Kişisel sitesinde, Dr. Gabor Mate’nin oğlu Daniel ile birlikte yazdığı 'Normal Efsanesi' isimli kitabına dair bir inceleme yayımlayan Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, modern psikoterapiyi aşama aşama anlatan kitabın; Sağlık ve hastalıkların rastlantısal olarak ortaya çıkmadığını bunun yerine yaşanmış koşulların, olayların ve deneyimlerin bir sonucu olduğunu vurguladı. Ülker, "Değişimin olabilmesi bireysel ve toplumsal olarak kendini sorgulama ve şefkat ilkelerine dayanıyor. Peki kim değişecek, kim yeni, sağlıklı kültürü inşa edecek?" dedi.
Geçen yıl “Beden Kayıt Tutar, Olsun Kaydı Değiştirmek Elimizde!” başlıklı bir yazı yazmış, tüm dünyada bu konuda çok satanlar listesinde birinci sırada olan bir kitaptan yola çıkarak görüşlerimi özetlemiştim (https://muratulker.com/y/beden-kayit-tutar-olsun-kaydi-degistirmek-elimizde/).
Şimdi de modern psikoterapi denince tüm dünyada akla gelen ilk isimlerden olan Dr. Gabor MATÉ’nin oğlu Daniel ile birlikte yazdığı Normal Efsanesi isimli kitap bir süredir çok satanlarda. Bir konuya ilgi duyuyorsanız fikir takibi gerekiyor. Mate’in kitabı bugün dünyamızda sağlık konusunda tüm zamanların en takıntılı toplumunda, neden işlerin yolunda olmadığını, niçin herkesin sağlığının kötüye gittiğini biyo-psiko-sosyal perspektiften ele alıyor. Eğer siz böyle düşünmüyorsanız, boşverin, dert etmeyin. Benim gençliğimde 250 olan kolesterol seviyesi göstergesi bugün niçin 150dir, sorusunun cevabı sigorta şirketlerinin bu seviyede tedaviler için para ödemeye istekli olması mıdır veya gerçek nedir? Belki de aslında tüm tedavi masraflarımızı ödeyen sigortacılarımızın kararıdır.
“Çünkü eğer tıp gerçekten görevini başaracaksa, siyasal ve toplumsal yaşama müdahale etmelidir. Hayati süreçlerin normal sosyal işleyişine sekte vuran engellere dikkat çekmeli ve bunların ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmalıdır.” Rudolf Virchow (19.yy Hekim)
Yazarlar, toplumumuzda genellikle normal görülen pek çok şeyin sağlıklı veya doğal olmadığını ve modern toplumun normallik kriterlerini karşılamanın fizyolojik, zihinsel ve ruhsal olarak sağlıksız hatta zararlı olduğunu iddia ediyor. Sağlık ve hastalık rastlantısal olarak ortaya çıkmaz; bunun yerine yaşanmış koşulların, ilişkilerin, olayların ve deneyimlerin bir sonucudur. Hastalıkların hepsi fiziksel ve psikolojik yönden çevremizle girdiğimiz etkileşimle; nesiller boyu süren acıların, sosyal koşulların, kültürel şartlanmanın, çocukluk çağı travmasının, insanların streslerinin ve duygusal geçmişlerinin yükünü taşıyan fizyolojinin bir sonucudur, diyor yazarlar. Milyonlarca dolarlık endüstriler, insanların daha genç görünmek, daha uzun yaşamak, daha canlı hissetmek için bitmeyen arayışlara yaptığı finansal ve duygusal yatırımlara bel bağlamış durumdadır. Yine de akıl hastalıkları ve bağımlılıkların yanı sıra giderek daha fazla kronik fiziksel hastalık görüyoruz. Dr. Maté otuz yılı aşkın tecrübesi ile zihinsel veya fiziksel kronik hastalıkların nasıl yaşadığımızın bir sonucu olarak ortaya çıktığını iddia ediyor.
