Karabağ'da yaşanan savaşın tüm acımasızlığıyla kendini hissettirdiği Dağlık Karabağ'ın küçük bir köyünde yaşayan Nabat ve İskender'in öyküsünü anlatan film İtalya, Almanya, Kazakistan ve Bangladeş'te gösterilmişti.
Ermenistan-Azerbaycan meselesini çektiği filmle dünyaya duyuran yönetmen Elçin Musaoğlu “Bir gün dahi olsa Karabağ’a yeniden döneceğimiz konusunda umudumu kaybetmedim. Bu zafer kaybettiklerimizi bize yeniden kazandırdı” diye yorum yapıyor.
Yaklaşık 30 yıldır Ermenistan işgali altında olan Karabağ, nihayet özgürlüğüne kavuştu. Azerbaycan ve Ermenistan arasında yaşanan
krizine ilişkin yapılan anlaşma sonucu Ermenistan yenilgiyi kabul etti ve topraklardan çekilme başladı. Tarihi zafer Azerbaycan ve Türkiye’de
karşılandı…
Karabağ’daki ölümlere, katliamlara dünya tam 30 yıldır kayıtsız kalıyordu. İşgale, bilhassa Hocalı’da yaşanan katliama kulağını kapatmıştı. Fakat yaşananları anlatmak için çok güçlü bir başka dil vardı: sanat…
Azerbaycanlı yönetmen Elçin Musaoğlu, bölgede yaşananları 2014 yılında Nabat ile beyazperdeye aktarmıştı.
Karabağ Savaşı’nda dinlediklerinden yola çıkan yönetmen, filmde oğlunun mezarını boş bırakmamak için boşalan köyü terketmeyen Nabat adlı anneni öyküsünü aktarıyordu.
Film dünyanın da ilgisini çekmiş; Venedik Film Festivali’nin Orizzonti bölümünde yarışmış ve büyük beğeni toplamıştı. Savaş hikayelerine yakından tanıklık eden ve yaşananları sinemanın gücüyle dünyaya duyuran Musaoğlu ile Karabağ zaferinin ardından sohbet ettik…
Elçin Bey, siz Karabağ Savaşı’ndan dinlediğiniz hikayelerden yola çıkarak “Nabat”ı çekmiştiniz. Nabat’ta bir kadın üzerinden savaş dramını anlatmıştınız. Bugün Karabağ nihayet Ermenistan işgalinden kurtuldu. Bu konuya bir pencere açan yönetmen olarak neler söylemek istersiniz?
Bugüne kadar bir gün dahi olsa Karabağ’a yeniden döneceğimiz konusunda umudumu kaybetmedim.
Azerbaycan askerinin zaferi kaybettiklerimizi bize yeniden kazandırdı. Azerbaycan halkı bu zaferi uzun yıllardır bekliyordu.
Azılı düşman güzel memleketimiz Karabağ’ı harabeye çevirmişti, taş taş üstünde kalmamıştı. Büyük medeniyete, zengin doğaya sahip bu toprağı yecuc-mecuclar yerle yeksan etmişlerdi.
Hiç toprağın ağladığını gördünüz mü? Ben gördüm. Biz şimdi yaralarından kan sızan Karabağı sıkı sıkı bağrımıza basıp gözyaşlarını silebiliriz.
Bundan sonra bu gözyaşları sadece sevinç gözyaşları olacak. Bundan büyük bahtiyarlık, bundan büyük mutluluk olamaz.
Karabağ çok uzun yıllardır süregelen bir meseleydi. Siz ne tür hikayeler dinlemiştiniz? Ve bu hikayelerden nasıl etkilenmiştiniz?
Karabağ savaşı zamanı ben “Azerbaycan Telefilim Yaratıcılık Birliğinde” rejisör olarak çalışıyordum. Belgesel filmleri çekimi için sık sık sınır bölgesine, mülteci kamplarına gidiyorduk.
Çok zor günlerdi. Evinden sürülmüş, ailelerini, akrabalarını, hayallerini kaybetmiş insanların gözlerinin içine bakmak, onlarla konuşmak gerçekten çok zordu. İnsanlar yağmurun, karın altında çadırlarda yaşamaya mecbur bırakıldı.
2000 yılında dostum senaryo yazarı Rafik Haşimovla “ Güneş ve Bulut” filmini çektik. Filmin senaryosunu mülteci kampında yaşayan okul öğrencilerinin Edebiyat dersinde yazdıkları yazılar esasında oluşturduk.
Bizim görüştüğümüz insanlar başlarından geçenleri bize anlatıyorlardı. Aslında anlatılan hikayelerin her biriyle ayrı film olurdu. Bizim sonralar çekeceğimiz bir çok filmin kaynağı bu yaşanmış hikayelerden besleniyordu.
TOPRAĞINI KAYBEDEN BİR ŞEY ÜRETEMEZ
Azerbaycan için ve dünya sineması için önemli bir yönetmensiniz. Aynı zamanda değerlerine ve kültürünüze bağlı bir sanat adamısınız… Sanatçılar hassas insanlardır. Yaşananlar sizi bir yönetmen olarak nasıl etkiledi?
Sanat insanları her zaman savaşa karşı çıkmışlardır. Bu normaldir. Çünkü bizim yazacağımız ve çekeceğimiz eserlerin hepsi insan için, hayat içindir. Ama insan kendini, toprağını kaybederse o hiç bir zaman büyük eserler üretemez. Ürettiği bütün eserler hep bir yarım kalacaktır.Okuduğumuz ve inandığımız bütün semavi kitaplarda toprağına, canına ailene kastedenlere karşı savaşmanı söylüyor. Savaş ki yaşayasın ve yaşatasın.
