Safevî şâhının daveti üzerine Lübnan’dan İran’a ilk giden Şiî âlim, Şiâ geleneğinde Muhakkik-i Sâni olarak da bilinen Şeyh Nuruddin Ebu’l-Hasan Ali b. Abdu’l-Âli el-Âmilî el-Kerekî idi. El-Kereki, en önemli Şii merkezlerinden Cebel Amil havzasından bir Şii alimdi ve Safeviler döneminde Şiilik devletin resmi mezhebi haline getirilince, Şii kültür havzalarından, özellikle de Güney Lübnan’dan, Şiî ulema davet edilmiş İran’ın Şiîleştirilmesine büyük katkı sağlamışlardı. O dönem Lübnanlılar İran’ın Şiileşmesine katkıda bulunacaklar, günümüze doğru ise işler tersine dönecekti.
Necef, Hille, Kum ve Cebel Amil gibi ilim havzalarının Şii mezhebinin tarih boyunca diri tutulmasında önemli fonksiyonu olduğunu belirtmekte fayda var. Çeşitli bölgelerden Şii alimlerin bir araya gelip dini ve insani bağlantılarını canlı tutmalarında havzalar arasında geçişkenliğin hayati rol oynadığını belirtmeliyiz. Bu geçişkenlik günümüzdeki ulus devlet sınırları ve sınırlamalarına rağmen sürmekte, irtibatlar canlı tutulmakta, çeşitli coğrafyalarda yaşayanlar bir bir hallerinden, düşüncelerinden yeni gelişmelerden haberdar olmaktadır. Bu durum mutlaka ilmi geçişmelere neden olduğu gibi Şii dünyasındaki dayanışmayı pekiştirmektedir. Üzülerek belirtmek gerekir ki bu geçişlilik günümüzde Ehli Sünnet aleminde söz konusu değildir. Ezher gibi, Hint yarımadasındaki ya da Kuzey Afrika’daki medreseler gibi ilim havzaları bulunsa da geçişlilik çok nadirdir. Hatta çoğu zaman birbirinden habersizlerdir.
II. Dünya Savaşı sonrası İran ile Lübnan Şiileri arasındaki önce köprü sonra kilit taşı, ataları itibari ile Lübnanlı ama doğumu itibari ile İranlı, Musa Sadr’dır. Hem dini, hem de üniversite eğitimi almış olan Sadr, anlaşılan, o dönem toplumda geri bırakılmış Lübnanlı Şiileri toparlamak üzere Ayetullah Hüseyin Burucerdi’nin temsilcisi olarak 1959 yılında Lübnan’ın Sur kentine gönderilmiştir. Böylece, bir bakıma, Safevi dönemi Lübnan Cebel Amil havzasından İran’ı Şiileştirmek üzere giden Şii alimlerin torunları Lübnanlı Şiileri toparlamak ve toplumsal bir güç haline getirmek üzere Lübnan’a gönderilmişlerdir. Musa Sadr, tabiri caizse, yaptığı önemli sosyal, ekonomik ve siyasi faaliyetlerle Şiileri ayağa kaldıracaktır, bilinçlendirecektir. Lübnan’da eşitlik çağrılarından bulunan Sadr, sivil toplum kuruluşları, medreseler, hayır müesseseleri ve hatta askeri bir kanat kuracaktır.
Sadr, 1974’te tüm dini ve mezhebi gruplara açık olan “Mahrumlar Hareketi”ni (Hareket ül-Mahrumin) kurmuştur. Hareket Şiileri kalkındırma ve bilinçlendirmeyi amaçlasa da kapısını herkese açık tutmuş ve Lübnan’da eşitliği hedeflemiştir. Bir müddet sonra da hareketin askeri kolu EMEL (Efvacül Mukavemetil Lübnaniyye) kurulacaktır. Burada gerek Mahrumlar Hareketi ve gerekse EMEL hareketinin kuruluşunda bir başka İranlı’dan da bahsetmeden geçmek olmaz, Mustafa Çemran’dan. Çemran İran’da lisans eğitimi aldıktan sonra ABD’de yüksek lisans ve doktora yapmış, daha sonra, Musa Sadr’ın daveti ile Lübnan’a gitmiştir. Sadr ile birlikte Mahrumlar Hareketi ve EMEL’i kurmuş ve hatta başına geçmiştir. Mustafa Çemran, İran İslam Devrimi gerçekleştikten sonra İran’ın ilk savunma bakanı olacak, İran-Irak savaşında cephede hayatını kaybedecektir. EMEL hareketi günümüz Hizbullah Hareketinin de bir anlamda öncüsüdür.
Lübnan Şiilerini bilinçlendiren, ayağa kaldıran ve hatta askeri olarak da örgütleyen Musa Sadr, 1978 yılında Libya’ya ziyareti esnasında kaybolur. Bugüne kadar da yanındaki iki kişi ile kendisine ne olduğu bir muammadır.
