Rahmetli M. Emin Saraç Hocaefendi şükür yakınımızdır, akrabamızdır. İkizlerimizin kulaklarına isimlerini okumuştur. Rahmetli Avni dayımla bacanaktılar. Biz çocuklar küçükken, annem büyük teyzemi ziyarete gittiğinde Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin “tekkesinin” bahçesinde oynardık, zira geliniydi Efendi’nin. Fatih’te o bahçe büyük nimetti. Velhasıl o zamana kadar İstanbul sur içinden ibaretti; mahalle, komşu, tanıdık çevre vardı; ilmiye, memuriye, zabitan, esnaf ve zanaatkar sınıf vardı. Saraylılara ise ben yetişmedim. Çöken imparatorlukla yitip giden sadece saltanat değildi; meslekler, sosyal yapı da değişmişti. İşte M. Emin Saraç Hocaefendi bu değişimden azade var olan bir müstesna şahsiyet olarak hep özgün varlığını koruyan ve Osmanlı devri mirasını sürdüren tek kişilik bir kurum gibiydi. Geliniz şimdi, “İlim Yolunda Bir Ömür” kitabına dayanarak hem kendi ağzından hem de etrafından ve talebelerinden dinleyelim hayatını…
Yazımın sonunda M.Emin Saraç Hocaefendi’nin hayatını anlatan iki vidyo linki koydum, onları da izlerseniz bir ömrün nasıl ilim yolunda geçtiğini anlayacak ve takdir edeceksiniz.
Hafızlığımı küçük yaşlarımda babamdan bitirdim. Babamız bizi, dört erkek bir de kız kardeşimizi, öyle karanlık bir devirde hafız yaptı ki gayreti takdire değer. Babam ve dedem Nakşi tarikatından Yanyalı İsmet Efendi’nin Erbaa’daki vekili Bahrullah Efendi’ye bağlılardı. Dedem, müderrislerdendi (ders veren hoca). Dedemin vefatı da ayrı bir hüzünlü karmaşadır, onunla ilgili de bir iki şey söyleyelim: Babam da dedem de İslam dinine sarıldıkları ve evlerinde sürekli Kuran okuttukları için 6 ay hüküm giymişlerdi. Dedem o üzüntüyle hapisten çıktıktan üç ay sonra vefat etti. Bizim evimiz tam bir Kuran medresesiydi. Babam teheccüde (1) kalkmanın bereketiyle soğuk kış gecelerinde dahi bütün aile efradını kaldırır, hepimize şefkatle davranır, o teheccüd namazını kılarken biz abdestlerimizi alırız, sonra ders başlardı. Yazları evimizin arkasındaki bahçede Kuran okurduk. Ortalık aydınlanırken bizim de gönlümüz aydınlanırdı. Güneş doğuncaya kadar bütün aile Kuran ile meşgul olurdu. Birtakım maddi sıkıntılar içinde yaşıyorduk fakat huzurluyduk. Babam bize Kuran okuttuğu, öğrettiği için evimiz birçok defa jandarma tarafından basıldı, babam karakola götürüldü. Elhamdulillah şimdi onlar geride kaldı.
1943te İstanbul’da Çarşambalı Ali Haydar Efendi’ye geldim. Kendisi çok tanınan bir kişi idi. O da o günlerde tekkesi takibatta olduğundan bizleri Fatih Camii Baş İmamı Ömer Efendi’ye gönderdi. Fatih Camisi’nde de evlerde de okuyorduk. Fakat hepsi gizlice oluyordu. Bu öğrenim, Ali Haydar Efendi’nin teşvikiyle Mısır’a gidinceye kadar sekiz sene devam etti. Kendisi bir gün öğrenimimizi Ezher’e gidip sürdürmemizi istedi. Ezher’in lisesini okuduktan sonra Şeriat Fakültesi’ni bitirdim. Kadılık mastırının ilk senesini okuduktan sonra Cemal Abdunnasır’ın (2) zulmüyle bırakmak zorunda kaldık. Mısır’da sekiz sene boyunca yaşadığımız bir “ilim hicreti” idi. Bu müddet zarfında İstanbul’a hiç gelemedik, çünkü gelseydik dönemeyecektik. Allah bir kararlılık lütfetti. Kimi vakit gözümüz kararırdı, açlıktan… Bir avuç Türk talebeydik ama kararlıydık, biliyorduk bizim için memleketimizde dua edenler vardı. Tek bir düşüncem vardı, memleketimize dönmek, ilmî çalışmalarda hizmet etmek.