Kitabın alt başlığındaki “toksik kültür” ifadesi ile bizi çevreleyen ve mecburen hayatımızın her yönünü kapsayan sosyal yapıları, inanç sistemlerini, varsayımlarıs ve değerler bağlamının tamamını ele alıyor. Toplumsal yaşamın, özellikle de stres, eşitsizlik ve iklim felaketinin etkilerinin esenlik kavramımızı bireysellikten uzaklaştırıp küresele geçirdiğini fark etmemizin önemini savunuyor. Özetle sosyal ve ekonomik kültürümüz doğası gereği esenlik kavramını en ciddi şekillerde baltalayan kronik stres sebepleri üretiyor.
Mevcut kültürümüz muhteşem ekonomik, teknolojik ve tıbbi kaynakların ortasında sayısız insani stres, cehalet, eşitsizlik, çevresel bozulma, iklim değişikliği, yoksulluk ve sosyal izolasyondan kaynaklanan hastalıklara maruz bırakıyor. ABD’de yetişkinlerin %60ının yüksek tansiyon veya diyabet gibi kronik bir rahatsızlığı var, %40ından fazlası ise bu tarz iki veya daha fazla hastalıktan şikayetçi. Amerikalıların %70i en az bir reçeteli ilaç kullanıyor, yarısından fazlası iki tane alıyor. Meksika’da saat başı 38 kişiye diyabet teşhisi konuyor. Bugün Asya’da yaşayan halklar da benzer durumda. Çin obezite çağına giriyor. Araştırmalar 2019da elli milyondan fazla Amerikalının, yani ABD’li yetişkinlerin %20sinden fazlasının, bir akıl hastalığı atağı geçirdiğini ortaya koyuyor. Avrupa’da zihinsel bozukluklar 21.yüzyılın en büyük sağlık sorunu haline geliyor. ABD’de çocuk intihar girişimleri artıyor, benzer şekilde İngiltere üniversitelerinde öğrencilerde kaygı, zihinsel çöküntü ve depresyonda artış yaşanıyor. Çocuklar arasında dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, Çin’de de artan bir halk sağlığı sorunu haline gelmiş durumda. Otoimmün hastalıklarda da aynı artışlar geçerli. İngiltere’de Crohn (sindirim sisteminde mikrobik ülser) teşhisi 1994 ve 2014 yılları arasında üç kattan fazla artmış. Kanada’da çocuklarda IBD ve spastik kolon hastalığı teşhis oranı 1999 ve 2010 yılları arasında %7nin üzerinde artmış.
Çocukların ve gençlerin ruh sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerin sebepleri, iklim değişikliğinin yarattığı gelecek endişesi ve kıyametin kopacağı algısından kaynaklanan kronik stres faktörleri ile yakından alakalı görülüyor. Yazar, bir Macar Yahudisi olarak savaş zamanı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Budapeşte’deki ilk yıllarında yaşadığı zor şartların, bir süre ailesinden mecburi uzaklaşmasının yarattığı travmanın etkilerini hayat boyu taşıdığı örneğinden yola çıkarak çözülmemiş bir travmanın hem fiziksel hem de psikolojik olarak benliği kısıtladığı kanaatine varmış.
Travmanın iki türü bulunuyor. Biri savunmasız insanların maruz kaldığı travmalar, mesela; çevrenin istismarı, aile içi şiddet, çekişmeli bir boşanma veya benzeri sonrasında ortaya çıkıyor. Diğer biçimi ise, yazarın küresel tür olarak adlandırdığı, akran zorbalığı, ebeveynin sert tutumu gibi daha az akılda kalıcı ama incitici ve çok yaygın talihsizliklerdir. Bir olay bir insanı eksiltiyorsa, yani ruhsal veya fiziksel olarak eskisinden daha sınırlı bir hale getiriyorsa ve bu durum devamlılık gösteriyorsa ancak o zaman travmadan bahsedilebilir. Bilakis bir olay, yaşamın güzelliği için şükran duyma kapasitenizi azaltmıyorsa, sizi sınırlamıyor, kısıtlamıyor, düşünme kapasitenizi daraltmıyor, kendinize güvenimizi azaltmıyor ve kendinizi sakinleştirmek zorunda bırakmıyorsa travma olarak adlandırılmıyor. Travma bizi içgüdüsel duygularımızdan ayırır. Sonuç, kişinin duygusal dünyasının bastırılması ve çoğu zaman ekstra kendini koruma için ruhsal kabuğunun sertleşmesi olur.
