Tabiat ve ağaçlar gibi günlük türü de benim özel ilgi alanlarımdan. Hem günlük yazarım hem de iyi okuru sayılırım. Okumak, zihni parlatan ruhu diri tutan bir eylemdendir. Günlüklerde, hayatın aydınlığı ve karanlığı yan yana ve iç içedir. Aynı zamanda günlükler yazarın kendini doğrudan veya dolaylı şekilde öne çıkaran dil, hayat ve toplum açıklığıdır. Önceden Ağaçlar ve Zaman Tüneli’ni okuduğum Büyücü, Fransız Teğmenin Kadını, Koleksiyoncu gibi unutulmaz romanların yazarı John Fowles’un günlüğünü yeni bitirdim. Günce, Birinci Cilt 1949-1965 Ayrıntı Yayınları’nın Lacivert Kitaplar serisinden okurla buluştu.
Kendi içinde dönüp duran ama dışarıya patlayan Fowles’un günlüklerini okuyunca onun şair, yazar, eleştirmen ve anlatı ustalığının yanında öğretmen, editör, gezgin, tabiat bilimci, bahçıvan, kuşbilimci, avcı, küratör, sinemasever ve eski kitap koleksiyoncusu olduğunu da öğreniyoruz. 1949-1965 arasını İngiltere, Fransa, Yunanistan, İspanya ve İngiltere’de geçirir. Son olarak Fowles, İngiltere’nin güneyinde, küçük bir liman kasabası Lyme Regis’e yerleşir. Yazar, buranın yerel tarihine duyduğu ilgiden dolayı da 1979’da Lyme Regis Müzesi kuratörlüğüne atanır. Hayata vedası ise 5 Kasım 2005.
Günce’nin, ilk cildi oldukça hacimli, 592 sayfa. İçindekiler; Oxford, Fransa’da Bir Yıl, Bir Ada ve Yunanistan, Uzak Prenses, Elizabeth, İngiltere’ye Dönüş, Londra’da Evli Yaşam, Çocuksuzluk, Parnassos’a Tırmanış, Lyme’a Kaçış adıyla on bölümden ve bir kaynakça dizininden oluşuyor. Günce, 11 Eylül 1949’da başlıyor 27 Kasım 1965’te bitiyor.
Oxford yıllarıyla ilgili yaşantısı, gözlemleri ve ayrıntılarına yer verilerek başlanıyor günlüklerine. Sanki hayat dert yanma, öfke, sıkıntı ve yazıklanmayla harmanlanmış ilk bölüme başladığı yıllar. Dahası da var; ev işleri bitmiyor, hastalık bitmiyor ve hayat kasvetli. Konuşacak, gülecek hiç kimse yok, bir manastır gibi hayat “Ben de bir keşiş gibiyim burada ve son derece doğadışı.” diyor, devamındaysa “Yeni yüzlere, yeni tanışmalara, yeni yerlere mutlak bir hasret. Onlara çok şey anlatmak isterim ama tuhaf bir inatçılık buna engel oluyor.” Birçok günlüğünde hayatı ve insan ilişkilerini sorgulayan, tabiata aşırı duyarlı, bir şair bakışına sahip Fowles’u fark ediyoruz. Müzikle de arası iyi. Geceleri cazın sonsuza kadar sürecek sesinde ve Beethoven kuartetlerinin gizli lirizmiyle muhteşem coşkusunda kayboluyor. Yazmak ateşiyle kıvranıyor. “Sözcük ustalığıyla hiçbir yere varılmaz” dese de sözcüklere tutkuyla sarılıyor. Yazmaya ve sözcüklere dair esaslı ölçütleri içeriyor birçok günlüğü. Mesela ilk şiirlerini “hepsi kötü” diye beğenmezken başka bir günlüğünde de “mücevher bende” diyerek iyi yazabileceğine inanıyor. Yunanistan yıllarında bilinçli olarak Kavafis etkisine açıyor şiirini.
Ağır iş rutiniyle ilgili şu mottosunu paylaşmaktan da geri durmuyor Fowles: “Çalışma ve yorgunluk bütün incelikleri uyuşturuyor.” Hayat felsefesini ise “dışa karşı ikna edici olmak, gözlemek ve çözümlemek; içeride de kaydetmek ve yaratmak” ilkeleriyle açıklıyor. Tabiatı gezerken, insanlarla ilişkilerinde, iyiliğinde ve hastalığında da bunu hep uygulamış. Hayatın hızlı geçişiyle hareketlilik sözcüğünü keşfediyor. Tabiat tutkusu gibi uzaklara gitme hevesi de. Belki de bundan olsa gerek bazı yaptıkları bir adanmışlığı gerektiriyor. Paris’te çalışmak yerine Yunanistan’ın ücra bir adası Spetsai’de epey fedakârlık isteyen öğretmenliği tercih ediyor. Maceraperest aynı zamanda. Çünkü küçük adada “Okul deniz kenarında, çakılların sesi duyuluyor.” Büyük kentlerden böyle bir sadeliğe kaçışa âşık. Yunanistan yıllarını değerlendirirken mutlaka Türk öğesine vurgu yapıyor ve Türk kültürüyle bağlantılar kuruyor. 28 Temmuz 1956’da yazdığı günlüğüne göre, bence önemli bir günlük, John Fowles’un bu adada bir de Etker adlı Türk kız öğrencisi olmuş. Orhan Veli’den çeviriler yapan bir öğrenci. Bir öğretmen olarak onun hayatına dokunuyor, onun hayatında bir şeyleri değiştiriyor ve ona yazma tutkusunu aşılıyor. Öğrencileriyle yakından ilgileniyor, onlara yeni alanlar açmaya çalışıyor.
Fowles, şiirdeki iki hedefini “yüreğe giden yol bulmak ve sözcüklere vurgu katmak” diye açıklıyor. Çünkü doğrudan seslenmek boşunadır. 24 Kasım 1960 günlüğünde “Şiir, kontrollü şizofrenidir.” dedikten sonra, “gerçek şairler şiirlerinin içindedir, şiirlerinin içinde yaşarlar” yargısına varıyor.
Kitabın ayrıntısı günlük/ hatıra okuru veya bir kitapta kışkırtıcı şeyler arayanlar için tam bir hazine. Yazar günlüklerine o kadar çok şey sığdırmış ki hayatına dair yok yok. Tuttuğu notlar aynı zamanda, ilk romanı Koleksiyoncu’nun yazıldığı, sinema uyarlamasının çekilmeye başlandığı ve Büyücü’nün de temellerinin atıldığı yıllardır. 1962’de Koleksiyoncu romanıyla ilgili yazışmalarını okuyoruz. John Fowles, Koleksiyoncu’da her ne kadar “Duyguları ifade edememek, derin olmadıkları anlamına gelmez.” dese de günlerinde düşünce dünyasının derinliğini, aşk, evlilik, öğretmenlik, yaratıcılık, başarı temalarına ve film okumalarına dair fikirlerini okura açıyor.
Günce, yazarın yazma süreçleri, düşünceleri ve içsel çatışmalarıyla iç ve dış dünyasını okur nazarında görünür kılıyor. Gözlemleri, düşünceleri ve çabalarıyla hem kendi hayatına hem de yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel bağlamına ışık tutuyor. Yer yer ironik ve dokunaklı bir dilin yer aldığı Günce, okura duygusal bir deneyim de sunuyor. Bu anlamda günlükler, Fowles’un dünyasına verimli bir yolculuk fırsatı vaat ediyor.