Bir söyleşinizde “Ben savaşı tek bir silah göstermeden anlatmaya çalıştım. Filmin her anında savaş hissedilsin istedim. 20. yüzyılda savaşı göstermenin çok anlamı yok, savaşın ne olduğunu herkes az çok biliyor zaten. Doğru bir şekilde göstermek de kolay değil” diyorsunuz. Bir yönetmen olarak savaşı aktarmak ve anlatmak nasıl? Nasıl olmalı?
Bence günümüz dünyasında sinema da bir silahtır. Savaş başladığı günden ben ve arkadaşlarımın tek dileği vardı, Azerbaycanın hak davasını dünyaya duyurmak.
Çünkü uzun süredir dünya medyası Azerbaycana karşı ambargo uyguluyordu. Hakkın , adaletin sesi duyulmaz oldu. Sinema yegane sanat çeşitidir ki bu ambargoyu yarabiliyor.
Basın konferanslarda ülkemizin hak sesini daha çok insane ulaştırmak için çaba sarfettik. Çünkü sinema uluslararası bir dil, o yüzden onu herkes anlıyor.
Nabat Venedik’te gösterilmişti. Almanya’ya da izleyiciyle buluştu. Batı’daki gösterimlerden ne tür tepkiler almıştınız savaşa ve Karabağ meselesine dair?
“Nabat” filmi kazandığı birçok ödülleri Batı’daki film festivallerinde kazandı. En ilginç detay ise bizim filmimizi en çok beğenen Almanya ve Japon seyircileri oldu.
2015 yılında Hiroşimaya atılan atom bombasının 70 yıllık törenine dünyadan 6 film davet almıştı.
Onlardan biri de “Nabat” filmi idi. Bu benim en çok ilgimi çeken detay oldu.
Savaşı bir filmle anlatmak ve yaşananları dünyaya duyurmak neden önemli sizce?
Aslında hiçbir normal insan savaşı sevemez. Ülkesini, halkını, yakınlarını seven adam bunu arzulayamaz.
Çünkü bu bir deprem gibi senin her şeyini bir günde elinden alailiyor. Savaştan bahseden film bize bu dünyanın ne kadar hassas olduğunu, insan hayatının ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Ve daha dikkatli olmayı öğretiyor. Örneğin, Tarkovskinin “İvanın çocukluğu” filmi gibi. Normal bir insan için önemli olan hakikattır. Ama maalesef koca dünya hakikati değil, gücü olanı destekliyor.
Eserlerimiz hakikate hizmet edecek
Aynı zamanda genç sinemacıları da destekliyorsunuz. Genç sinemacıların anlayışındaki farklılar neler, bugünün genç sinemacıları hakkında neler gözlemliyorsunuz?
2017 yılında “Genç Sinemacılar Kulübü”nü kurduk. Bu gençler dünyanın değişik ülkelerinde- Türkiye, Londra, Paris, Moskva film üniversitelerinde eğitim almış gençlerdir.
Bugün klübün 40’dan fazla üyesi var. Gençler bir-birine yardım ederek film çekiyorlar. Bu filmler değişik festivallere katılıyor ve ödüller kazanıyorlar. Benim düşüncem, bu gençler kendi filmleriyle uzun yıllar Azerbaycan sinemasına hizmet edecekler.
Bizim klübümüzün kendi kanunları var. Bir Pifagorun öğrencileri gibi bu kanunları yazmıyoruz, ama aklımızda tutuyoruz. Pifagor diyordu ki, “söz yazılanda ölür”. Söz hafızada kaldığı sürece o yaşıyor, onun kanatları var ve o uçabiliyor. Aslında bizim kurallarımız daha çok ahlaki normlarla ilgilidir. Örneğin: Herkese ve her şeye; saygı, adalet her şeyden üstündür, paylaş, çünkü paylaştıkça çoğalır. Ortaya çıkaracağımız tüm eserler gerçeklere, hakikata hizmet edecektir. Yalnız o zaman sanat ebedi yaşar.
Sinemada işbirliği yapalım
Türkiye ile yakın ilişki ve iletişim halindesiniz. Burada yapmayı planladığınız projeleriniz var mı?
Türkiye her bir Azerbaycanlı için ikinci vatandır. Benim Türkiye’de değerli arkadaşlarım var.
Uzun süredir dostum Suat Köçerle sinema alanında birçok işler görmek için çaba sarf ediyoruz. Hatta bir belgesel filmi projemizde oldu. Biz Türk devletlerinin sinema alanında işbirliğini, platformasını kurmak istiyoruz.
Birkaç yıl önce Suat ve onun ekibi Malatya Film Festivalinde bu hayali gerçekleştirebilmek için çok enerji sarfettiler. Zamanında bu işler çok takdire şayandı. Bu hayalin birgün gerçekleşeceğine inanıyorum. Ve bence zamanı da geldi artık.
Türk sineması hakkındaki görüşleriniz neler, takip ettiğiniz, sevdiğiniz yönetmenler var mı?
Türkiye sinemasını yakından takip ediyorum. Sevdiğim yönetmenler de var.
Örnek olarak, Nuri Bilge Ceylan. “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi onun şaheseri olduğu düşüncesindeyim. Çehov’u onun gibi hisseden rejisör Rusya’da bile yoktur.