Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi'nde beş yıl müdürlük yapan Tuncer Kelleci bu dönemde hastalar ve personelle yaşadığı anıları "Akıl Hastanesinde 5 yıl " adıyla kitaplaştırdı. Kelleci'nin anlattıkları zaman zaman güldürse de ibret verici hikayeler.
Muhabir olarak gazetenin istihbarat servisinde mesleğe başladığımda aynı zamanda her birinden hayat dersi çıkaracağım haberlere giderdik: Deprem, sel, intihar, eylem, kaza, cinayet… Gittiğim bu işler benim için sadece haber değeri taşımaz aynı zamanda hayat hakkında da yeni sorular sordururdu. Dinlediğim her hikaye, şahit olduğum her olay zihnimde yeni pencereler açardı. Bunlardan birisi de 2003 yılında Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastanesi’nde tedavi gören hastalarla gittiğim piknikti. Belgrad Ormanı’nda yaptığımız o piknikte 25-30 yıl sonra hastanenin dört duvarından ilk kez dışarı çıkmış hastalarla tanışmıştım. Bu haber bana akıl hastaları için hayatın ne kadar zor olduğunu göstermiş sonraki hayatımda da onlara daha farklı gözle bakmaya başlamıştım.
Akıl hastanesinde geçen beş yılın anıları
Tuncer Kelleci’nin “Akıl Hastanesinde 5 Yıl” kitabını okurken aslında o piknikte tanıştığım hastaların sadece aysbergin görünen yüzü olduğunu anladım. Zira 1970’li yılların başında Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde beş yıl müdürlük yapan Tuncer Kelleci’nin anlattıkları akıl almaz olaylardı.Mesela bir günümü geçirip unutamadığım o hastalar aslında bu hastanelerde tedavi gören “en iyi hastalar”mış. Zira ağır hastalar değil dışarıya, hastanenin bahçesine bile çıkarılmayacak durumdaymış. Ağır şizofran hastalarının yattığı bir koğuşta hastaların yarı çıplak, temizliklerini bile kendi başlarına yapamadıklarını söyleyen Kelleci, hastaneye yolu düşenleri şöyle anlatıyor: “Çıldırmış halde hastaneye gelerek akıllıca taburcu edilip bir daha gelmeyenler, gelip tedavi görüp bir süre sonra yeniden gelenler, bir daha gelenler, uzun süre kalıp iyileşenler, tüm insanlık özelliklerini yitirmiş, hatta bazen günlerce yemeyi içmeyi unutan, giyinmeye bile ihtiyaç duymayanlarla kendini hekim sanıp kiremitle kalp ameliyatı yapmaya çalışan, ömür boyu akıl hastanesinde tedaviye mahkûm olan adli tıp raporlu suç makinesi psikopatlarla aynı ortamda geçen beş yıl…”
En çok akıl hastası Malatya’daymış
1948 Malatya doğumlu yazarın çocukluk ve ilk gençliği Malatya’da bir anlamda deliler arasında geçmiş. Hatta bu delilerden birinden okul yıllarında dayak bile yemiş. Yine ilkokulda çok çalışkan ve neşe dolu sınıf arkadaşlarından birinin üvey annesinden yediği dayaklar sonucu aklını yitirdiğini anlatan Kelleci eğitimini tamamladıktan sonra çocukluk anılarının da etkisiyle akıl hastanesinde görev yapmak istemiş. Kelleci, ilk tayinini de Türkiye’nin o yıllarda ikinci büyük hastanesi olan Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’ne yaptırmış. Müdür olarak atandığı bu hastanenin o yıllarda başhekimi ise oldukça meşhur Dr. Mutemit Yazıcı’ymış. 27 yıl bu hastanede görev yapan başhekim Yazıcı’nın hem binin üzerindeki hastayı muayene edip hem de idari personeli yönettiğini kendini delilere adamış bir doktor olarak anlatan Kelleci, daha sonraki yıllarda hastaneye bir doktorun ve iki psikoloğun da dahil olduğunu söylüyor. Kelleci’nin kampüsünde eşi ve küçük kızıyla yaşadığı Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’ndeki anıları hepimiz için ibret verici. Kelleci, altmış dönüm arazi üzerinde on altı irili ufaklı bloklardan oluşan hastaneyi göreve başladığı ilk hafta gezmeyi bile birkaç günde bitirebildiğini kadın ve erkek hastaların, hastalık derecesine göre farklı koğuşlarda tutulduğunu anlatıyor. Türkiye’nin dört bir yanından ancak en çok hastanın Malatya’dan geldiğini dile getiren Kelleci, şiddet gören, ani korku yaşayan ve yine halkın lohusa kadınlar için albastı diye tarif ettiği ruhsal sorunların bir süre sonra kişinin aklı dengesini nasıl bozduğunu örnekleriyle sıralıyor.