Travma izlerini taşıyan insanlar olumsuz bir benlik algısı geliştiriyor. Bazen bu olumsuz bakış tam tersi yüksek özsaygı olarak maskelenebiliyor. Mesela utanmak yerine narsisizme kaçan bireyler daha önemli sosyal, ekonomik ve politik statü elde edebiliyor. Travma insana acı, korku ve şüphe ile harmanlanmış bir dünya görüşü empoze ediyor; veya kişi kabul etmeye cesaret edemediği korkularını inkar ederek kendine pembe bir bakış açısı yaratabiliyor.
Eğer travma benlikten kopuşa yol açıyorsa, sosyal medya, haber güncellemeleri, eğlence kaynakları ile yaşamı zenginleştirmeden, bugünümüzü yok sayan bir anlayışa yakalanıyoruz. Halbuki dikkat dağınıklığı ile yaşamın ta kendisinden mahrum kalıyoruz. Yazar travmanın çoğu durumda birden fazla kuşağı kapsadığı fikrini savunuyor. Travmanın çok kuşaklı olduğunu, ebeveynlerden çocuklarına davranışsal olduğu gibi doğum öncesi ve epigenetik mekanizmalar yoluyla da aktarıldığını belirtiyor. Zamanın tüm yaraları iyileştirdiği yönündeki popüler deyimin aksine, travma terapi veya başka bir şifa yöntemi yoluyla onunla doğrudan yüzleşmediğimiz sürece çözümsüz bir gölge gibi üzerimizde asılı kalma eğilimindedir.
Maté şöyle yazıyor: “Duyguların farkına varmaktansa, onları yer altında bir mahzene kilitliyoruz. Ama onların tasallutundan kurtulamıyoruz.”
Birey, aile sisteminde hatta bir toplulukta acının nesiller boyunca geldiğini kavradığında ebeveyni kötü görme eğilimi ortadan kalkıyor ve iyileşme ihtimali beliriyor. Yazara göre travma kolektif alanda da olabiliyor ve tarihin farklı anlarında tüm ulusları ve halkları etkiliyor, tıpkı Amerika’da kölelik ve ırkçılığın travmatik mirası veya Kıta Avrupa’sındaki Yahudi karşıtlığı gibi.
Alanında öncü sinirbilimci Candace Pert, 1997de yazdığı Molecules of Emotion (Duygu Molekülleri) başlıklı kitabında, neredeyse tüm hastalıkların temelinin psikosomatik olmasa da kesinlikle psikosomatik bir bileşenin olduğunu söylüyor. Pert bu birliği tanımlamak için “beden-zihin” terimini icat ediyor. Öfkenin ve diğer duyguların aşırı derecede bastırılmasının kanser ile ilişkilendirildiği pek çok araştırma bulunuyor. Lancet Oncology’de yayınlanan bir araştırmada yetişkin bir oğlunu bir kaza ya da askeri çatışmada kaybeden ebeveynler arasında cilt ve akciğer kanserinin oluşumunun arttığı bildiriliyor. Yazar, tüm bu kanıtlara rağmen, sevilen birinin kaybından ziyade, kayıplarla nasıl başa çıkılabildiğinin, duygusal tepkilerimizin ve onları nasıl işlediğimizin fizyolojimizi etkilediği görüşünde. Mühim bir husus; 2005te Finlandiyalı araştırmacılar “gündelik olaylar”ın yani sıradan streslerin; ilişki sorunlarının ve işteki problemlerin de savaşa veya felakete maruz kalan travmatize olmuş insanlarınkine benzer semptomlar oluşturduğunu tespit etmişler.
