Semavi Eyice, Bizans Sanatı ve Osmanlı Sanat Tarihi sahalarında emsalsiz eserler vermiş bir otorite. 1940’lı yıllarda yazmaya başladığı kitap ve makalelerin sadece listesi 116 sayfa tutuyor. 400’den fazla bilimsel makalesi ve onlarca kitabı mevcut.Aynı zamanda Ayasofya üzerine dönem dönem yaptığı açıklamalar, yazdığı makaleler uluslararası öneme sahip. 2018 yılında 96 yaşında vefat eden Eyice’nin verdiği önemli bilgiler ışığında Ayasofya’yı tanıyalım.
Eyice’nin verdiği bilgilere göre, Ayasofya, 4. yüzyılda putperest mabetlerin yerine ahşap çatılı bazilika biçiminde bir yapı olarak inşa edilmişti. Genellikle bu ilk yapının 1.Constantinus’un eseri olduğuna inanılır ise de kilise ancak onun 337’de ölümünden sonra oğlu Constantinus döneminde bitirilerek, açılışı 15 Şubat 360’da yapılmıştır.
Şehrin en büyük 2 kilisesinden birincisi olan yapı, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453’te fethinin hemen ardından, fetih yoluyla alınan her yerde uygulanan usul gereğince camiye çevrildi ve Ayasofya adını aldı. Bu usul üzere “Ulu Cami” mahiyetini alan Ayasofya’dan başka Fatih Sultan Mehmed, Cenevizlilerden aldığı San Domenico ve San Paolo Kilisesi’ni camiye çevirmiştir ki, bu bina sonraları Arap Camii adı ile şöhret bulmuştur. Bursa’da bugün mevcut olmayan Hisar’daki Orhan Camii, İznik’te Ayasofya, Edirne’de izi bile kalmayan Ayasofya, Trabzon’da Ortahisar Camii, Antalya’da Güdük Minare denilen Cuma Camii (Korkut Camii), Silivri’de izi kalmayan Fatih, Enez’de Ayasofya, Amasra’da Fatih, Karadeniz Ereğlisi’nde Orhan, Atina’da Fatih Camii yapılan Parthenon Tapınağı, Budapeşte’de Budin’in Büyük Katedrali (Kanûni zamanında) akla gelen ilk örneklerdir.
Fetihle birlikte Ayasofya’da “kubbeye kadar çıkan Fatih Sultan Mehmed, yapı ve çevresinin harap görünüşü karşısında, meşhur Farsça beyti söylemiştir. Padişah, Ayasofya’nın tahribini önlemiş, burada ilk namazı kıldıktan sonra, hayratının ilk eseri olarak buraya vakıflar tahsis etmiş; yanına da ayrıca, sonraları pek çok değişikliğe uğrayan bir medrese yaptırmıştır. Fatih’in vakfiyelerinden öğrenildiğine göre, caminin çeşitli hizmetlerinde 62 kişi bulunuyordu.”
Ayasofya’nın Türkler açısından önemine değinen Prof. Eyice, buranın müze olmasını ise şu cümlelerle eleştirir; “Burası bin yıl dünyanın en büyük kilisesiydi. Fetih sonrası beş asır cami kalmış. Fatih, Ayasofya Camii Vakfiyesi’nde de amaç dışı kullanmak isteyenler için ‘Allah’ın gazabı onların üzerinde olsun’ bedduası etmiş. İstanbul’un işgalinde bile kimse Ayasofya’da namazı engelleyemedi.”
Eyice’ye göre; “Türk şehirlerinin çoğunda bulunan Ulu Cami İstanbul›da yapılmamış, bu görevi 1934›te camilikten çıkarılıncaya kadar 480 yıl Ayasofya sürdürmüş, Türkleşen İstanbul›un en başta gelen İslâm ibadet yeri olarak özel bir değere sahip olmuştur. Nitekim Kadir geceleri burada başka hiçbir camide rastlanmayacak bir ihtişam içinde kutlanırdı.”
Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Ayasofya yeniden yabancıların, Rumların göz diktiği bir mabet olmuştur.
“1. Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul’un işgali yıllarında Ayasofya’yı tekrar kilise yapmak isteyen bazı yabancı güçlerin bir oldu bitti yapmasını önlemek üzere, burada küçük bir Türk askeri birliği hazır tutulmuş ve Rumların girişimleri engellenmiştir.
Cumhuriyet dönemi öncesinde yaşanmış olan İstanbul depremlerinde Ayasofya önemli hasarlar görmüş, ciddi tahribatlarla karşı karşıya kalmış. Burada çeşitli onarımlar yapılmıştır. Cumhuriyet’ten sonra 1926’da yine yerli ve yabancı uzmanlardan Ayasofya’nın karşı karşıya olduğu tehlikeler ve tamir esaslarına dair raporlar istenmiştir. Amerikalı Thomas Whittemore (1871-1950), 1931’de Ayasofya’nın mozaiklerini meydana çıkarmak üzere izin almış ve çalışmalara 1932’de başlanmıştır.
