Murat Ülker 6-7 Eylül olaylarını kaleme aldı

Pınar Görgü
14:5017/09/2023, Sunday
Yeni Şafak
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, kişisel sitesinde yayımladığı yeni yazısında, 'Devlet gibi mi görmeli, yoksa..' başlıklı bir yazı kaleme aldı. Ülker, 'Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları' ve 'Devlet Gibi Görmek' adlı kitaplardan yola çıkarak 6-7 Eylül Olaylarını değerlendirdi.

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, 6-7 Eylül Olaylarını irdelediği yazısını okurlarıyla paylaştı.


Ülker yazısında şu ifadeler yer verdi;

6-7 Eylül Olayları

Bekledim geçsin diye o tarih ve şimdi size bu konudaki makale, dergi yazılarından istifadeyle iki kitabı birleştirip aktaracağım. Biri “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, yazan Dilek Güven, kitap 2004 yılında Almanya’nın Bochum Ruhr Üniversitesi Tarih Fakültesi’nde yazdığı doktora tezinin Almanca aslından yapılan çevirisi, yazım ağırlıklı bu kitaba dayanıyor. Yazının sonunda durumun özeti şeklinde değindiğim ikinci kitabımız ise Yale Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Antropoloji bölümlerinde öğretim üyesi James C. Scott’un 1998’de yazıldığında da çok tartışılan Türkiye’de 2020’de ikinci baskısı yapılan “Devlet Gibi Görmek” kitabı.


İlk kitabı o zaman Netflix’te yayınlanan ve 6-7 Eylül olaylarının da bir bölümünü kapsayan Kulüp isimli dizi nedeniyle edinmiş ve okumak istemiştim. Belki hatırlayanınız vardır, dizide 6-7 Eylül olayları da işleniyordu ama olayların “bir devlet projesi” olduğuna dair sadece imalar vardı ve neyin niye yapıldığı da çok belli olmuyordu. Ama dizinin senaryosuna bakınca bu kitapla örtüştüğü yönündeki kanaatim kuvvetlendi.


İkinci kitabı ise bir arkadaşım okurken bana özetledi, tartıştık ve daha sonra ben de okumalar yaptım ve ikisini birlikte yazmayı uygun buldum.


Bugün konumuz olan ilk kitap 2004 yılında Almanya’nın Bochum Ruhr Üniversitesi Tarih Fakültesi’nde Dilek Güven’in yaptığı doktora tezinin Almanca aslından yapılan çevirisi. Giriş bölümünde tezinin detaylarını şöyle veriyor Dilek Güven:


“Elinizdeki çalışmanın konusu, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türk ulus devletine geçiş sorunuyla ilgilidir… (O dönemde) Açıkça belirli mesleklerin Türkleştirilmesini içeren milliyetçi ekonomik çizgi izleniyordu: Örneğin 1930 yılında demiryollarında çalışan gayrimüslim personel işten çıkartıldı. Sonra 1942 yılında istisnai olarak çıkarılan Varlık Vergisi ile Ermeni, Rum ve Yahudilerin ekonomide öteden beri üstlendikleri öncü role son verilmesi hedeflenmişti…”


TABİİ YÖNTEM SORGULANABİLİR, AMA GENÇ CUMHURİYETİMİZİN BİR MİLLİYETÇİ EKONOMİK ÇİZGİ BENİMSEMESİ GAYET DOĞAL DEĞİL Mİ?

6-7 Eylül 1955’te, İstanbul ve İzmir’de yaşayan gayrimüslimlerin mülklerine saldırılmıştı. Dönemin başbakanı Adnan Menderes’in açıklamasına göre bu olayların sebebi, milliyetçi Türk basınında da ayrıntıyla haberleştirilen iki gelişmedir:


Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs’ın Türk azınlığına karşı bir saldırı hazırlığı içindeydi, iddiası; bu duruma Hürriyet gazetesinin yazı kurulu misilleme tehdidiyle karşılık verdi ve hararetle “İstanbul’da, saldırabileceğimiz yeteri kadar Rum’un yaşadığını” vurguladı.

İstanbul Ekspres adlı akşam gazetesinin 6 Eylül 1955 tarihli bir haberine göre, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu Selanik’teki eve bomba atılmıştı.

Başbakan Menderes, bu olayın Türk halkını öfkelendirdiğini ve spontane bir biçimde Rum azınlığa saldırıldığını iddia etti. Birkaç gün sonra, hükümet açıklaması değiştirildi; olaylar Türk komünistleri tarafından planlanmış ve hayata geçirilmişti.


1955 saldırıları, İstanbul’da özellikle Rum-Ortodoks bir cemaatin varlığının sona erişine işaret eder. 1955’ten sonra giderek artan sayıda Rum, Yunanistan, Avustralya ve Kanada’ya göç etmişlerdir.


“1955 Eylül’ünde gerçekleşen saldırılar, Türk tarih araştırmalarında bugüne dek ayrıntılı şekilde ele alınmamıştır.” diyen Dilek Güven’in çalışmasına göre 6-7 Eylül olayları, 1908 Jön Türk Devrimi Milliyetçiliğinin sürekliliği içerisinde ele alınmalıdır (1).


Alexis Alexandris’in İstanbul’daki Rum azınlığın 1918-1974 yılları arasındaki siyasi, ekonomik ve kültürel yaşantısını tasvir eden incelemesinde, yazara göre, Türk devleti Hıristiyan azınlığın devletlerarası hukuka uygun olarak güvence altına alınmış özerkliğini gözardı ederek, İstanbul’daki Rumları asimile etmek amacındaydı.


Faik Ökten’in 2.Dünya Savaşı sırasında orta sınıf gayrimüslim azınlıklardan alınan ve azınlıkların kolektif belleğinde bir facia olarak yer eden Varlık Vergisi hakkında kaleme aldığı çalışma da, kendisi de yüksek düzeyli bir maliye memuru olarak bu özel verginin tasarlanmasına katkıda bulunmuş olup, söz konusu verginin gayri milli olarak algılanan “komprador burjuvazi”nin yerine milli bir orta sınıf geliştirilmesi için etkili bir önlem olduğunu ikna edici biçimde kanıtlar.