Türkiye’ye döndükten altı gün sonra bana, “Yarın İmam Hatip Mektebi’ne gelebilir misin?” dediler. O zaman cumartesi günleri de eğitim vardı. 1960 İhtilali’ne kadar üç yıl öğretmenlik yaptık. Askerliği bitirdikten sonra bizi Ankara Evkaf (Vakıflar) Müdürlüğü’nde (3) bir sınava tabi tuttular. O vakit birkaç saat içerisinde Evkaf Müdürlüğü’ne tayinimizi çıkarttılar. Gurbetlerde tahsil yaptım ki hepsi dine hizmet etmem içindi. “Şimdi bu mahzenlerde haramilere malzeme hazırlamak için mi çalışacağım?” şeklinde düşüncelerle muzdarip oluyordum. Birden kararımı verdim hacca gidecektim, vakıflar idaresindeki memuriyetimi de bırakacaktım.
Döndükten hemen sonra İlim Yayma Cemiyeti’nin Yüksek İslam Enstitüsü talebeleri için ilk defa açtıkları yaz kursunda Ahmet Davutoğlu hocayla birlikte ders vermeye başladık. Sonra İlim Yayma Cemiyetinden İsmail Niyazi Bey (Numan Kurtulmuş’un babası) bana bu işi sürdürmemi teklif etti. Ve o günden bugüne kadar hayatım ilim tedrisi (ders vermekle) ile geçti elhamdulillah. Allah Teâlâ o yönden kapımızı açtı. Yalnız başına olsam da ilim halkasını kurup öğretime devam ediyorum. Tefsir, hadis, fıkıh, usul; bu dört ders bizim ana derslerimiz.
İnsan öldüğünde amel defteri kapanır. Öldükten sonra artık insanın yapacağı bir iş kalmamıştır, dünyadan gitmiştir, amelleri bitmiştir. Ama üç kimse hariç: Birincisi, güncel iyiliği olan kimsedir. Buna sadaka-i cariye denir. Allah rızası için yapılmış, insanlığa faydalı, hayırlı olan hangi şey varsa işte ona sadaka-i cariye denir. İkincisi bilgelik neşreden yayan insandır. Mesela, hocalarımız nice fedakarlıklarla bizi okuttular ama şimdi bizim okuttuklarımız dine hizmet eden eylemlerimizden istifade ediyorlar inşallah. Amellerimiz aynı zamanda onların da amel defterlerine (4) yazılmaktadır. Üçüncüsü de salih (iyi) evlat (5) yetiştiren kimsedir. O evladın yaptığı bütün güzel işler aynı şekilde anne babanın defterine de işleniyor ve anne baba da kendileri bizzat hayatta yaptıkları amel gibi çocuklarının amellerinden istifade ediyor, memnun oluyorlar.
Dikkat ediniz; siz birey değil, ümmet insanı olacaksınız. “Her kim İslam’da güzel bir yol açarsa, kıyamet gününe kadar ona hem açtığı bu yolun sevabı hem de kendisinden sonra aynı yolda yürümeye devam edenlerin sevabı yazılır.” Hadis-i Şerifini hiç unutmayacağız. “Herhangi bir kimsenin hidayetine vesile olmak, hidayet kapısını bulmasına sebep olmak (6), dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” buyuruyor Peygamberimiz (s.a.) Dikkat buyurunuz, çok güzel, kısa bazı Hadisi Şerifler var; onları güzelce seçip zihnimizde, ezberimizde bulundurmalıyız. Bunlar bizim sermayemiz olacaktır.