Eyice’nin belirtiğine göre; “Wittemore’nin idaresindeki çalışmalar sürerken 1934’de Atatürk bir akşam sofrasında Ayasofya’nın müze haline getirilmesi düşüncesini ortaya atmıştır. Bunun üzerine “Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen ertesi gün, binanın Vakıflar’dan kendi bakanlığına devrini isteyen ilk yazıyı yazmış ve 1 Şubat 1935’ten itibaren Ayasofya resmen Müzeler İdaresi’ne bağlanmıştır.”
Ayasofya’nın müze yapılmasına bazı yabancıların da itirazı olduğunu belirten Eyice; “Düşünün ki ben Ayasofya’ya ilk gittiğimde henüz camiydi. Ayasofya’nın müze olmasına Hıristiyan Bizans uzmanları bile karşıydı. Dünyanın en önde gelen Bizans uzmanlarından Prof. Dr. Schweinfurth ve Prof. Ch. Diehl cami olarak kalmasını savundu. Sorbonne Üniversitesi öğretim üyesi Prof Ch. Diehl ‘Bu binaya müze yakışmaz’ dedi. Asistanlığını yaptığım Berlin Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Schweinfurt ise ‘Ayasofya’nın camilikten çıkarılması, binanın ruhaniyetini kaybettirdi. Keşke cami olarak kalsaydı’ demişti.” diye not düşer. İstanbul’da birçok tarihi eserde Türklerin, Osmanlı’nın izleri silinmiştir. Bu konuda maalesef yeterli bir hassasiyet söz konusu değildir.
Eyice, Ayasofya’nın müze yapılmasıyla birlikte Osmanlı izlerinin silinip, buradaki geçmişe ait birçok şeyin yok edilmek istendiğini belirtmekte; “Sultan Abdülmecid, Rus elçiliğinin restoresi için İtalya’dan gelen Gaspare Fossati isimli bir mimarı Ayasofya’nın restoresi için de görevlendirir. Bizans İmparatorlarının badana altına gizlenmiş mozaiklerinin bulunması üzerine, Abdülmecid, kendi resminin de duvarda olmasını arzu eder. Böyle bir şeyin olamayacağını düşünen Fossati yere düşen mozaik parçalarından Abdülmecid’in tuğrasını işletir ve ‘Bunu asabilirsiniz Sultanım’ der. Bu kaydı arşivde bulduğumda Ayasofya’da böyle bir tuğra yoktu. Topkapı Sarayı Müzesi’ne bir ziyaretimde depoda bu tuğrayı bulduk. Ayasofya’ya asılması için yıllarca mücadele ettim, lakin her değişen müdürle tuğra asılan yerinden çıkarılıp depoya kaldırıldı. En son Prof. Dr. Haluk Dursun zamanında tuğra kapıya asıldı ve hala duruyor. Her defasında tuğranın neden kaldırıldığını anlamak zor. Bir kuvvet vardır ki Ayasofya’da Türk ve Müslüman izinden bir parça olmasına tahammülü yoktur.” Ayrıca, “Şehir fethedildiğinde fetih camisinde minberin iki yanında Osmanlı sancağı sallanırdı. İmam, minber kapısının üzerinde duran kılıçla minbere çıkardı. Zamanında Ayasofya’da da bu sancaklardan ve kılıçtan vardı, lakin Ayasofya’nın içinde Türk ve Müslüman ne varsa kaldırdılar. Kiliseden bozma camilerdeki sancak geleneği maalesef yok oldu. Biz kendi geleneğimizi, kültürümüzü yok eden garip bir milletiz.” Eyice’nin belirttiğine göre, Ayasofya’daki Osmanlı izlerini silmek isteyen kimi çevreler, müze özelliğini daha da genişletmek ve burayı uluslararası bir müze hale getirmek istemişlerdi. “Bizans Eserleri Müzesi yapma girişiminde bulunulmuşsa da bu girişim tepki çekmiştir. İstanbul’dan çeşitli Bizans parçaları toplanarak bu işe başlanmıştır. Evdoksiya’nın meşhur gümüş kaplamalı heykelinin kaidesi de oraya getirilmiştir.”
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi esnasında ilginç tartışmalar yaşanmış, minarelerin yıkılması dahi gündeme gelmiştir; “Müzeye çevrilirken sekiz kişilik bir komisyon kurulur ve bir rapor sunmaları istenir. Yedisi Türk adı taşıyan bu kişiler Müzeye çevrilmesini, etrafında ve içinde Osmanlıya ait her şeyin yıkılıp yok edilmesini teklif ederler. Ancak profesör E. Ungen rapora muhalefet şerhi koyar ve cami kalmasını teklif eder. Bu rapor doğrultusunda avludaki Fatih Medresesi yıkılır. Minareler de yıkılacakken Batı’da eğitim görmüş bir vatanperver mimar Kemal Attan, “Minareler yıkıldığı takdirde kubbenin göçebileceğini» mimar diliyle matematik bilgilere dayalı bir raporla anlatır. Minareler kurtulur.