BUGÜN VARLIK VERGİSİNİN VE HATTA UYGULAMA BİÇİMİNİN SAVUNULACAK YANINI GÖREMİYORUM

Menderes dönemindeki Türk dış politikası, 6-7 Eylül Olayları sırasında Kıbrıs sorununu milli siyasetin nesnesi olarak görmüştür ve Kıbrıs’taki Yunan-Ortodoks çoğunluğun, Enosis’i anavatan Yunanistan üzerinden gerçekleştirme niyeti, 50li yıllarda Kıbrıs meselesini Türkiye’de mühim bir konu haline getirmiştir. Bu hassasiyet araştırmaların merkezinde olmuştur, mesela; Kemal H. Karpat, Menderes döneminin karakteristik özelliği olarak, keskin antikomünizmi ve ABD ile mümkün mertebe sıkı işbirliği içinde olma arzusunu vurgular.


Güven’in araştırmasında “6-7 Eylül Olaylarının Perde Arkası” isimli üçüncü bölümde, adından anlaşılacağı üzere “sahne arkası” aydınlatılmaya çalışılıyor. Ben kitabı anlatmaya bu bölümden başlamayı uygun buldum. Çalışma arka planı kaynaklara dayanarak ayrıntılı olarak anlatmış.


Ekonomi ve bürokrasinin Türkleştirilmesi

Ekonomide açıkça izlenen milliyetçi çizgi, ekonomi, sanayi ve bürokrasinin Türkleştirilmesini öngörüyordu. Bu amaçla önce 1923’te, tüm üyeleri aynı zamanda milletvekili de olan Milli Türk Ticaret Birliği kuruldu. Cumhuriyetin kuruluşunun başlarında milletvekilleri, ülkenin ekonomisinin şekillendirilmesinde önemli rol oynamıştı.


İngiliz konsolosunun raporunda belirttiğine göre, 1922-23’te 188.681 Rum (İstanbul çevresindeki 61.094 Rum dâhil) ve 150.076 diğer gayrimüslim azınlık, İstanbul’u terk etmiştir.


Aynı rapora göre resmi yaptırımlar, özellikle İstanbul’un işgali sırasında ya da genel olarak 1918-23 yılları arasında ittifak devletleriyle iş bağlantısı kurmuş olan gayrimüslim firmalara yönelikti. Ancak ekonominin Türkleştirilmesi sadece ticaret sektörü ile sınırlı tutulmamıştı. Yabancı firmalardaki gayrimüslim çalışanların yerine Türk çalışanlar yerleştirilecekti. Özellikle ticari yazışmaların sadece Türkçe yapılmasını düzenleyen yönetmelik, idari kadrolarda çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrimüslimlerin işten çıkartılacağı anlamına geliyordu.


26 Şubat 1925’te, İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlerin Anadolu’ya gitmesi yasaklandı! Türk vatandaşı olan gayrimüslimlerin yapacağı her seyahat özel bir izne tabi idi. Ancak seyahat izinlerinin verilmesinde bürokratik işlemler nedeniyle oluşan gecikmeler, kent dışında işi ve mülkü olan gayrimüslimleri büyük oranda maddi kayba uğratabiliyordu.


1934’te yürürlüğe giren Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun’la, yabancıların bazı meslekleri icra etmesi yasaklanıyordu. Devlet memuriyeti için sadece Türk vatandaşı olma koşulu gelmişti.


Kamu hizmeti ilanlarında 1936-38 yılları arasında büyük oranda Türk etnisitesine aidiyet talep edilmekteydi. Sadece Türk vatandaşı olmak yeterli değildi. Askeri okullara başvuranlar için Emniyet Müdürlüğü’nde bu kişilerin “saf Türk ırkına mensup” olup olmadıklarını denetleyen bir merkez oluşturulmuştu. Böylece Türk etnisitesine mensup olmak, devlet görevlerinde yer alabilmenin başlıca koşulu haline getirilmişti.


Dilin Türkleştirilmesi

Toplumsal hayatın Türkleştirilmesi sürecinde, Türk dili çok önemli bir yere sahipti. “Kemalist Tarih” kurgusuna paralel olarak geliştirilen Güneş Dil Teorisi’ne göre Türkçe, “tüm dünya halklarının dillerinin türediği bir kök-dil” idi. Bu tezi bir temele dayandırmak için 1932 yılında Türk Dil Kurumu kurulmuştu.


Yabancı dilleri konuşanlara hiçbir şekilde Boşnak, Tatar, Çerkez, Laz, Kürt, Pomak, Gürcü, Türkmen ya da Abaza denmeyecekti. Türkçe olmayan köy isimleri değiştirilecek, buralardaki Türkçe konuşmayan ahali, kendi aralarında ve evlerinde Türkçe konuşmaya zorlanacaktı. Her Türkün ulusal ve en önemli görevi, “kendi dilini, kültürünü ve ülküsünü Türkleştirerek, bunları Türklerin tarih ve kaderine bağlamak” idi. Arnavutoğlu, Kürtoğlu gibi, belli bir ulusa işaret eden isimler ya da “-yan, -of, -ef, -vıc, -ıc, -is, -ıdıs, -pulos, -aki, -zade ve -bin” gibi son eklerin soyadı olarak kullanılması men edilmişti.


Kültür ve eğitim kurumlarının Türkleştirilmesi

1930 yılında tarihçilerden oluşan bir komisyon Türk Tarihinin Esasları başlıklı ders kitabını yazdı. Amaç, yüzyıllardır haksızlığa uğrayan ve tarihin ilk uygarlıklarına yaptığı büyük katkısı inkâr edilen büyük Türk ulusuna, şanlı geçmişini hatırlatmak idi. Birinci Türk Tarih Kongresi’nde tartışılan Türk Tarih Tezi’ne göre, Anadolu’nun ilk sakinleri olan Türkler, yüksek Orta Asya uygarlığını tüm kıtalara yaymışlardı.