Bilmeyenlerin arasında bulunduğumuz zaman bunları söylemeliyiz. Bilen kimse, boş sözlerle, yararsız şeylerle vakit geçirmez. Onların bulunduğu meclisler hep ilim meclisleri haline dönüşür. Biz de öyle olmaya çalışacağız. Resulullah Efendimize muhabbet, dinimizin emridir. Resulullah Efendimizin sevgisi, öncelikle O’nun yolunu takip ederek gerçekleşir.
“Hocaefendi ile ilgili dikkat çekmek istediğim bir husus da şudur: İslam’ın sadece ilimlerine değil sanat ve edebiyatına da çok büyük önem vermekteydi. Bizleri hat dersi almaya İslam yazısı ile yazmaya ve uyduruk kelimeleri kullanmamaya teşvik eder, söz arasında -sel, -sal vb. uyduruk bir kelime kullanıldığında bundan rahatsız olur, yüzünü ekşitirdi. İslam dünyasında ihtilaflı konuların tekrar gündeme getirilmesinden, bazı akademisyenlerin güncel konularda kafalarına göre hüküm vermelerinden, tarihe mâl olmuş büyük alimleri değersizleştirmelerinden, sağlam ve güçlü olmadığı halde doğruluğundan emin olunmayan hiç bir iddiadan sırf inançsızları razı etmek için “İslâm Gerçeği” (7) ve benzeri kitaplar yazarak İslâm’ın ilmî ve kültürel kazanımlarını suçlamalarından fevkalade rahatsızlık duymuş ve onlara her ortamda tepkilerini dile getirmekten asla çekinmemiştir.“
Emin Saraç Hocamız, eski hocalarından aldığı terbiyeyle hem hoca hem de baba gibi davranıyordu bize. Başımız ağrısa gider kendisine rahatlıkla sorabilirdik, konuşabilirdik, derdimizi söyleyebilirdik. Hocamın derslerinde zahiri ilimleri öğrenirdik. Ama bunun yanında onun merhum Şeyh Ahıskalı Ali Haydar Efendi’den itibaren hocalarından alarak adeta depo ettiği ilim mücevherleriyle süslü dersleri bizi İslam ahlakına yöneltirdi. Derslerde Allah ve Resulü’nün sevgisiyle gönüllerimiz huzurla dolardı… Onun koşturması camiyeydi. Başka resmi yerlerde vazife almamayı tercih etmiştir. Çok imkanlar çıkmış önüne, hiçbirini kabul etmemiştir. Fatih Camii’nde oturup ders okutmayı tercih etmiştir. Hocam adeta kendini bu işe vakfetmişti. Günümüzde her hoca onun yaptığı gibi yapamaz, yapması zordur doğrusu. Hocamızın, kendi çocuklarına bile vakit ayıramadığı olmuştur.
Hocamız dost ve talebelerine karşı vefakar idi…Dostlarına daima samimiyetle bağlı olduğu gibi kendisi de onlardan vefakarlık görünce memnuniyetini ifade ederdi. Ancak İslam’ın aleyhine çalışanlara karşı kızgınlığını her fırsatta belli ederdi. Müslümanlar dünyanın neresinde muzaffer olursa sevinir, onların başarıları için dualar ederdi. Bu sebeple bütün Müslümanların güç birliği yapmalarını ister, Müslüman gençlerin görüşüp tanışmalarını arzulardı. O yüzden bazı öğrencilerini yurtdışına gönderir ve onların ilim adamı olmalarından çok haz alırdı. Ülkemizde İslam ülkeleriyle ilgili her toplantıda onu bulurdunuz. O adeta İslam ülkelerinin fahri bir konsolosu idi. Müslümanların birbirleriyle çekişip didişmeleri onun en çok rahatsızlık duyduğu hallerdendi.
