın finansmanından ve diğer işlerinden kazandıkları paraları hiç çekinmeden ülküleri doğrultusunda İsrail ve Yahudilik için harcamaya devam etmiştir.” ifadesi ise dayanak olmadan çeşitli tarihi belgeleri hayal gücü ile ilişkilendirme çabalarına dayanmaktadır. Rothschildler neredeyse 72 milletten para kazanmışlar, bunların hangisinin tam nereye harcandığı bilmek mümkün değildir.
Rothschildler konusuna değinmişken Prof. Dr. Vahdettin Engin’in Pazarlık isimli kitabına (8) değinmeden geçmek olmaz. Pazarlık kitabı ikinci Abdülhamid ile Siyonist lider Dr. Theodore Herzl arasında geçen “Filistin’de Yahudi vatanı” görüşmelerinin gizli kalmış belgelerine dayanıyor.
Yazar, 1876 senesinden bu yana olayları doğru gösteren belgelerin tam ve tarafsız incelenmemesi nedeniyle karanlıkta kaldığını böylelikle tarihin bazı asılsız söylentiler ve ideolojiler etrafında yorumlandığını iddia ediyor. Bunların başında kuşkusuz Osmanlı’nın Filistin politikası geliyor ki, yine burada da bir Yahudi devleti kurulmasına izin vermemesi Osmanlı’nın çöküşüyle bağdaştırılıyor. Osmanlı’nın çöküşünü tek değişkene indirmek doğru değil ki…
Kitap Sultan Abdülhamid’in padişahlığını anlatarak başlıyor: 1876 ile 1909 yılları arasında 30 yıl hüküm sürmüştür. Birinci meşrutiyet (1876-1878) ve ikinci meşrutiyet (1908) onun döneminde gerçekleşti. Padişah tek karar mercii olarak politikaları yönlendirmiştir. Meselelerin çözümü için Padişah iradesini Babıali’ye iletmekte ve hükümet o yönde karar alarak sarayın onayı alındıktan sonra uygulama yapılmaktadır. Saltanat yıllarına “istibdat dönemi” adı verilen Sultan aslında uzmanlara danışarak karar alır. Bu sistem daha çok merkezi yönetimin güçlü olduğu “Başkanlık sistemi” gibi işlemiştir.
En büyük tehlike olarak İngiltere’yi gören Sultan zamanında toprak kaybedilmediği de doğru değildir. Doğu Anadolu, Tunus, Mısır ve Kıbrıs’taki topraklar onun zamanında bırakılmıştır. Sultanın politikasının temelini Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü oluşturur. Bu politika Panislamizm şeklinde yorumlansa da, daha çok dış saldırılara karşı ülke içindeki Müslümanların dayanışma ve birliğini sağlamak amacındadır.
Siyonizm kelimesi Kudüs’ün tepelerinden biri olan Sion’a izafeten kullanılmıştır. Siyonistler mali zorluk içindeki Osmanlı’nın Filistin topraklarını Yahudilere satarak çıkış yolu bulabileceğini düşünmüşlerdir. İngiliz L. Oliphiant 1879da Filistin’deki Belka sancağında bir toprağın Yahudilere satılarak özerklik verilmesini önermiştir. Bu öneri sakıncalı bulunarak reddedilmiştir. Filistin’deki halk Yahudilerin buralara yerleşmesinden rahatsız olurken Avrupa’dan kovulan Yahudilerin saray tarafından Amerika’ya yerleşmesi teşvik edilmeye çalışılmıştır.
1860 yılında Macaristan’da doğan Dr. Theodore Herzl “Modern Siyonizm” kavramını hayata geçiren kişidir. Yahudi devleti kurulması amacıyla toprak sağlayabilmek için 1896 ile 1902 yılları arasında 5 defa İstanbul’a gelmiş. 1904de ölen Herzl hayal ettiği Yahudi devletinin kuruluşunu göremedi. Herzl mali sorunlar ve dış borçlarla uğraşan Osmanlı’ya birkaç milyon altın sarf edip yardım edilerek Filistin’e yerleşmenin mümkün olduğu görüşündedir. Ama 90 milyonu aşan borç tutarının Devletler tarafından ödenmesi bile mümkün değildir.
Avrupa’da ise Rothschildler, Herzl gibi düşünmemekte küçük kitleler halinde peyderpey Filistin’e yerleşmeyi uygun görmüşlerdir. Bir diğer zengin Yahudi olan Hirsch de Herzl’e aynı cevabı vermiştir. Dolayısıyla Herzl’e destek vermekten kaçınmışlardır.
1897 yılında Herzl karar mercii olacak ve Siyonist bir organizasyon haline gelecek birinci Siyonist kongresini organize etmiştir. Herzl bunu Yahudi devletinin varlığının manevi temellere oturtulması olarak nitelendirmiştir. Basel’de toplanacak olan 2. Siyonist kongresinde ise daha çok mali ve iktisadi işler konuşulmuş ve bir “Yahudi müstemlekesi bankası” kurulması kararlaştırılmıştır.
Herzl Sultan’ın gözüne girebilmek için Hicaz demiryoluna bağışta bulunmuştur. Bu projenin Müslümanların projesi olduğunu düşünen II. Abdülhamid paranın iade edilmesini ve paranın geri alındığına dair makbuzun Herzl’den alınmasını emretmiştir.