Yeni bir bilim olan psikonöroimmünoloji beden-zihin birliği, duygular ile sinir ve bağışıklık sistemimiz arasındaki bağlantılar ve stresin hastalıkları nasıl tetikleyebileceği üzerine çalışıyor. Beyin, sinir, bağışıklık sistemleriyle hormonal sistemlerin tamamı birlikte çalışıyor ve birbirlerinden etkileniyorlar.
Stres aslında zorunlu bir hayatta kalma işlevi ve iki şekilde ortaya çıkabiliyor: Ya bir tehdide anında tepki olarak ya da dış baskılar veya iç duygusal faktörler tarafından tetiklenen uzun süreli bir durum olarak. Akut stres, fiziksel ve zihinsel bütünlüğümüzü korumaya yardımcı olurken, kronik stres her ikisini de zayıflatıyor. Örneğin, kronik öfke bizi endişeli veya depresif hale getirebiliyor, bağışıklığı baskılayabiliyor.
Vücudumuzun stresi sorunsuz bir şekilde ele almak için kullandığı sisteme “HPA ekseni” deniyor. Bu kısaltma hipotalamusu (vücudumuzu sağlıklı ve dengeli tutmakla görevli beynimizin merkezindeki küçük alan), beyin sapımızın üzerindeki hipofiz bezini ve böbrek üstü adrenal bezi bağlayan yolları ve geribildirim döngülerini tanımlıyor. Artık HPA ekseni altyapısının rahimden başlayarak çocukluk dönemi boyunca erken yaşlarda düzenlendiğini biliyoruz. Bu hassas dönemde maruz kalınan stres, hormonal mekanizmayı bir ömür boyu bozabiliyor. Bugün toplumda aile bağlarının zayıflamasının sonucu olarak çocuklar güvenli bağlanma figürleri olmadığından akran grubuna yöneliyor ve bu ise çocukları reddedilme, dışlanma ve zorbalık tehdidine maruz bırakabiliyor. Yine Britanya’da yapılan bir çalışmada, işsiz insanların vücutlarında daha yüksek enflamasyon belirtileri bulunuyor. Avustralyalı araştırmacılar kötü bir işin zihinsel sağlık için işsizlikten daha kötü olduğunu buluyor. Dr. Elizabeth Blackburn (kromozomların sonundaki minik DNA yapıları olan telomer çalışması ile 2009 nobel ödülünü aldı) telomerlerin yaşamlarımızı sürdürdüğümüz koşulların gerçek izlerini taşıdığını buluyor. Şaşırtıcı bir şekilde yoksulluk, ırkçılık ve şehrin karmaşası gibi faktörler genetik ve moleküler işlevlerimizi doğrudan etkileyebiliyor.
Genler çevrelerine cevap veriyor, çevresel sinyaller olmadan çalışmıyor. Tek yumurta ikizlerinde bile ne kadar stres ve travmaya maruz kaldıklarına göre biri diğerinden biyolojik olarak daha yaşlı olabiliyor, çünkü stres telomerleri kısaltıyor. Anneleri hamilelik sırasında stres yaşayan 25 yaşında yetişkinlerle yapılan bir araştırma telomerlerinin daha kısa olduğunu, yani daha erken yaşlanmış olduklarını gösteriyor.