Hayatı tamamen ilme ve öğretmeye aitti. Kendisine maddi ve siyasi birçok teklifler gelmiştir. Onların hiçbirini kabul etmemiş, elinin tersiyle itmiştir. 1958 yılında Mısır’dan döndükten sonra Fatih Camisi’nde talebe okutmuştur. Diyebiliriz ki dünyada zevk aldığı tek şey talebe okutmaktır… Mesela, 1976-1977 yıllarında İlim Yayma Yurdu’nda kalıyorduk. Hocamız sabah saat 09.00’da gelirdi. “Nerede bizim bu talebeler?” diye bizi uyandırırdı. Çünkü geceleyin bir yere gitmiştik. Ya miting vardı ya da bir şey olmuştu o gün. Gelirdi o dersi mutlaka işlerdi. Bazen beni yerine vekil bırakırdı. Hayatı baştan sona dersti.
Hocamızın en büyük vasfı, çok samimi ve muhlis bir kimse olmasıdır. Kuran’a, İslam’a, Resulullah’a (s.a.) şüphesiz, tavizsiz, beklentisiz bir şekilde kendini teslim etmiş olması onun en önemli özelliğidir. Yani bundan kimsenin en ufak bir şüphesi yoktur. Tek gayesi Allah’ın rızasını elde etmektir. Kimseden ücret almaz. Bunları karşılıksız, Allah yolunda yapar. İslama kendisini tam anlamıyla vermiş bir insandır. Bir de hocamız tüm dünyada İslam kardeşliği hususunda çok sosyaldir. Yani İslam dünyasında olup biten her şeyi takip eder. Çok geniş şekilde dost çevresi vardır. Bu şekilde İslam’a şüphesiz teslim olmuş bir hocadır. Biz, Emin Hocamızdan şunu gördük: Bizleri, talebelerini, kendi evlatlarından ayırt etmezdi. Bir kısmı için kitap temini, yurt temini, aile kurması noktasında çok hayırlı hizmetlerde bulunmuştur. Bir baba gibi daima talebesiyle alakadar olmuştur.
Hocaefendi, tanıdıklarıyla kaynaşmasını, ilişkisini koparmamıştır. Yumuşak ahlakıyla, çok sabırlı olmasıyla, nezaketi ile kendini göstermiş bir hocamızdır. Hocaefendi iki binden fazla talebe değil, iki binden fazla “hoca” yetiştirmiştir. Yetiştirdiği hocaların tamamı İslami ilimlerde ya da İslami hizmetlerdedir. Siyasete ve ticarete atılan talebelerinde de hizmet aşkı ön plandadır. Hocamız aşırılığı, acizliği, bağnazlığı reddetmiş, daima orta yolu temsil etmiştir. Kendisine özel, radikal ve marjinal hiçbir görüşü olmamış, Hanefi mezhebinin üyesi olmakla iftihar etmiş, Osmanlıların edep ve vakarını örnek almıştır.
Çok muhterem M. Emin Saraç Hocam, İslam davasının çilesini çekmiş bir ailenin evladıdır. En önemli özelliklerinden biri, Fatih Camii’nde Osmanlı döneminden bu yana devam eden camilerdeki ilmi ders geleneğini 50 yıldan fazla bir zamandır devam ettirmiş olmasıdır. Kıymetli hocamızın, öncekilerin geleneğine sadakati herkesçe malumdur. Onun asılsızlık karşısında cesur duruşu, alimlerin yanında mütevazı oturuşu; küfre karşı çatık kaşlı, Hadis-i Şerif okurken gözü yaşlı hali gözümün önünden hiç gitmez. M. Emin Saraç Hocam, İslam dünyasındaki önemli alimlerle hep irtibat hâlinde olmuş; ilmi, makam ve mevkiye, paraya ve pula tahvil etmeyi hiç düşünmemiş, ilmin ve alimin itibarını şahsında hep korumuştur.