Bakanlık, 20 Mayıs 1923te, azınlık okullarındaki tarih, coğrafya ve Türkçe derslerine Türk kökenli öğretmenlerin girmesine karar verdi.


DÜNYADA HİÇBİR YER VE ZAMANDA KÜLTÜREL DEĞİŞİMİN KANUN ZORU İLE YAPILMASI NETİCE VERMEMİŞTİR!


İskân Politikaları

Kemalist Elit’in, yeni devlet sınırları içerisinde, modern ulusun meşruiyet kaynağını oluşturacak etnik ve kültürel bir birliği gerçekleştirmek konusundaki başarıları sınırlıydı. Ülkenin doğusundaki Kürtçe konuşulan bölgeler yeni ulusa entegre edilemiyordu. Şeyh Said’in önderlik ettiği ilk büyük isyan 13 Şubat 1925te çıktı ve ancak önderlerinin aynı yıl 15 Nisan’da tutuklanmasıyla bastırılabildi.


Devletin sekülerleşmesinin önemli bir adımı olarak, 1923 yılında hilafet kaldırıldı. Ancak bu yasakla birlikte Kürt aşiretleri ve dini liderleri, geleneksel olarak halifelik kurumu üzerinden sahip oldukları meşruiyet zeminini yitirdiler. Hilafet, şeyhlik, tekke ve zaviyeler, Kürt kimliğinin oluşumuna büyük katkıda bulunuyordu. İslamcılık karşıtı devlet politikası, aşiret yapılarının çözülmesi, vergi artırımları ve zorunlu askerlik hizmeti, aslında hükümetin Kürt kimliğini zayıflatmak için aldığı temel tedbirlerdi.


BENCE, MESELE YENİ SOSYAL ÖRGÜTLENMENİN YEREL LİDERLERİN MENFAATLERİNE KARŞI OLUŞUYDU.

Bakanlar Kurulu’nun gizli olarak aldığı bir kararla, Şark Islahat Planı’nı geliştirmek için çalışacak bir komisyon kuruldu. Kürt bölgelerinde şu tedbirler alınmalıydı:


Örfi İdare:
Doğu illerinde sıkıyönetim, ıslahat planları uygulanana kadar sürdürülecek.

Umumi Müfettişlik:
Türkiye beş bölgeye ayrılacak. Beşinci bölge Hakkâri, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Siverek, Elazız, Dersim, Malatya şehirleriyle Ergani, Bayezit, Pülümür ve Kiğı’yı içine alacak. Umumi müfettişin görevi, ıslahat planını uygulamak olacak. Umumi müfettişe her bakanlıktan bir müfettiş ve bir askeri müşavir eşlik edecek. Jandarma onun emri altında olacak.

Mahkemelerin Türkleştirilmesi:
Sivil ve askeri mahkemelerde yerli halktan askeri ya da sivil hâkimler çalıştırılmayacak.

Göçmenlerin Yerleştirilmesi:
Ermenilerin terk ettiği bölgelere Türk göçmenler yerleştirilecek. Rize, Trabzon ve Erzurum’un kuzeydoğusunda bulunan bölgelerdeki Gürcü ve Lazlar, gönüllü olarak Hınıs Nehri, Murat Vadisi ve Van Gölü’nün kuzeyine yerleşebilecek.

Yerli Halkın Göç Ettirilmesi:
Eski Ermeni bölgelerinde yerleşmiş olan Kürtler, eski yerleşim yerlerine geri gönderilecek. Kürtler, gönüllü olarak, hükümetin kendileri için uygun gördüğü batı bölgelerine de yerleşebilecek.

Kamu İdaresinin Kürtler’den Arındırılması:
Bölgedeki devlet erkini güçlendirmek için bilumum resmi makamlar, batıdan gelen çalışkan idealist memurlarla doldurulacak. Kürtler, düşük pozisyonlara dahi getirilmeyecek.

Türkçe Hariç Dillerin Yasaklanması:
Malatya, Elazız, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Garsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnı Mansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik ve Çermik’de Kürtleşme tehlikesi vardır. Buralarda hükümet ve kamu binalarında, okullarda ve pazarlarda Türkçe dışında bir dil konuşulması yasaklanacak, yasağa uymayanlar hükümet emirlerini ve kamu düzenini hiçe saydıkları gerekçesiyle cezalandırılacak.

Eğitim Kurumlarının Türkleştirilmesi:
Aslen Türk şehri olan, ama Kürt kültürüne asimile olma tehdidi bulunan yerlerde ya da Siirt, Mardin ve Savur gibi halkın çoğunluğunun Arapça konuştuğu bölgelerde Türk Ocağı şubeleri ve Türk okulları, özellikle de kız okulları açılacaktır.

Kürtçe’nin Batı Bölgelerinde Yasaklanması:
Fırat’ın batısında kalan ve Kürtlerin dağınık olarak yaşadığı şehirlerde, Kürtçe hiçbir şekilde kullanılmayacak, buralarda kız okulları açılarak özellikle kadınların Türkçe konuşmasına dikkat edilecektir. Şark Islahat Planı çerçevesinde öngörülen tüm bu tedbirler, Kürt bölgelerinde uygulamaya konmuş. İskân politikasının gerçek hedefi, Kürt bölgelerine Kafkasya ve Bulgaristan’dan gelen göçmenleri yerleştirmekti.

TÜM BUNLAR NE KADAR UYGULANABİLDİ, BİLMİYORUM. AMA BENİMSENMEDİ. BUGÜN SOSYAL HAYATTA FIKRALAR HARİÇ TÜRK VE DİĞERLERİ AYRIMI OLMADIĞI GİBİ, DEVLET ELİYLE TRT KÜRDİ’DE KÜRTÇE YAYINLAR YAPILMAKTADIR.


