Hüccetü’l-İslâm Gazzâli’nin Nefsani İsteklerin Kırılması adlı kitabı Mustafa Nalbat çevirisiyle Sufi Kitap’tan yeniden okurla buluştu. Eser oburluğun ve cinsi şehvetin afetlerinden bahsederek Müslümanlara sırat-ı müstakim ve itidali gösteriyor.
Yaşadığı dönemden bu yana yazdığı eserler hem İslâm dünyasında hem de Batı’da büyük ilgi gören bir İslam düşünürü İmam Gazzâli. Çok farklı alanlarda eserler veren Hüccetü’l-İslâm Gazzâli, tasavvuf ilmi açısından da en önemli kaynakların müellifi. İhyâ adlı eserinin Mühlikat başlığının üçüncü kısmı olan Nefsani İsteklerin Kırılması adlı kitabı bu manada insan-ı kâmil olma yolundakilere nefs tezkiyesi konusunda bir rehber.
Mustafa Nalbat çevirisiyle Sufi Kitap’tan yeniden okurla buluşan eser oburluğun ve şehvetin afetlerinden bahsederek Müslümanlara sırat-ı müstakim ve itidali gösteriyor.
Ahir zamanda pusulasını şaşırıp varlık sebebini unutan, mutluluk ve iç huzurunu sadece maddi gerekçelere bağlayan insanoğlu için Gazzâli’nin sözünü ettiği bahisler ciddi bir yoksunluk anlamı taşıyor. Aç kalmak her çağda insanın en büyük korkusu, hatta kâbusu. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerin ağırlığıyla dünyaya bağımlı hale geliyoruz oysa. Bağımlılık deyince aklımıza alkol, uyuşturucu vs. geliyor ne yazık. Asıl bağımlılığın nefsani isteklerimiz etrafında dönüp durmak olduğunu idrak etmiyoruz bile.
OBURLUK NEFSİ AZDIRIR
“Oburluk Allah’tan gafil olmanın, haddini aşmanın başlangıcı ve kaynağıdır. Nefis açlıkla kötü sıfatlarından kurtulduğu ve yola geldiği gibi başka hiçbir şeyle uysallaşıp yola gelmez. Açlık anında nefis, sahibine sıkıntı çıkarmaz ve ondan korkar. Acizliğini ve zelilliğini anlamış bir şekilde durur. İnsanoğlu nefsinin zelilliğini ve kendi güçsüzlüğünü görmedikçe Mevlasının yüceliğini ve kahrını göremez. İnsanın mutlu olması daima kendi güçsüzlüğünün ve zelilliğinin farkına varmasında Rabbinin yüceliğini, kudretini ve kahrını görmesindedir.” diyen Gazzâli’yi okurken açlık, tokluk ve şehevi isteklerin hayatımızı nasıl da kuşattığını ve aşkın olanla aramızda nasıl bir bariyer oluşturduğunu da fark ediyoruz. Gündelik hayatımızda neyi, ne kadar merkeze alırsak zihinsel dünyamızda ve gönlümüzde de onun o kadar yer ettiğini söylüyor Gazzâli. Gastronomi’nin bir kültür ve bilim hâlini aldığı, yeme-içme’nin artık güçlü bir turizm kalemi olarak ciddi getirisi olan sektöre dönüştüğü bir çağda açlığı övmek, tokluğun afetlerinden bahsetmek elbette ütopik gelebilir bazılarına. Peki o zaman yine modern çağda en çok pazarlanan detoks kürlerini, açlık oruçlarını, arınma kamplarını, sade yaşam trendlerini nereye koyacağız?
TOKLUK BELASI NELERE SEBEP OLUR?