Şeyh Saraç ile dostluğum eskilere dayanır. (Şeyh beyefendi manasındadır burada.) 1950’lerde o Ezher’de Şeriat Fakültesi’nde, ben de Usuli’d-Dîn Fakültesi’nde talebeydim. İlk kez orada tanıştık. 1967’de İstanbul’u ziyaret ettiğimde, onunla yeniden bir araya geldik. Beni çok iyi karşıladı ve ağırladı. Birçok alimle ve Türkiye’nin önde gelen isimleriyle beni tanıştırdı. Dünya Müslüman Alimler Birliği’ni kurduğumuzda, Türk alimlerinden birliğimize ilk katılan, ilke ve amaçlarımıza ilk muvafakat gösteren Şeyh Emin Saraç’tı. İslam’a davet ve Müslümanların meseleleriyle ilgili hususlarda en önde o görünürdü… Şeyh Saraç, yedi yıl boyunca emek vererek iki diğer kişiyle beraber Fi Zilali’l Kur’an (8) Kuran’ın Gölgesinde tefsirini Türkçeye çevirmişti. Bu da unutulmaması, hayırla anılması gereken bir başka güzel hizmetiydi.
Emin Saraç’a Allah rahmet etsin. O, kendini Rabbine adayan, Peygamberlik kandilinden beslenip kendisi de nurlu bir kandil olan Rabbani (kendini olanca gücüyle Allah’a adayan) bir alimdi. Hem ilim sahibiydi hem de bu ilmi hakkıyla kendinden sonrakilere aktarmıştı. Hem edep timsaliydi hem de talebelerini edep timsali yetiştirmişti. Hem ilim yolcusuydu hem de ilim yolundakilerin yardımcısıydı. Günün ortasındaki kuşluk güneşi gibiydi.
Hocamız, yaptıklarıyla tam da isminin hakkını vermiş hatta aşmıştı: O, Allah’ın dininde emin (güvenilir) idi ve Allah’ın kulları için nurlu bir kandil (aydınlatıcı) idi, nuruyla Allah’ın rızasının yollarını göstermişti. Onun, Rabbine karşı ihlasının en belirgin göstergesi, yetiştirdiği talebelerin hoca olup üniversite kürsülerinde ve daha birçok yerde güzel makamlara geldiğini Rabbinin göz aydınlığı olarak ona göstermesidir. Tüm bunlar onun sessiz, sedasız yürüttüğü büyük gayretin meyveleridir.
Kendisi, imam hatip yıllarımızda hocamızdı. Dünyevi menfaatlerden beri gözü gönlü tok halde Fatih Camisi’nde gayet alçakgönüllülükle Kütüb-i Sitte (9) okutur ve Kuran-ı Kerim’i tefsir ederdi. Davranışı ve sözleriyle, ilim ve irfanıyla din adamlarına örnek olacak bir fazilet sergilerdi.
Bir insan tahayyül hayal edin: Necmeddin Erbakan’ı, Seyyid Kutub’u, Hasan el-Benna’yı, Yusuf el Karadavî’yi, Mahmud Sami Ramazanoğlu’nu, Hace Musa Topbaş’ı, Ebu’l Hasen en-Nedvî’yi, Ebu’l A’lâ Mevdudî’yi, Muhammed Hamidullah’ı, Mehmed Akif’i, Mustafa Sabri Efendi’yi, Zahidu’l Kevserî’yi, Gönenli Mehmed Efendi’yi, Abdurrahman Gürses’i, Abdul- fettah Ebu Gudde’yi, Elmalılı Hamdi Efendi’yi, Mehmed Zahid Kotku’yu ve daha birçok zatı kendi karakterinde eritmiş. Hepsinden aldıklarıyla Türkiye şartlarına uyumlu bir karışım meydana getirmiş. Kimseyi dışlayıp yok saymamış. Hatalı gördüğü yerleri de yine İslam edebi çerçevesinde ve kardeşlik hukukuna uygun bir şekilde ifade etmiş. İşte Emin Saraç Hoca, tam olarak böyleydi. Özellikle bugün ilim talebelerinin kendisinin hayatından alacağı en büyük derslerden biri, kanaatimce budur. Arkasından yüz binlerin samimiyetle hayır duası etmesi ve Müslüman camianın her rengini musalla taşının önünde birleştirebilmesi de yine aynı sebeplerdendir.