Söz konusu yasa, nüfusu üçe ayırmıştı:

  1. Türkçe konuşan ve Türk etnisitesine mensup vatandaşlar;

  2. Türkçe konuşan, ama Türk kültürüne mensup olmayan vatandaşlar;

  3. Türkçe konuşmayan ve Türk kültürüne mensup olmayan vatandaşlar.

Birinci gruptaki kişiler, Türkiye’nin istedikleri herhangi bir bölgesine yerleşebilirlerdi; diğerleri ise hükümetin iskân politikasına tabiydiler.


Yasa, ülkeyi de üç farklı bölgeye ayırıyordu:


Güneydoğu ve Doğu Anadolu: Bu bölgelerde, kendini Türk kültürüne ait hisseden kişilerin sayısı artırılmalıdır;

İç ve Batı Anadolu: Türk kültürüne asimile edilecek kişiler buraya yerleştirilmelidir;

Coğrafi, ekonomik ve askeri nedenlerle yerleşime kapalı tutulacak bölgeler.

Yasa ayrıca hariçten gelen göçmenlerin Türkiye’ye kabul edilme şartlarını düzenliyordu. Türk soyundan gelen göçmenler ile Türk kültürüne bağlı göçmenler arasında ayrım yapılıyordu. Türk soyundan olanlar, eğer Türkiye Devletinden herhangi bir mali destek talep etmiyorlarsa, bulundukları ülkelerdeki Türk Konsolosluklarından, İçişleri Bakanlığı’nın iznine gerek kalmadan vize alabiliyorlardı. Türk soyundan olmayan, ancak Türk kültürüne bağlı olan göçmenler ise İçişleri Bakanlığı’nın izni olmadan ve yerleşecekleri yer kesinleşmeden Türkiye’ye giriş yapamıyorlardı.


Trakya Olayları (1934)

Ege adalarının İtalya tarafından askeri birliklerle doldurulması ve faşist lider Mussolini’nin saldırgan konuşmaları, Ankara’da, İtalya’nın bir tehdit olduğuna dair algıyı güçlendirmişti. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, 1935 yılında yaptığı bir basın açıklamasında, Bulgar hükümetinin de Ankara’ya dostane hisler beslemediğini söylemiş ve Trakya bölgesinin yeni bir iskân politikası vasıtasıyla güçlendirilmesi gerektiğini dile getirmişti. Bu nedenle Trakya ve İstanbul Boğazı’nda askeri güvenlik tedbirleri uygulanmaya başlanmıştı. Neticede Trakya’da meskun yahudi nüfus sürülmüştü.


İskân Kanununun çıkartıldığı 21 Haziran 1934’ten iki hafta sonra, Edirne, Çanakkale, Uzunköprü, Kırklareli ve Babaeski’deki Yahudi yerleşimlerine saldırıldı. Yahudi esnaf ve tüccarlar boykot ediliyordu. Olaylar nedeniyle Trakya’daki Yahudiler İstanbul’a kaçtılar; çoğu evleri dahil mülklerini ya terketti ya da yok pahasına yerli halka sattı.


Türk devleti, Yahudi azınlığın uğradığı hasarı tazmin etmedi.


Bir sonraki aşamada Ermenilere “hemen İstanbul’a göç etmeleri gerektiği” söylendi.


Gayrimüslimlerin Askerlik Hizmetine Alınması (1941)

Henüz 2. Dünya Savaşı başlamadan önce, Kasım 1939’da, hükümet yeni bir düzenlemeyle Hıristiyan ve Yahudi azınlıkların askerlik hizmetleri sırasında silah eğitimi almalarını yasaklamıştı. Bu düzenlemeye göre, bu azınlık gruplarının mensupları askere alındıklarında sadece Türk subaylarına yardımcı olacaklardı. Belirli bir bedel karşılığında, askerlik süresi 18 aydan 6 aya düşürülebilecekti. Gayrimüslimler, askerlik hizmetleri sırasında çeşitli inşaat işlerinde yol yapımı, hava alanlarının genişletilmesi gibi ve ordu içi hizmetlerde çalıştırıldılar. Uzak mesafeden bakıldığında Türk askerlerinden ayırt edilebilmeleri için özel üniformalar giydiler. 1941 yılı Mayıs ayının ilk yarısında, İstanbul ve Trakya’daki 25-45 yaş arası gayrimüslim erkeklerin tümü, önceden haber verilmeksizin yeni bir askeri hizmet gerekçe gösterilerek caddelerde, işyerlerinde ve okullarda yapılan kimlik kontrollerinin ardından, toplanarak Davutpaşa Kışlası’na sevk edildi. Türkiye’nin savaşa girme ihtimali, “Kemalist Elit”’in gayrimüslimlere karşı duyduğu büyük güvensizliği ortaya çıkarmıştı. 30 Kasım 1940 tarihli CHP grup toplantısında milletvekili Kazım Karabekir’in yaptığı açıklama siyasi önderliğin bu konudaki kuşkusuna iyi bir örnektir:


“Olası bir İstanbul işgalini hesaba katmak ve ona göre düzenlemeler yapmak zorundayız. Böyle bir durumda, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler ne yapacak? […} Aynı zamanda kendi saflarımızdan gelebilecek tehlikeleri de düşünmeliyiz. Düşününüz ki, işgal sırasında Yahudiler Marmara Denizi kıyılarına kaçacaklar. Ondan sonra Ermeniler gelecek. Bunlar çok tehlikeli bir organizasyon oluşturmuş olabilir. Şehirdeki Türk unsurunun sınırlı olup, diğer unsurların silahlanması durumunda çıkacak felaketi düşünün. […]Bir savaş durumunu hesaba katarak, tehlikeli unsurları Anadolu’ya transfer etmeliyiz. Bu unsurların terk ettiği evleri, özellikle Beyoğlu’ndakileri, Türklere vermeliyiz. Mektuplardan ve kişisel gözlemlerimizden biliyoruz ki, Türklerin kanını emen bu unsurlar en güzel evlerde otururken, Sultan Selim’deki Türkler inşaatlarda ve depolarda beş-altı çocukla birlikte oturmak zorunda kalıyorlar.”


