2018 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan ve Polonya’da eserleri yabancı dile en çok tercüme edilen yazar Olga Tokarczuk’un Nobel aldıktan sonra kaleme aldığı Empusyon Türk okurla buluştu. Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’ını on yaşında okuyup etkilenen Tokarczuk, Empusyon’da hem Mann’a selam gönderiyor hem de diğer eserlerinde olduğu gibi sıra dışı bir kurgu ve anlatıyla okuru kendi dünyasına çekiyor.
Olga Tokarczuk ile tanışıklığım 2020’de yayınlanan Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde eseriyle oldu. Romanı büyük beğeniyle okuyup Yeni Şafak Kitap ekinde hakkında bir yazı kaleme aldım. 2018 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan ve aynı yıl Koşucular romanıyla Man Booker International Ödülü’nü kazanan yazarın dilimize kazandırılan her kitabı böylece görüş alanıma girdi. Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’den sonra Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler ile Son Hikayeler’ini de merakla okudum. Eserlerinde doğa, insan, kadın, öteki gibi evrensel meseleleri kurduğu büyülü atmosferlerde kendine has üslubuyla anlatan Olga Tokarczuk’ın yaşarken hak ettiği değeri ve ilgiyi görmesi sıkı bir takipçisi olarak beni mutlu ediyor. Her kitabını okuduktan sonra zihnimde oluşan şölen edebiyata olan inancımı tazeliyor.
KADIN MESELESİNİ TEMEL ALAN BİR GERİLİM ROMANI
Eserleriyle Polonya edebiyatını dünyaya tanıtan Olga Tokarczuk’un Nobel aldıktan sonra kaleme aldığı Empusyon, Timaş Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Roman, Birinci Dünya Savaşı arifesinde tüberkülozdan mustarip olan Mieczysław Wojnicz’in tedavi olmak için Görbersdorf kasabasındaki Beyler Konukevi’ne gelmesiyle başlıyor. Erkeklerin tedavi edildiği bu sağlık merkezi, bulunduğu yer itibariyle doğanın kucağında ve doğaüstü güçlerin etki alanında bulunuyor. Her gün yemekte toplanan beyler, savaş çıkacak mı? Monarşi mi yoksa demokrasi mi? Şeytanlar var mı? Kadınlar doğuştan aşağı varlıklar mı? gibi dönemin önemli sorularını “entelektüel” sohbetlerde masaya yatırıyor. Konukevinin çevresinde yaşanan tuhaf olaylar ise hastaları korkularıyla yüzleştirirken sessiz ve hüzünlü kahramanımız Wojnicz, bu gizemi çözmeye çalışıyor.
Yazarın “Görbersdorf tedavisine ilişkin bir gerilim romanı” olarak tanımladığı Empusyon, gerilimden beslense de aslında özünde kadın meselesini farklı bir şekilde ele alıyor. Sadece erkeklerin konuştuğu bu dünyada feminist bir hikaye ortaya çıkaran yazar, kitabın sonunda okura sürpriz yaparak romandaki görüşlerin kimlerden alındığının tam listesini sunuyor. John Milton, Friedrich Nietzsche, Platon, Ezra Pound, Jean Racine, Jean-Paul Sartre, Arthur Schopenhauer ve Shakespeare gibi isimlerin kadınlarla ilgili düşüncelerini tüberküloz hastası erkeklerin ağzından duyduğunuzu öğrenince yüzünüze şaşkınlıkla karışık bir gülümseme yayılıyor. Nasıl yayılmasın ki? İnsanlık tarihine, edebiyata ve bilime yön vermiş bu erkekler kadınları kendilerine denk varlıklar olarak bile görmüyor;
“Kadın, evrimin geçmiş ve daha düşük bir aşamasını temsil eder, Bay Darwin’in yazdığı şey bu ve burada şunu söylemek istemiştir, kadın...” Lukas doğru sözcüğü arıyordu “...evrimsel olarak uyuşuktur. Erkek çoktan ilerleyip yeni beceriler kazandığında, kadın eski yerinde kaldı ve gelişemedi. Bu yüzden kadınlar genellikle sosyal olarak engellidir. Bir şeyle kendi başlarına başa çıkamazlar ve her zaman erkeklere güvenmek zorundalar. Bu nedenle erkekte bir izlenim bırakmak zorundalar. Gülümse manipülasyonu. Mona Lisa’nın gülümsemesi, evrimsel olarak kendiyle başa çıkma stratejisinin sembolüdür. Baştan çıkar ve manipüle et.”
EMPUSA AVLANMAYA DEVAM EDİYOR
Empusyon’un temel meselesi kadın olsa da yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgide bekleyen hastalar insan doğasının temelinde yer alan pek çok dürtüyle ve duyguyla yüzleşiyor. Ölümün herkesi eşitleyen doğasını ve insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini kahramanımız Wojnicz’in en yakın arkadaşı Thilo şöyle anlatıyor; “İnsanın düştüğü en büyük hata nedir, bilir misin? İnsan, yaşamının özel olduğunu ve ölümün ona dokunmayacağını düşünür. İnsan kendi ölümüne inanmaz. Sence ben öleceğime inanıyor muyum?”
Beyler Konukevi sakinleri öleceğine inansın ya da inanmasın sıra dışı ölümler ardı ardına yaşanıyor. Azrailin fazla mesai yaptığı bu dağ başında büyülü hikayeler de kendine geniş yer buluyor. Yunan mitolojisinde Hekate’nin insanları korkutmak için yarattığı, şekil değiştiren, insan etiyle beslenen ve çoğunlukla çok güzel bir kadın kılığına girerek kurbanlarını avlayan Empusa’nın ruhu Görbersdorf kasabasında dolaşıyor.
BÜYÜLÜ DAĞIN ZİRVESİNDE BİR KADIN YAZAR
Okuru bir rüyanın içindeymiş gibi sisli ormanların, çetin yolların, mitlerle bezeli hikayalerin içinde gezdiren Olga Tokarczuk, romanın finalindeki sürpriz sonla oluşturduğu atmosfer kadar kurgudaki maharetini de ortaya koyuyor. Kahramanımız Wojnicz’in sırrını öğrendiğinizde tüm bu hikayenin de mitolojinin bir parçası olduğu fikrine kapılıyorsunuz. Kitapta kadın yazarlarla ilgili erkeklerin görüşlerini okurken ister istemez Tokarczuk’un romanı, ironi üzerine inşa ettiğini düşünüyorsunuz;
“Fırsat bulduğunuzda bir kadına sizin için önemli bir yazardan söz ederek ona yazar hakkında ne düşündüğünü sorun. Siz ne kadar çok değer verirseniz, kadın o kadar az değer verir, zira kadınlar edebiyatta duygularını galeyana getirmek için bahane ararlar, fikirlerine hitap eden şeyler onlara uzaktır… Alt sınıflara yönelirler, hayvanlara merhamet gösterirler. Sık sık her türlü tuhaflığa yönelirler: Hayaletlere, rüyalara ve düşlere, ayrıca rastlantılara ve hikâyede tutarlı bir iş yürütmekteki yetenek eksikliğini gidermeye çalıştıkları farklı durumlara da…”
Olga Tokarczuk’un -diğer kitaplarında da sıkça rastladığımız- gerçek üstü anlatımı ve sıradışı hikayeciliği onu yüzyılın en iyi seslerinden birisi yapıyor. Altı çizilecek pek çok cümlenin yer aldığı Empusyon, masalsı dili, başarılı kurgusu ve evrensel temalarıyla o çok sevdiği büyülü dağın zirvesine yerleşiyor.