“Hocamızın şu sözünü bütün arkadaşlar hatırlarlar: “Ben her gün Fatih Camii’nde ders yaptığım yere gelip oturacak, kitabımı açıp dersimi yapacağım. Öğrenci olmasa dahi benim inancım odur ki bu derse katılanlar var. Hamdolsun hiç talebesiz de kalmadım.” Bu ilim yolunda gösterilebilecek müthiş bir azim ve inançtır.” Babamdan dinlemiştim. Rahmetli Hacı İslam Efendi dedem de ülkeye döndükten sonra, alfabenin değişmiş olmasına, diplomasının geçersiz sayılmasına rağmen her gün, her sabah sanki talebeleri gelecekmiş gibi kalkıp dersine hazırlanmış ve bunun Rabbine bir borcu olduğunu belirtmiştir.
Hocam ders kitaplarını seçerken Osmanlı medreselerindeki ders kitaplarını ve kolaydan zora doğru onların okunuş sırasını takip ederdi. Mesela, Fıkıh derslerinde önce Nuru’l Izah (10) sonra sıra ile Meraki’l Felah (10), Mülteka (10), El-İhtiyâr (10) ve El-Hidaye (10) okunmasını arzu eder ve öyle yapardı. Hocamız ders vaktinde ders mahallinde bulunmaya çok dikkat eder, çok önemli bir sebep olmadıkça mutlaka derse gelirdi. Yerine oturunca da “Oh, cennet bahçesine geldik” diyerek ilim meclisinin ne kadar mübarek bir meclis olduğunu böylece hazır bulunanlara telkin etmiş olurdu.
Nureddin Yıldız Hocadan; … Bir yarım asır öncesine gitti, Mustafa Sabri Efendi’yle Zahid el-Kevserî ile buluştu. Her derste, bir saatlik dersi, üç saatte bitirdiğimiz oluyordu. Bizim o günkü tuttuğumuz notlar, yaşamadığımız bir tarihin içindeymiş gibi bize bilgi kazandırdı. Bir defa hadis nakleden (ravi) olarak belgeye dayanan birisi Hocaefendi, hikaye anlatmıyordu yani. Bizzat yaşadığı, gördüğü hocalarının ve onların hatıralarını anlatıyordu …Çok defalar demişizdir elimize bir kayıt cihazı alalım, gidelim Hocaefendi’yle şöyle bir uzun konuşalım. Fakat Hocaefendi başkasını anlatacaksa konuşuyordu. Kendinden başlamıyordu hiçbir zaman. Ben böyle tespit ettim. Yani Hocaefendi’yle doğal bir hatırat, böyle anne babasından başlayıp konuşmak mümkün olmadı. Ben böyle çok iyi bir muhabbet kurduğumuzu düşündüğüm zaman hocam hemen lafı değiştiriyordu. Kendisi eksenli bir hayat anlatımı, Hocamın kabul etmediği bir şeydi. Mustafa Sabri Efendi’yi mi anlattıracaksın? Tamam, akşama kadar seninle beraberdi. Kendisi eksenli olacaksa konuşmayı devam ettirmiyordu. Hatta bir keresinde Yalova’da bir ziyaretten dönüyorduk. Gemide, “Hocam, bu hocaefendilerle alakalı dinlediğimiz şeyleri sizinle alakalı olarak da dinlememiz lazım.” dedim. Şöyle hafifçe elinin içiyle dizime vurdu. “Yani ahirette konuşulacak şeyleri de mi şimdi konuşturacaksın?” dedi.
Ahmet Hamdi Yıldırım, Bir Ecdad Yadigarı Hocaefendi; … Kendisini yetiştiren hocaların, bilhassa Ali Haydar Efendi’nin hocam üstünde çok büyük etkileri olmuştur. Ali Haydar Efendi merhumdan uzun yıllar ders okumuş hocamız. Bir keresinde merhumla bir hatırasını anlatmıştı bize. Fatih Camii’nde merdivenlerden çıkarken Ali Haydar Efendi, Emin Hocamızı durdurmuş: “Bak oğlum Emin” demiş, “Biz medreseye tahsil için girdiğimizde okuyalım, büyük adam olalım, padişahın sağ tarafında makam sahibi olalım niyetiyle girerdik.” Çünkü medreseye giren en son şeyhülislamlığa kadar ulaşabiliyor. O dönem her medrese talebesinin rüyasında şeyhülislam olmak vardı. Ali Haydar Efendi: “İşte bu niyet yüzünden, bizim ilim tahsilimizde Allah rızası sizdeki kadar net değildir evladım. Siz ilim okumanın yasaklandığı, alim olsan geleceğinin, maaşının, dünyevi itibarının olmadığı zamanlarda okuduğunuz için hem Allah rızası hem de cennet talebinde daha katıksız ve berraksınız.” demiş.