HALKIN TOPLAMA KAMPLARINA HAPSİ, PEARL HARBOUR BASKINI SONRASI ABD’DE YAŞAYAN JAPONLAR İÇİN AİLELERİ DAHİL UYGULANMIŞTI. AMA BİZ ASLA 2.DÜNYA HARBİNE GİRMEDİK, ACELE Mİ ETMİŞTİK? BELKİ DE TÜRKLER ARTIK YENİ DEVLETİN KULLARI OLMUŞLARDI, ZATEN HEPİMİZ DEVLET BABANIN ÇOCUKLARI DEĞİL MİYDİK. HER SABAH ANT İÇERDİ ÇOCUKLARIMIZ; VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN, DİYEREK.


Varlık Vergisi (1942)

Meclis 11 Kasım 1942’de, 2.Dünya Savaşı döneminde özellikle gayrimüslim orta sınıftan alınan ve azınlıkların kolektif belleğinde bir facia olarak iz bırakan Varlık Vergisi düzenlemelerini içeren bir yasayı kabul etti. Resmi hükümet açıklamasına göre, verginin amacı, savaş koşullarından faydalanarak elde edilen haksız kazancı vergilendirmek ve toplumda savaş koşullarının yarattığı ekonomik dezavantajları eşit biçimde bölüştürmekti.


Varlık Vergisi yasa tasarısının hazırlandığı 1942 yılının yaz ayları boyunca, gazetelerde gayrimüslimleri “hırsızlık, karaborsacılık, soygunculuk, vurgunculuk ve ihtikâr (vurgunculuk) fiil ve faaliyetleri” ile ilişkilendiren haberler ön plana çıkarıldı. Bu dönem için karakteristik sayılabilecek bir makale, 24 Kasım 1942’de Ulus gazetesinde çıkan, “Yorgi, artık tüm isteklerini gerçekleştiremeyeceksin” başlıklı yazıdır; burada Yorgi’ler, Salamon’lar, Kyriako’lar, Artin’ler, yani tüm gayrimüslimler, olumsuz ekonomik koşulların sorumlusu olarak gösterilmiştir.


Vergi mükellefleri, Müslüman ve gayrimüslim olarak ayrılmaktaydı. Gayrimüslim kategorisine dönmeler ve yabancılar diye iki alt grup eklenmişti. Dönmelerin, Müslümanların ödediğinin iki katını ödemesi gerekiyordu. Gayrimüslimler ise Müslümanların ödediği miktarın on katını ödeyeceklerdi.


1943 Şubatından itibaren özellikle gayrimüslimler vergi borçlarını ödemek için elde ne varsa, bilhassa varsa gayrimenkullerini maliye memurlarının denetiminde satışa çıkarmaya başladılar. Satışlar etnik bakımdan sınıflandırıldığında, ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır: Satılan gayrimenkullerin %39’u Yahudiler, %29’u Ermeniler, %12’si Rumlar, %10’u sahibi gayrimüslim olan firmalar, %5’i yabancılar, %2,3’ü diğer azınlıklar, %1’i ise Müslümanlar tarafından elden çıkarılmıştır. Dönmeler Müslüman grubun içerisinde yer almaktaydılar.


Özellikle basın, bu satış işlemlerini başarılı millileştirme projeleri olarak kutluyordu. İçinde ”His Master’s Voice” plak şirketininki başta olmak üzere çeşitli ofislerin bulunduğu Vaham Geseryan’a ait binanın satışının haberi, Cumhuriyet gazetesinde şöyle verilmiştir: Beyoğlu’ndaki Sahibinin Sesi binasının Sümerbank tarafından satın alınarak, Yerli Mallar Pazarları Beyoğlu Şubesine tahsis olunduğunu memnuniyetle yazmıştık. Bu suretle güzel bir bina daha ‘millileştirilmiş’ olmaktadır.


Yasa, vergisini bir ay geciktiren kişilerin, vergi yükümlülüklerinin karşılığını fiziki çalışmayla ödemeleri için bir çalışma kampına götürülmelerini öngörmüştü. Gayrimüslim azınlıklar, Varlık Vergisi nedeniyle Türk hükümetine ve tabii savaş koşulları nedeniyle Ankara’yı gücendirmekten çekinen dış güçlere de kırgındılar.


BEN BURADA SÜKUT EDİYORUM. ZİRA “KAZI YOL FAKAT BAĞIRTMA” EVRENSEL VERGİLENDİRME ÜSULÜNÜ BİLE UYGULAMAMIŞTIK!


Çok partili sisteme geçişten sonra gayrimüslimlerin durumu

18 Temmuz 1945’te Demokrat Parti’nin kurulmasıyla, Türk hükümetinin azınlık politikaları liberalleşecekti. Gerçekten de azınlıklara yönelik ayrımcı uygulamalar önemli ölçüde azaltıldı. Örneğin, 1946’dan itibaren, üniversite mezunu olan gayrimüslimler askerlik hizmetlerini yedek subay olarak da yapabileceklerdi. Hahambaşılık, İçişleri Bakanlığı tarafından resmi bir kurum olarak tanındı.


CHP’nin gayri resmi yayın organı Ulus’ta, Falih Rıfkı Atay, parti yönetiminin yeni tutumunu şöyle açıkladı: “Sadece tüm azınlıkları Türk vatandaşı olarak tanımakla kalmıyor, onlara, bilinç ve kültürde bir ayrım yapmaksızın, tıpkı bizim gibi Türk olma hakkını da tanıyoruz. Kendi dil ve kültürlerini korumalarına ve ‘azınlık vatandaşlar’ sayılmalarına bir itirazımız yok.”


CHP, 1935’te Rum cemaatinden iki, Ermeni ve Yahudi cemaatlerinden de birer kişiyi, bağımsız milletvekili olarak Meclise taşımıştı. 1946 CHP Azınlık Raporuna göre, asıl sorun İstanbul’daki Rum azınlıktı. Bu rapora dayanarak dışarıya karşı azınlık politikasında daha liberal bir tutum izlenmekle beraber, ayrımcılık gayri resmi talimatlar üzerinden sürdü.