Koğuşta iniltiler uğultulara karışmış…
Her koğuşu ve hastaları ayrıntılı olarak kaleme alan Kelleci kadın hastaların koğuşuna yaptığı ilk ziyareti şöyle anlatıyor: “.. kadınlar koğuşunun mevcudiyetini daha çok orta yaşlı kadınlar ve gençler oluşturuyor… Saçı başı düzgün olanlar olduğu gibi çıplak, göğsünün biri çıkmış, sarkmış, yarı çıplak, çırılçıplak olanlar da gözüme çarpıyor. Gülenler, kendi kendine bir şeyler anlatanlar, anlamsız sesler çıkaranlar, çığlık atanlar… Koğuşta iniltiler uğultulara karışmış, etrafta sesler yankılanıyor.”
Suç makinelerinin koğuşunda gül suyu ikramı
Hastanede suç makineleri olarak anacağımız katillerin de aynı bir koğuşta hastanede tutulduğunu ifade eden Kelleci, o koğuşla ilgili izlenimlerini ise şöyle paylaşıyor: “Suç makineleri; Türkiye Cumhuriyeti Kanunu’nun 46. (mülga) maddesine göre; cezası kesinleşmiş, ömür boyu akıl hastanesinde tedavi altında tutulmasına mahkemece hükmedilmişlerin koğuşuydu burası. Kapıdan girerken başhemşire, çağrıldığı için izin istedi ve dönüp arkasını gitti. İçeriye girince gözlerime inanamadım! Çok kötü bir koğuşla karşılaşacağımı düşünürken bir de ne göreyim? Yer karoları tertemiz, masalar ve sandalyeler oldukça düzgün yerleşmiş, yerlere kilimler serilmiş, divanlar düzgün, masaların üzerine çiçekler konmuş, hastalar tıraşlı, tertemiz giyimli… Pırıl pırıl bir koğuş! Bir de bize gülsuyu ikram ettiler.”
Kelleci’nin en ağır hastaların kaldığı koğuşla ilgili ilk gözlemi ise ürpertici: “...Aman Allah’ım! Sadece koku değil, inilti, uğultu, feryatlar, ara ara ayrı ayrı çığlıklar birbirine karışıyordu. Bir buhar yükselip yüzümüze çarpıyordu. Birdenbire atılan naralar ıslak taş duvarlarda yankılanıyordu. Homurtulara şakırtılar karışıyordu. Genç yüreğimin çarpıntısı değil gümbürtüsünün, bedenimi salladığını hâlâ hatırlıyorum. Belleğimden hiçbir zaman silinmeyen o Kato Servisi, taş duvarlarla çevrilmişti. Yerler yine yassı kayrak taşlarla kaplanmış, kenarlarda akıntı olukları. Her taraf ıslak. Köşede ortaya saçılmış hortum…”
Elazığ’da delileri toplama efsanesi
Hastanenin ünlü başhekimi Dr. Mutemit Yazıcı’yı ise şöyle anlatıyor kitabında Kelleci: “Adam hem bin 250 hastaya baktığı gibi bir de polikliniğe gelenlere bakıyordu. Hem doktorluk hem idari işlerle boğuşuyordu. Hiç kolay değildi işi. Üstelik bu hastaneyi bu duruma o yükseltmişti. Sinir diye bir şey kalmamıştı. En ufak bir durumda birden bağırıyor etrafındakileri kalaylıyordu..”