Yakın zamanda Journal of the American Medical Association’da yayınlanan bir çalışmada, stres kaynaklı bozuklukları olan kişilerde otoimmün hastalık riskinin belirgin ölçüde arttığı ve SSRI (Prozac) tipi ilaçlarla tedavi edilen hastaların riskinin daha düşük olduğu bulunmuştur. Kronik hastalıkları olan kişilerde (kanser, otoimmün hastalıklar, bağımlılık, migren, fibromiyalji, kronik yorgunluk sendromu gibi) en sık gözlemlenen kişilik özellikleri:
-Kendi ihtiyaçlarını görmezden gelmek,
-Başkalarının duygusal ihtiyaçları için otomatik ve kompulsif endişelenmek,
-Sosyal rol, görev ve sorumlulukla katı bir şekilde özdeşleşmek,
-Öfkesini bastırmak,
-Diğer insanların nasıl hissettiğinden sorumlu olduğuna inanmak,
-Kimseyi asla hayal kırıklığına uğratmamayı önceliklendirmektir
Oysa bu tip sorunlu takıntılar yerine olması gereken, kişinin kendine karşı dürüst olması ve hayatını kendini bilerek bilinçli bir şekilde şekillendirebilmesidir. Ama maalesef genellikle bizim tercihimiz “duygularımızı kendimizden bile gizlemek” oluyor. Böylece gerçek benliğimizden, kim olduğumuzdan ve nasıl hissettiğimizden feragat ederek fiziksel ve duygusal yaşamımızda mevkimizi güvence altına aldığımızı sanıyoruz. Çoğu kültürde, bu mücadele genellikle takdir ediliyor. Bence Mate’nin yaklaşımının en farklı boyutu, kültürün insan sağlığını etkileyen yönleri ile ilgili açıklamalarıdır: Kültürümüz bir tüketim açlığı yaratıyor, sosyal karakter ihtiyaçla arzuyu birbirine karıştırıyor hem de istenen nesneler verilmediği zaman sinir sisteminin öfke duyduğu noktaya kadar varıyor. Neil Postman’ın kültürel eleştirisi, ‘Televizyon: Öldüren Eğlence’ adlı eserinde, mutlu görünen insanlarla dolu reklamların satılan ürünler hakkında bir şey söylemediğini ancak onları satın alabilecek kişilerin korkuları, fantezileri ve hayalleri hakkında her şeyi anlattığını vurgular. Bu gözlemi, kültürel olarak körüklenen yetersizlik inancının tüketime bağımlı hale gelmemize yol açtığını ve bu inançla yönlendirilerek tüketim kültürüne kapıldığımızı anlatıyor. Kültürün empoze ettiği bir başka karakter özelliği hipnotik pasifliktir. Toplumsal kurumlar, kişinin kendi kaderini kontrol etme çabalarını azaltıyor. Kapitalizmde kaçınılmaz bir biçimde toplumda var olan belirsizlik, çatışma, kontrol eksikliği ve bilgi eksikliği, sağlığımızı zorlayan güçlü stres kaynakları olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda bireysel sağlık ve mutluluk genel ekonomik ve politik koşullarla bağlantılıdır. Kültür, stres kaynaklı enflamasyon, telomerlerin bozulması ve erken yaşlanma, nasıl ve ne yediğimiz, soluduğumuz toksinler gibi ve hatta epigenetik nedenler de dahil olmak üzere her türlü biyopsikososyal yolla esenliğimizi tehdit ediyor,. Örneğin, yaklaşmakta olan bir gıda arzı kaybı, herhangi bir canlı için önemli bir stres etkeni olması gibi. Diğer taraftan günümüzde IMF ve Dünya bankası gibi küresel finans kuruluşları tarafından gelişmekte olan ülkelere dikte edilen kurtarıcı ekonomik-politik prensiplerin yarattığı kitlesel belirsizlik stresi körüklüyor. Seçmen olabilseler bile insanların görüşleri kamu politikasında hiçbir fark yaratmıyor. Tüketim pazarında ise insanların kendilerinden daha büyük bir şeye ait olma arzusunun bilincinde olan Nike, Lululemon ve Body Shop gibi şirketler markaları ile anlam, kimlik ve aidiyet duygusu satıyorlar. Hatta nöropazarlama, insan bilincinin, bilinçli olarak beynin dopamin/endorfin işlevlerinin hiper aktivasyonunu ve sürekli ajitasyonunu amaçlayan stratejik bir istila olarak ortaya çıkıyor.