Demokrat Parti ve Gayrimüslim azınlık

Gayrimüslimler 1950 ve 1954 seçimlerinde DP’ye oy vermişti.


1950 seçimlerinde dört gayrimüslim, DP’nin İstanbul milletvekili olarak Meclis’e girdi.


Gayrimüslim milletvekilleri, Meclis komisyonlarının siyası çalışmalarına da dâhil ediliyordu.


Demokrat Parti, gayrimüslim azınlıklara “iktidara geçince Varlık Vergisini geri ödeyeceğine” dair verdiği sözü tutamadı. Mecliste milletvekillerinin bu konuyla ilgili soruları üzerine Maliye bakanı, ülkenin o esnadaki ekonomik koşullarının tazminat ödenmesini mümkün kılmadığını açıkladı.


1954 yılında Kıbrıs’la ilgili tartışmaların şiddetlenmesi, DP’nin gayrimüslim azınlıklara karşı başlangıçta gösterdiği toleransı tamamen yok etti. 1955 yılında, 6-7 Eylül Olaylarından önceki yaz aylarında, azınlık karşıtı diğer olayların da evvelinde olduğu gibi, Türk basınında, özellikle de Hürriyet gazetesinde, azınlıklara yönelik bir kışkırtma kampanyası başlatıldı. Saldırılar çoğunlukla Rum azınlığa yönelikti; ancak, Türk devletine sadakatsizlik suçlamaları “Rumların” şahsında tüm gayrimüslimlere yönelikti.


Yunanistan’ın Enosis, Kıbrıs’la birleşme talebi adada nüfus çoğunluğunun Yunan olmasına dayandırılmıştı. Yunanistan ile Kıbrıs olası birleşmesi adadaki Türk nüfusu azınlık haline getirecekti.


Dilek Güven, kitabın “6-7 EYLÜL OLAYLARI Yeniden Kurgulamak” isimli birinci bölümünde mülakatlara ve kaynaklara dayanarak bu kez olayların ayrıntılarını veriyor, arzu edenler aşağıda başlıkları verilmiş bölümleri kitaptan okuyabilirler.


Başlangıç Aşaması, Güvenlik Güçlerinin Pasifliği, Müslüman Halkın Şiddet Olaylarına İlk Tepkisi Komşularını Korumak Oldu, Atatürk’ün doğduğu eve saldırıda bulunulduğu haberi, İzmir’de yerel bir gazete tarafından yayıldı. (Gece Postası 06.09.1955), İzmir ve Ankara’daki Saldırılar.


Olay sonucundaki maddi hasar ve tazminat ödemeleri ise kitapta şöyle anlatılıyor:


Maddi Hasar:
Resmi bir kaynağa göre 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar vb. yerlerin bulunduğu 5.317 tesis saldırıya uğramıştır. Balıklı Hastanesi başhekiminin ifadesine göre, hastanede 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür. Can kayıplarının sayısı tartışmalıdır. Türk basınında ölü sayısı 11 olarak verilmiş. Helsinki Watch örgütünün bir raporuna göre ölü sayısı 15’tir.

Devletin Tazminat Ödemeleri:
10 Eylül 1955’te Cumhurbaşkanı Celal Bayar himayesinde, Kızılay Başkanı Rıza Çerçel, Borsa ve Sanayi ve Ticaret Odaları Başkanı Üzeyir Avunduk, Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Kâzım Taşkent ve Sanayi Odası Başkanı İbrahim Esi’den oluşan bir komite kuruldu. Komitenin raporuna göre, 4.433 kişinin, toplam 69.578.744 milyon TL’lik hasar tazmini için yaptıkları başvuru kabul edilmişti. Ama 1957 yılının sonunda 3.247 gerçek ve tüzel kişiye, toplam 6.533.856 TL tutarında ödeme yapılmıştı.

Basın, sürekli olarak, gönüllü olarak tazminat talebinden vazgeçtiğini açıklayan kişi ve firmaların Başbakan Adnan Menderes’e yolladığı telgrafları yayınlıyordu.


İzmir’deki tören Yunan hükümeti tarafından “uygun bir telafi” olarak değerlendirildi; Yunan büyükelçisi, İzmir’de törene katılan tüm kadroların, yol açılan haksızlığı telafi etmek için gösterdikleri iyi niyet ve dürüstlükten” etkilendiğini açıkladı. Buna karşılık Yunan başkonsolosu, maddi hasarların tazmin edilmesini “tatminkâr” değil, ancak “katlanılabilir” olarak tanımladı.


“6-7 Eylül Olaylarının Baş Aktörleri” isimli ikinci bölümde ise adından da anlaşılacağı üzere olayların arkasındaki aktörlere ışık tutmaya çalışıyor. TABİİ Kİ VERİLERE DAYANAN BU ARAŞTIRMA YALANLANMIŞTI.


Bir tuğgeneral “Elbette 6-7 Eylül saldırılan Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı. Olağanüstü planlı bir operasyondu ve amacına da ulaştı. Sorarım size; bu, sıra dışı başarılı bir eylem değil miydi?” diyerek bir röportajdaki bilgileri teyit etmiştir. (Tezinde Dilek Güven bu bilgiyi vermesine rağmen wikipedia’daki bilgi şöyledir: “Bu sözleri Sabri Yirmibeşoğlu 21.09.2010 da bir televizyon kanalındaki röportajında yalanlamıştır.” Yirmibeşoğlu 1988-1990 yılları arasında MGK Genel Sekreterliği yapmıştır ( https://tr.wikipedia.org/wiki/6-7_Eyl%C3%BCl_Olaylar%C4%B1).


İstanbul’daki Alman ve İngiliz Başkonsolosluklarının raporlarına göre, hükümet tarafından en azından Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, saldırıların hazırlanmasına katılmışlardı; her şeyden önce amaç, Londra Konferansı üzerinde baskı oluşturmak ve dikkatleri iç politikadaki sorunlardan uzaklaştırmaktı. Ancak, yabancı gözlemcilerin hemfikir oldukları bir başka nokta, olayların vardığı boyutun hükümet üyelerinin kendileri için de büyük bir sürpriz olduğudur.