Bu arada bir sohbetlerinde Elazığ Akıl hastanesinden kaçan delileri trencilik oynayarak geri getirdiğiyle ilgili hikayenin doğru olup olmadığını da Başhekim Yazıcı’ya sorduğunu onun da bunun bir şehir efsanesi olduğunu söylediğini diye getiriyor Kelleci.
Hastanede başhekimin yoğun olarak vakit geçirdiği Sekizinci Koğuşu ise şöyle anlatıyor bize: “8. Servis’teki hastalar öğrenim görmüş, sağlıklı hayatları sürecinde başarılı olmuş insanlar. Kader onları buraya getirmiş. Sakinleşmişler ama tedavileri uzun sürüyordu. Başta Başhekim olmak üzere tüm personel hastaları titizlikle izler, onların her türlü ihtiyaçlarını, gerekli bakımlarını severek yaparlardı.”
Tuncer Kelleci kısa sürede dost olduğu Fransızca öğretmeni Müveddet Hanımın şu sözünü adeta hepimize hatırlatıyor kitabın sonunda: “Akıl dediğin, ince bir telin üstünde durur…”
Kelleci’nin hastalıkları yüzünden toplumdan soyutlanmış binin üzerinde insanın tedavi gördüğü hastaneyle ilgili anlattıkları aslında karamizah tadında.
Kötü haberle aklını yitirmiş
Yine eğitimli kadınların kaldığı Yedinci koğuştaki hastaları da Kelleci şöyle sayıyor: “Burada da öğretmen Ayten, Fransızca öğretmeni Müveddet, oyuncu Elmas, terzi Zehra gibi hastalar kalırdı. Terzi Zehra, bir zamanlar pavyon kadınlarının ve diğer bazı zengin kadınların elbiselerini, entarilerini, etek ve diğer giyimlerini hazırlayan çok modern bir terziymiş. Mesleğini icra ederken, sıkı fıkı olduğu müşterileri onu uyuşturucuya alıştırmış. Alkole de… Bir süre sonra ruhsal yapısı bozulup çevreye zararlı olunca buraya gelmiş. Müveddet Hanım, Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirip Fransızca öğretmeni olarak İstanbul’da bir liseye atanmış. Hukuk Fakültesinde okuyan kardeşiyle kiraladıkları evde yaşıyormuş. 28 Nisan 1960 öğrenci olaylarının sonucu onun için çok ağır olmuş. Müveddet Hoca dersteyken, sertçe çalınan kapıdan hızla içeri giren bir öğretmen arkadaşı Malatyalı bir öğrencinin polis kurşunuyla vurulduğunu ve öldüğünü söylemiş ona! Bunun üzerine Müveddet Hanım ‘Eyvah kardeşim!’ diyerek acıyla yere yığılıp kalmış. Ani şoka girmiş ve bir daha iflah olmamış.
Oysa ölen öğrenci kardeşi değilmiş ama o kardeşinin öldüğünü düşünmüş.”