Nefs Tezkiyesinde açlığın övülmesi ve ısrarla tokluktan kaçınılmasının hikmetlerini bugünkü hâlimize bakarak bir kez daha çok net bir biçimde görebiliyoruz. Çok klişe bir ifade gibi gelse de Gazzâli’yi okurken bir kez daha zihnimizde şimşekler çaktırıyor şu cümle: Dünyanın yarısı obezite ile savaşırken diğer yarısı açlıktan ölüyor! Çok yedikçe nefsi semirenler dünyadaki her şeye sahip olma hırsıyla şeytanı bile kıskandıracak zulümlerin neferi oluyor. Buradan bakınca İsrail’i finanse eden en büyük sermayenin McDonald’s ve Starbucks olması da hiç tuhaf gelmiyor. Yeme, içmeyi ‘yaşam tarzı’ diyerek kutsallaştıranlar da nasıl bir bağımlılığın tuzağına düştüklerinin farkında değiller tâ ki fiziksel hastalıkları ortaya çıkıp binbir türlü diyet reçetesi denemeye başlayana kadar. Ki bu bağımlılığın hangi manevi hastalıkların kapısını araladığını çoğu kez fark etmiyorlar bile. İşte Gazzâli, Nefsani İsteklerin Kırılması’ndan söz ederken bu sebep sonuç ilişkisini de hatırlatıyor. Nefsin isteklerinin daha açlık bahsinde dizginlenemezse insanı nerelere götürebileceğini Hz. Peygamber’in hadisleri ve hak aşıklarının ifadeleri ile aktarıyor.
NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR!
İslâm’ı, en saf hâliyle yaşamaktan ibaret olan tasavvuf ilminin ana gâyesi, “eşref-i mahlûkât” olarak yaratılan insanı, maddi tuzaklardan koruyarak ve onlarla baş etmeyi öğretip mânen kemâle erdirmek ve “insân-ı kâmil” seviyesine çıkarmak. Gazzâli’nin eseri de ruhu inceltmek için bu yolculuğun neden gerekli olduğunu şu cümlelerle özetliyor:
“Mutedil bir tabiatta en efdal olan midenin ağırlığını hissetmeyecek ve açlığın elemini duymayacak kadar yemektir. Hatta kişi midesini unutmalı ve açlık kendisine asla tesir etmemelidir. Çünkü yemekten gaye, hayatta kalmak ve ibadet için güç kazanmaktır. Midenin ağırlığı ibadetten alıkoyar. Açlık acısı da kalbi meşgul eder ve onu ibadetten meneder. Öyleyse gaye, kişinin meleklere benzemek için kendisinde yiyeceğin tesiri kalmayacak şekilde yemesidir. Çünkü melekler için yemeğin ağırlığından ve açlığın ıstırabından söz edilemez. İnsanın gayesi meleklere uymaktır. İnsan için açlık ve tokluktan kurtuluş söz konusu olmadığında bu ikisinden en uzak durum, orta yoldur. Bu da itidaldir.
İnsanoğlu açlık ve fazla yemenin ağırlığını hissetmediği zaman ona fikir ve ibadet kolaylaşır. Kendisinde bir hafiflikle beraber amel için bir güç bulur. Fakat bu durum tabiatta itidalin gerçekleşmesinden sonra gerçekleşir. Fakat işin başlangıcında yani nefsin huysuz ve şehvetlere âşık ve aşırılığa meyilli olduğu dönemde itidal fayda vermez. Hâl böyle olunca nefsi şiddetli açlıkla terbiye etmek gerekir.”
Hâsılı kelam kişi, nefsini ne derece tanırsa onu tezkiye etmede o derece başarılı olacaktır. Nefsi tanımak, onun hangi mizaç üzerine yaratılıp hangi sıfatlara donatıldığını bilmekle mümkündür. Nefsi tanıdıktan sonra yapılması gereken, onu muhâsebe altında tutup mücâhede, riyâzat, zühd ve uzlet gibi tasavvufî terbiye usulleri ile onunla mücadele etmektir. Bu mücadelenin başarılı olması için nefsi, hevâ ü hevesine uygun olan şeylerden uzaklaştırıp onu, ibadetler ile meşgul etmek ve daimi surette tefekküre sevk etmek gerekir.