Bilahare Yassıada’daki duruşmalarda Demokrat Parti üyeleri, saldırıların organize edilmesi ve uygulanmasının tek sorumluları olarak gösterildiler. Sonuç olarak, İstanbul ve Yassıada’daki duruşmalar 6-7 Eylül Olaylarını aydınlatmaya değil, 1955 ve 1960 yıllarındaki siyasi rejimleri meşrulaştırmaya ve haklı çıkarmaya hizmet etti.


6-7 Eylül Olayları ve Gayrimüslim azınlığın göçü

Özellikle saldırılarla ilgili Meclis tartışmaları, DP’nin siyasi elitinin de gayrimüslimleri hiçbir şekilde eşit haklara sahip vatandaşlar olarak görmediğini, tersine, onları azınlık ve “misafir” olarak kabul ettiğini gözler önüne serer.


6-7 Eylül Olayları Rum, Ermeni ve Yahudilerin dalgalar halinde göç etmelerine sebep oldu. Bakan Fuat Köprülü, Meclis’te yaptığı bir konuşmada, devam eden göçlerin her şeyden evvel, gayrimüslimlerin ”Türkiye’de hâlihazırda sahip oldukları yüksek yaşam standardını başka ülkelerde daha da geliştirmek ve yurtdışında daha büyük ticari başarılar ve servetler edinmek istemeleri” ile ilgili olduğunu açıkladı. Ancak, göçlerin gerçek nedeni, gayrimüslimlerin Türk devletine duyduğu büyük güven kaybıydı.


Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı, bu tarihten sonra Türkiye’de yatırım yapmaya çekinir oldu. Türk Ticaret Odası Konseyi’ndeki gayrimüslim üyelerin oranı 1955te %10 iken, 1960da %6’ya düşmüştü; 1963te ise toplam üye sayısının sadece %4’ünü oluşturuyordu. Bu tarihte konseyin Ermeni ve Rum üyesi kalmamıştı, gayrimüslim üyeler yalnızca Yahudilerdi. Bugün ise toplam Yahudi nüfus 20bin kişiden azdır.


Dikkat çekici olan, Yunanlıların, İngilizleri kendi pozisyonlarını güçlendirmek için İstanbul’daki saldırıların hazırlanmasına katılmakla suçlamalarıdır. Saldırıların hemen ertesinde Rum basını, İngiliz hükümetini 6 Eylül 1955 olaylarının sorumlusu olarak gösterdi:


“İstanbul ve İzmir’deki olaylar, Londra Konferansının sonuçlarıdır. […]Bir yoruma göre, medeniyet öncesi dönemde Hıristiyanların uğradığı korkunç kovuşturmaları andıran ve Yunan-Türk dostluğunu zedeleyen İstanbul ve İzmir’deki olaylar, düşündüğümüz gibi, İngiliz diplomasisinin planlarının ani biçimde patlak vermesinin ürünü değildir, bizzat İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir şeydir.”


Yunan basınının 18 Eylül’de ABD’nin iki tarafa da gönderdiği “kendinize gelin” mektubuna verdiği şiddetli tepkinin nedeni, sadece “suçlularla kurbanların” aynı kefeye konulmuş olması değil, aynı zamanda Ankara ve Atina’ya ABD’den mali yardım aldıklarının hatırlatılmasıydı. Bu yardımın ABD tarafından arzulanan tavırların takınılması için baskı aracı olarak kullanılması söz konusuydu.


Ve Oray Çalışlar tarafından 2020 yılında ortaya çıkarılan ilginç bir tarihi bilgi; 9 Eylül 1955 Yılında CHP’nin resmi yayın organı Ulus Gazetesi’nde henüz genç bir gazetec olan Bülent Ecevit şu satırları kaleme almış (2):


“Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde birçok din ve milliyetten insan, beraberce ve eşit haklarla yaşadı. Hepsine, bütün Osmanlı topraklarını kendilerine vatan bilme fırsatı verildi. İstanbul ve İzmir’deki son yıkıcı ve yakıcı nümayişler, bu asil geleneğe indirilmiş bir darbedir.


Zafer günü İstanbul şehrinde Fatih Sultan Mehmet tarafından bir millî siyaset olarak benimsenmiş bu geleneğin, 502 yıl sonra Cumhuriyet devrinde böyle sarsılmış olması acıdır. Bir dâvada milletçe haklı olabiliriz. Fakat bir yabancı devletin konsolosluğunu, bir başka dinden insanların tapınaklarını yakmakta, başka din yahut ırktan Türk vatandaşlarının kendi Anayasamızla teminat altına alınmış haklarına tecavüz edip onların Türkiye toprakları üzerindeki güvenliğini bozmakta, hal ve şartlar ne olursa olsun, kendimizi haklı göremez ve gösteremeyiz.


Türk Milleti’nin itibarına bu derece zarar verebilecek hareketler başka türlü izah edilemezdi. Bu tertip ve tahriklerden sorumlu olanların bir millî dâvada duyulan heyecanı bu kadar aleyhimize istismar edebilmeye fırsat bulabilmiş olmalarına ne kadar üzülsek yeridir. Tek teselliyi, Türk Milleti’nin böyle hareketleri asla tasvip etmiyeceğine, benimsemiyeceğine olan inancımızda arıyoruz.”


Yazar Dilek Güven kitabının sonunda tezini şöyle özetliyor: 6-7 Eylül olayları Türk devletinin kuruluştan itibaren çizilen politikalarıyla sıkı bir ilişki içindedir.