Bütün bunların üzerine özellikle Batı toplumunda Covid salgını ile yükselen sosyal izolasyon ve kronik yalnızlık bir halk sağlığı krizi oluşturuyor. Tüm biçimleriyle kopukluk, yabancılaşma, yalnızlık, anlam kaybı ve dislokasyon kültürümüzün en bol bulunan ürünleri haline geliyor. Kültürel stres kavramı altında, ırksal ve sınıfsal ötekileştirme propagandaları, erken yaşta içimize işleyerek biyolojimizi ve gelişimimizi şekillendiriyor. Irkçılıkta kişinin benlik tanımı başkası tarafından yapılıyor. Irkçılık, yoksulluk ve eşitsizliklerle kesişerek hastalıklara davetiye çıkarıyor. Çocukluk döneminde seyredilmeye başlanan porno, erkek ve kadının cinsel rollerinin yanlış öğrenilmesine yol açıyor…Toplumda kadınlar genellikle çekirdek aileleri, geniş aileleri ve toplulukları bir arada tutan duygusal yapıştırıcı rolünü üstlenirler. Hasta bakmanın stresinin bağışıklık sistemini zayıflattığına en iyi örnek, Alzheimer hastalarının çoğu kadın olan bakıcılarında yüksek oranda görülen depresyon ve solunum yolu hastalıkları sayılabiliyor. Kadınlardaki orantısız derecede yüksek kaygı ve depresyon oranının, büyük ölçüde erkeklerin kaygılarını özümsemelerinden ve kültürel olarak eşini yatıştırma sorumluluğunu üstlenmelerinden kaynaklandığı ileri sürülüyor.Son olarak yazarlar, biyopsikososyal perspektifin en dış katmanı olarak politika sahasında siyasetin ve onu çevreleyen medya kültürünün her zamankinden daha toksik olduğu sonucuna varıyorlar. Siyasi gündemin şekillenişine bakıldığında toplumda yaralıların yaralıları seçtiği, travma yaşayanların travma yaşayanlara önderlik ettiği ve travmatize edici toplumsal koşulları sağlamlaştıran politikaların acımasızca uygulandığı görülüyor.
Massachusetts Üniversitesi’nden Michael Millburn, liderler, çocukken ne kadar sert ebeveynlere maruz kaldılarsa, dış savaşlar, cezalandırıcı yasalar ve ölüm gibi otoriter ve saldırgan politikaları desteklemeye o kadar meyilli olduğunu vurguluyor. Politika ile travmanın iç içe geçmesi yeni bir olgu değil. Alice Miller Almanya’da uzun süre moda olan sert çocuk yetiştirme uygulamalarının Nazi otoriterliği için şablon hazırlamaya nasıl yardımcı olduğuna dikkat çekmişti. Aslında milyonlarca insanın kendi karşılanmamış çocukluk ihtiyaçlarını bilinçsizce liderlerinde nasıl aradığını fark edince, siyaset daha derin anlamlar kazanıyor. Toplumsal iyileşme için suçluluk duygusunu geride bırakarak, utanç halinden, tepki veren ve kendinden de şefkati esirgemeyen bir hale evrilmek mümkün mü? Bu nedenle Maté kitabının son çeyreğini “bütünlüğe giden yolları” veya kendimiz için yarattığımız sağlıksız, mutsuz durumdan kurtulmanın yollarını araştırmaya ayırıyor. Özgünlük, eylemlilik, sağlıklı öfke ve kendini kabul etme gibi dört niteliği geliştirerek modern kültürün etkilerinden kurtulmayı başlayabileceğimizi savunuyor. Değişimin olabilmesi bireysel ve toplumsal olarak kendini sorgulama ve şefkat ilkelerine dayanıyor. Peki kim değişecek, kim yeni, sağlıklı kültürü inşa edecek?
Ülkeleri yönetenler mi, Kamu mu, Halk mı? Benim bu konuda kafam karışık biraz.