Herzl ile görüşmeler II. Abdülhamid’in elini güçlendirmektedir. Bunlar olurken Herzl’in yazdığı ve Sultanın Yahudilere dağınık olarak yerleşmek üzere önerdiği Mezopotamya’ya ilave olarak Filistin’deki Hayfa’nın da dâhil edildiği bir iskân mıntıkası istenmektedir. Yanlış bir tercüme sonucu bu “Sultan iskân mıntıkası için imtiyaz bahşedecektir.” şeklinde yazılmıştır. Dolayısıyla böyle bir izin veya taahhüt verilmemiştir.
Osmanlı borçlarının birleştirilmesi sonucu toplam borç 32 milyon liraya kadar düşecektir. Herzl bu borcun Filistin ve Hayfa karşılığında %80’inin karşılanacağını bildirmiştir. Fakat Herzl’e olumlu bir cevap verilmemiştir. Arapların Yahudilere toprak sattığı bilinmesine rağmen Sultanın bu direnişi devam etmiştir.
1903 yılına gelindiğinde ise borçlar yapılandırılmış ve Herzl’e ihtiyaç kalmamıştır. 75 milyondan 32 milyona düşen borçlar 1908 yılında 25 milyon seviyesine indirilmiştir.
İttihat Terakki 1914 yılında Musevilerin Filistin’e yerleşmesini önlemek için alınan tedbirlerin işe yaramadığını öne sürerek bunları yürürlükten kaldırmıştır. Bu arada Hicaz’da İngiltere ve Fransa tarafından büyük Arap devleti hayalleriyle süslenen Şerif Hüseyin, kabile reisleri ve emirler 1919 yılında Yahudilerle Londra’da bir anlaşma imzalamışlardır. 1920 yılında ise gerçekler ortaya çıkmıştır ve “Ortadoğu San Remo Konferansında” İngiltere ve Fransa arasında paylaşılarak Suriye ve Lübnan Fransız, Irak, Ürdün ve Filistin İngiliz mandası altına girmiştir. Filistin Vali yardımcılığına ise koyu Siyonist Herbert Samuel atanmıştır. Bunun gibi birçok atama sonrası nüfuz sahibi olan Yahudiler ve İngiltere’nin bunları desteklemesi bir Arap Yahudi çatışmasına yol açmıştır. 1948 yılında İsrail’in kurulmasıyla alevlenen bu çatışmalar günümüze kadar devam etmiştir.
Gördüğünüz üzere aslında iki kitaptaki temel varsayımlar Rothschild ailesine yönelik birtakım efsanelere dayanıyor. İlk kitapta Rothschildlerin Yahudilere yardım yapmak, siyonizmi yaymak için Osmanlı’yı borçlu duruma düşürmek ve kandırmak yoluyla bir İsrail devletinin kurulmasına yol açtığı; ikinci kitapta da 2nci Abdülhamid’in Yahudi devletinin kurulmasına izin verilmediği için Rothschildlerin de içinde olduğu bir oyunla tahtan indirildiği. Oysa iki kitaptaki kanıtlar da bu sonuçlara varmak için yeterli kanıtlar içermiyor.
Yukarıda sözünü ettiğim Harvard’lı araştırmacı Niall Ferguson’ın kitabında ise bankacı, küresel finans siteminin kurucusu Rothschild ailesinin hayatında öncelik “para”. Sonra da zenginliğin getirdiği sorunlarla mücadele ediyorlar. Yahudilere de, ezildiklerinden dolayı dindaşlık duygusuyla yardım ediyorlar ama hepsi o. Osmanlı’nın yeri hayatlarında ana özne değil, diğer ülkeler kadar da yer kaplamıyor ve diğer ülkeler nasıl davrandılarsa Osmanlı’ya da öyle davranıyorlar.
Ferguson’un kitabında Rothschild ailesiyle ilgili akıl almaz iddialardan bazıları şöyle: İngiltere Kraliyet Ailesi’nin yönettiği para karteli üyeleri, siyonizmi destklemelerinin nedeni Uzakdoğu’daki zengin doğal kaynaklara kalıcı ve güvenli bir erişimine sahip olmak, Başkan Lincoln’ü savaş sonrası politikalarıyla aile emtialarına zarar vereceği için öldürtmek, Sovyet Birliği’nin yayılmasına engel olmak için Hitler’i desteklemek, Katolik kilisesi ile içli dışlı olmak, geleneksel mafya ve CIA ile hareket etmek, Nazi taraftarı Vatican Bank ile kenetlenmek, Illuminati masonluğunu okültizmiyle kirlenmek, Yahudi karşıtlığı için Hitler’i desteklemek, İngiltere ve ABD Merkez bankalarını kontrol etmek.
“Kısmen yazarların herkesin ilgisine mazhar olmuş zengin ve başarılı bir aile hakkındaki eski efsane ve anekdotları tekraren hatırlatarak bir şekilde para kazanmayı becerebilmeleri ve kısa süre öncesine kadar ilgili evraka erişimin zor olmasıdır.” diyen Niall Ferguson’un kitabını da okumalı!
Sultan 2. Abdülhamid için ise son olarak şunları söylemeliyim: Ülkede bürokrasi, siyaset ve hatta eğitimi onun zamanında o günün modern dünyasına eşdeğer hale getirme çabaları olduğunu üniversite yıllarımda yaptığım araştırmalarda görmüştüm. Yine bir hatıramı nakledeyim. Lise yıllarımda, bahsi geçtiği şekilde “kızıl sultan” nitelendirmesini kullandığımda, babam beni bundan men ederek uyardı ve şöyle dedi:
Dedenin İstanbul gurbetinde Fatih medresesinde tahsil etmesi ancak 2. Abdülhamid’in bursuyla olabildi!