2019 yılında ODTÜ Tarih Bölümü’nden Taner Zorbay tarafından Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nde yazılan 44 sayfalık bir inceleme yazısında şöyle bir sonuca ulaşılmıştır: “Tek başına DP Hükümeti veya kurmaylarının suçlanması olayların açıklanmasına yetmeyeceği gibi, tüm gelişmeleri iç veya dış devlet yapı ve örgütlenmelerinin işidir diye açıklamak sadece kolaycılık olacaktır.” Prof.Dr. Ayhan Aktar ise geniş bir incelemesini yaptığı 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili yazı dizisinin sonucunda şöyle yazmıştır: “Bu noktaya kadar meseleye daha çok azınlıklar açısından yaklaştık. İstanbul’un çoğunluğunu oluşturan Müslüman-Türk kesim açısından ise kayıp daha çok ‘birlikte yaşama’ kültürünün yok olması ile alakalıdır”(3).


Ayrıca konunun farklı bakış açılarından görülebilmesi için de geçtiğimiz yıllarda 6-7 Eylül olayları için gazetelerde yazılmış yazılardan bir derlemeyi de kaynakçada görüşlerinize sunuyorum. Toplumda büyük infiale yol açan olayların sonucunda Rum ahalinin kayıplarını karşılamak için toplumsal bir imece kampanyasına başvurulmuş, kanıtları sunulmaktadır (4).


Yale Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Antropoloji bölümlerinde öğretim üyesi James C. Scott’un 1998’de yazıldığında da çok tartışılan Türkiye’de 2020de ikinci baskısı yapılan Devlet Gibi Görmek (5) kitabında, devletlerin toplumu basitleştirme ve kontrol altına alma çabalarını ele alır. Scott, devlet planlamasının sıklıkla yerel bilgi, çeşitlilik ve doğal sosyal yapıları göz ardı ettiğini savunuyor. Scott modernist ilerleme, rasyonalite ve verimlilik fikirlerini eleştirmekte ve insanın gelişimini teşvik etmek için daha merkezi olmayan, alttan yukarıya bir yaklaşımın daha etkili olabileceğini öneriyor. “Devlet Gibi Görmek”, merkezi planlamanın sınırlarını çiziyor,devlet gücüne eleştirel bir yaklaşımı ele alıyor. Devletler standart bir orman yaratmaya çalışırken, ağaçların çeşitliliklerinden meydana gelen zenginliği kaybettirebiliyor diyor.


Scott’un devletlerin merkeziyetçi politikalarına getirdiği en temel eleştiriler şunlar:

  1. Merkezi planlama ve kontrol arzusu, insanların yerel bilgi, çeşitlilik ve doğal sosyal yapılarını göz ardı ettiği için sıklıkla başarısız olur. Bu nedenle, daha merkezi olmayan, alttan yukarıya bir yaklaşım, insanların ihtiyaçlarına daha iyi cevap verebilir.
  2. Modernist ilerleme, rasyonalite ve verimlilik fikirleri insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olabilir.
  3. Devletin toplumu basitleştirme ve kontrol altına alma çabaları, istenmeyen sonuçlara ve etkilenenlerin direnişine yol açabilir. İnsanların “metis” adı verilen yerel bilgilerine güvenmek gerekir.

Scott’un kitabı devletin rolünü tamamen reddettiği için oldukça eleştiri almış. (6)


Zaten biz “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” demez miyiz?

Ancak, Scott’ın yaklaşımında daha alttan yukarı bir yaklaşım öneriliyor, devletin rolü üzerinde tartışma yaratılıyor ve daha iyi bir denge kurulması gerektiği ortaya koyuluyor. Modernizm ve ilerleme tabii ki kötü şeyler değil ama devlet burada rol üstlenirken eski ile yeni, tekil ile çoğul, tektiplik ile çoğulculuk arasında denge kuramazsa, yerel bilgiyi göz ardı ederse çok sayıda sorunla karşılaşıyor. Şu andaki Türkiye’de yaşadığımız kutuplaşma sorunlarına bakarsak sanırım ne demek istediği anlaşılır.


Aslında devlet adını verdiğimiz aygıt (organizasyon) amaç mıdır, yoksa araç mıdır?


Sanırsam cevabı yine bizde saklı. Tartışmasız en büyük devlet adamlarımızdan biri olan Kanuni Sultan Süleyman Han, O ki alemde Magnificient Suleyman olarak anılır, demiştir ki:


“Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”

Yani sıhhat gibi refah yoktur. Demek ki halkın refahı ve tabii sıhhatidir, DEVLET!


Böyle düşününce ve önceliğimiz bu olunca sanırsam anlaşmazlık ve çekişmeler son bulur milletin fertleri için de…

Kaynakça

(1) Güven, D. (2005,2’inci baskı). 6-7 Eylül Olayları, İletişim, ss. 235 ; Dilek Güven araştırmasında kullandığı, yöntem, mülakalatlar ve yaklaşımı şöyle açıklıyor:


Yöntem: Bilinçli olarak olaya dayalı tarih temelinde “yeniden-kurgu” yapılmasının nedeni şimdiye dek 6-7 Eylül Olaylarının tarih biliminde araştırma konusu edilmemiş olmasıdır.


Mülakatlar: Yazılı kaynaklara ulaşma zorluğu nedeniyle, sözlü tarih yöntemi, öngörülen ampirik alan araştırması için oldukça büyük önem kazandı. Bu yöntemle, görüşülen kişilerin düşünüş, davranış ve deneyimlerini ön plana çıkarmak ve öznelliklerini yeniden yapılandırmak mümkün oldu. Diğer yandan, sözlü tarih yönteminin çoğunlukla şüpheyle karşılandığı ve tesadüfi, tek taraflı ve nesnel olarak değerlendirildiği bilinmektedir.


Yaklaşım: Görüşülen kişiler, 6-7 Eylül olaylarını bizzat yaşayan, dolayısıyla görüşülen dönemde 60 yaş ve üzerinde olan kimselerdi. Toplam 40 kişiyle mülakat yapıldı. Döneme tanıklık eden bu kişiler arasında saldırıların bizzat mağdurları (Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler), saldırıların hazırlanması ve uygulanmasında sorumluluğu bulunan kişiler ve sadece olayları izleyenler mevcuttu.





#Murat Ülker
#Yıldız Holding
#politika