Hastanenin unutulmaz renkli tipleri
Hastanede çok renkli kişilikler olduğunu söyleyen Tuncer Kelleci erkekler koğuşundaki renkli ve eğitimli kişilikleri şöyle anlatıyor: “Onlardan biri olan Hüseyin Uzuner eski bir bakanın kardeşiydi. Mutfak işlerini severdi ara sıra verilen malzemelerle hastane yemeğinin dışında bazı pratik yemekler yapardı. Servis yemekhanesi onun sayesinde pırıl pırıldı. Jeolog Dr. Altan ise İngiltere’de doktora yapmış, çok iyi İngilizce bilen biriydi. Hastaneye yatmadan önce çevresine çok zararı olmuş, ama şimdi sakinleşmişti. Ali Gonca ise bir müzik öğretmeniydi. Ercihan, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Fransız Filolojisi son sınıftan bir öğrenciydi. Servisler arası evrak malzeme taşırken bazı hastalara sataşır, münakaşaya tutuşur, bağıra çağıra konuşup söz dalaşını sürdürürken ter içinde kalırdı. Bir seferinde elindeki kâğıt ve evrakları ortada hiçbir sebep yokken bir hastanın suratına fırlatmış ve mubassır Ali Bağtek’ten tokadı yemiş. Kenan, yüksek maden mühendisiydi. Aslen Sivaslı olan bu genç İTÜ Maden Fakültesi’nden mezundu. Hocaları onu çok severmiş. Bu sebeple okulda kalmasını, akademik kariyer yapmasını istemişler ama o doktora yaparken bu hastalığa yakalanmış. Dr. Osman, dahiliye uzmanıydı. Kenan ile iyi anlaşırdı. Yaşlı ve çoğu zaman halsiz olduğu için zamanının büyük bölümünü yatakta geçirirdi. Kenan onun yemeğini yedirir, suyunu getirir, tuvalete götürür, üstünü başını değiştirirdi. Ara sıra kendi aralarında konuşur, hatta şarkılar söylerlerdi. Kenan’ın sesi çok güzeldi.“ Hastanenin renkli kişiliklerinden birisinin de deniz subayı Zekai teğmen olduğunu sık sık hastaneye yattığını ve çok güzel resim yaptığını yine Kelleci’den öğreniyoruz.
Yassıada’daki Zekia Teğmen
Yassıada’da yargılanan eski milletvekillerden Hamit Fendoğlu’nun belediye başkanlığı yaptığı dönemde Malatya’daki hastaları arabasına bindirip kendisini ziyarete geldiği günü Tuncer Kelleci şöyle anlatıyor: “27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Demokrat Parti’lilerle birlikte uzun süre Yassıada’da tutuklu kalmış, bu süreçte başsavcıya ‘Ben Menderes’i seviyorum, sonuna kadar bağlıyım, bu suçsa, cezama razıyım!’ demesi üzerine hücreye atılmıştı. (..)Hamit ağabeyim, ölümünden önce arabasının içine, köylülerini doluşturup hastaneye getirmişti. Kimi gözünden rahatsızdı kiminin psikolojisi bozuktu. Hepsini ilgili birimlere yollamıştık. Biz kahvelerimizi içerken bir süre önce hastanemize tekrar gelen Zekâi karşımıza dikildi. Hamit ağabey ona bir sigara verdi ve yaktı. Zekâi karşımızda duruyor, konuşmadan bize bakıyordu. Bu durum Hamit ağabeyin dikkatini çekti. Kulağına eğildim ve ‘Bu arkadaşın adı Zekâi. Deniz yüzbaşısıymış. Taşkınlıklar yapıyor, köpek kanıyla duvarlara yazılar yazıyormuş,’ dedim. Hamit ağabey şaşırdı. Aradan zaman geçiyor, Zekâi olduğu yerden kıpırdamıyordu. Hamit ağabey tam kalkacakken Zekâi yaklaştı ve Hamido’ya ‘Beni tanıdın mı?’ dedi birden. Hayret, konuşmuştu! ‘Gardaş yoookk tanımadım’ dedi Hamido! Zekâi yine sustu. ‘Nerden tanışıyoruz?’ diye sordu bu kez Hamdi ağabey! Yine ses yok. Birden döndü… ‘Yassıada’dan…’ dedi Hamido’ya bakarak. ‘Hani sen mendili boynuna bağlar gezerdin de mahkemeye de öyle çıktığında yargıç ‘Çıkar onu!’ demişti ya!’ Gerçekten şaşkındık o an. ‘Tanımadın mı beni?’ diye tekrarladı Zekâi! Hamido şaşırmıştı. “Hani senin hücre kapısının altından paket paket subay sigarasını kim atıyordu? Bir sessizlik. ‘Ben Zekâi Teğmen.’ Hamit ağabey eli dizlerinde donmuş. Birden ayağa kalktı: ‘Ula Zekâi Teğmen sen misin?’ Hamit ağabey hüngür hüngür ağlamaya başladı. Öyle bir sarıldı ki Zekâi’ye, öyle bir kucakladı ki, gören iki dağın kavuştuğunu sanırdı. “