İran’daki devrim sonrası İran ve Lübnan, daha doğrusu Lübnanlı Şiilerin ilişkilerinin seviye atladığını görüyoruz. Her ne kadar Lübnan’da Mahrumlar Hareketi'nin askeri kanadı olarak EMEL bulunsa da İran kendisine tam bağlı ve liberal olmayan bir hareket oluşturmak istemiştir. İsrail’in 1982’de Lübnan’a girmesi İran açısından büyük bir fırsat oluşturmuştur. EMEL Hareketi'nden kopan ve içlerinde Abbas Musevi’nin de olduğu 9 kişi o dönem İran lideri Ayetullah Humeyni ile görüşmüş böylece Hizbullah’ın kuruluşuna giden yol açılmıştır. Hizbullah’ın isim babasının da Ayetullah Humeyni olduğu söylenmektedir. O denem sayı olarak az ve taraftar olarak zayıf Hizbullah mensuplarını eğitmek üzere 1500 İran Devrim Muhafızı, Suriye rejiminin izni ile Güney Lübnan’a intikal edecek ve Hizbullah mensuplarını eğitecektir.
Hizbullah İran’ın o dönem Orta Doğu’da Siyonist İsrail ve ABD’ye karşı oluşturmaya çalıştığı “Direniş Ekseni”nin kilit taşını oluşturacaktır. İran, bir taraftan, İsrail ile askerî açıdan komşu olurken, daha sonraki süreçte Hizbullah silahı üzerinden Lübnan’a hükmetme konumuna kadar gelecektir. Önceleri Lübnan’da İran benzeri bir dini devlet kurma iddiasında olan Hizbullah, daha sonra akıllıca bir adımla, ‘açılım (infitah)’ projesi ile Lübnanlılaşma yoluna girecektir.
İran’ın nüfuz stratejileri İran nüfuzunu yayarken oldukça pragmatiktir. Bazen ideolojik davranır, bazen diplomatik, bazen stratejik bazen de dini-mezhebi davranır. Lübnan, neredeyse İran’ın tüm nüfuz enstrümanlarının kesiştiği bir bölgedir. Mezhebi uzantı vardır, ideolojik, askeri, stratejik argümanlar vardır. Dolayısıyla tüm ağırlığını koymuş, Hizbullah’ın süreç içerisinde Lübnan’ın tamamında güçlenmesiyle birlikte İran’ın nüfuzu da pekişmiştir. Hatta, Sünniler üzerinden etkili olmaya çalışan Suudi Arabistan’la bir nüfuz yarışına da girmiştir. Kanımızca Refik Hariri bu nüfuz yarışının bir kurbanı olmuştur.
Önceki dönemle, İran İslam Cumhuriyeti sonrası İran ve Lübnan Şiileri arasındaki ilişkilerdeki en önemli dönüşüm desteğin artık kurumsal bir hale gelmesidir. İran Hizbullah uğruna ve kendi ekonomisini zayıflatma pahasına, maddi, askeri ve lojistik hiçbir masraftan kaçınmamış, kaçınmamaktadır. İran ilerleyen dönemlerde bunun semeresini de almaya başlayacaktır.
Gelinen noktada İran, “Direniş Ekseni” olarak nitelediği, Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e doğrudan ulaşıyor. Aynı şekilde, Hizbullah’ın silahı üzerinden Lübnan üzerinde sağladığı nüfuzla İsrail’le de komşu olmuş durumda.
Direniş Ekseninin oluşturulması konusunda ABD’nin dolaylı rolüne değinmezsek konu eksik kalır. Irak’ı İran’a saldırtarak 8 yıl savaştıran ve kaynaklarını tükettiren ABD, Saddam’ı devirdikten sonra Irak’ı altın tepsi içerisinde İran’a sunmuştur. Böylece, “İran’ın devrim ihracı” önündeki en büyük engeli önünden kaldırmıştır. Kısa sürede Irak’ta nüfuzunu konsolide eden İran, Suriye üzerinden Akdeniz’e doğrudan ve engelsiz ulaşır olmuştur. İran’ın ABD ile dolaylı dayanışması Kasım Süleymani’nin Irak’ta öldürülmesi ile son bulmuştur.
Aksa Tufanı sonrası kartların yeniden karıldığı, jeostratejik fay hatlarının oynadığı bir ortamda, kendisiyle hem kanı ve hem de dokusu uyuşan Hizbullah’ı mevcut İran yönetimi son kerteye kadar destekleyecektir. Ancak, ağır ambargo şartları altındaki ve tüm doğal kaynaklarına rağmen halkına refah sağlamakta zorlanan İran bunu ne kadar ve nereye kadar omuzlayacaktır bunu zaman gösterecektir.