Biz hocamdan, kendisinden daha ziyade onun hocalarıyla yaşadığı anılardan istifade ederek dolaylı bir eğitim aldığımızı düşünüyorum. Zaten hocamız kendinden bahsetmekten hoşlanmazdı. Hocalarını ve onlarla olan hatıralarını anlatmayı severdi. Allah çok rahmet eylesin. Birçok kimseyle tanışıklığı vardı. İslam dünyasının hemen her yerindeki kanaat önderleriyle bir iletişimi vardı. İşte Yemen’de, Abdulmecid Zindanî, Hindistan’da Ebu’l Hasen en-Nedvî, Suriyeli ama o dönemde Suudi Arabistan’da yaşayan Abdulfettah Ebu Gudde hocaefendiler, Hocamızla yakından görüşen kimselerdi. Türkiye’ye geldiklerinde muhakkak surette hocamla günleri geçerdi.
Bitirme belgesi (icazet) vermiş olan ders veren hoca (müderris) demektir ki bir icazet asgari 15 senede verilir. Hocaefendi “Nesara” (İslami tedrisatın ilk kitabı olan ‘Emsile’de çekimi yapılan fiil) ile başlar, derse devam eder, “Şerhi akaid” bittikten sonra icazet verir. En kısa zaman olarak Mustafa Sabri Efendi 12 senede icazet vermiştir. İcazet alan (mücaz) 51 talebenin merasimi 1321 senesinde, Fatih Camii Şerifinde yapılmıştır. Onun bu talebelerinin en sonuncusu Niksar Müftüsü Said Efendidir, ondan çok bilgi edinmiştim.
Mücaz (icazetli) dersiamları ikinci tabaka olarak düşünürlerdi. Çünkü bir alim icazet aldıktan sonra ders verip öğrenci yetiştirmediyse, icazet vermediyse onun fetvasıyla amel edilmeyecek kadar zayıf görürlerdi. Onlar ikinci tabaka âlimlerdi, ta ki aradan zaman geçip de ilimleri artıncaya kadar. Çünkü ilim zamanla tekevvün eder. Ali Haydar Efendi Hocamız, Kudurî’den “rehin bahsini” çok güzel, inceden inceye anlatmıştı, baktı bana ve dedi ki: “Sen şimdi bu adam bu meseleleri bu ibarelerden nasıl çıkardı dersin, biz de sizin gibiyken böyle düşünürdük, hatta Fatih Camii’nde bu dersleri okuttuğum zaman bugün anladığım kadar derin ve ayrıntılı anlayamıyordum. İlim zamanla oluşur.”
Ali Haydar Efendi şu sözü her zaman söylemiştir, “Ben 6 yaşındayken okumaya başladım, okumaya da çok hırslıyım, o günden beri günüm geçmemiştir ki beş altı saat derse bakmayayım kitap okumayayım. Buna rağmen her gün bir bilmediğimi keşfediyorum, her gün görüyorum, bu cehalet bitmeyen bir şeymiş.” O cehaletten bahseder, etrafına gelen insanları devamlı surette okumaya teşvik ederdi. Huzuruna gelen hocaefendilere sualler sorar bilemedikleri zaman: “Niye mütalaanızı zayıf tutuyorsunuz, niçin okumuyorsunuz?” diye serzenişte bulunurdu. Fakat bunu gayet güzel yapardı. Geçenlerde yaşlı bir zat olan Mehmed Ali Bey’i ziyaret etmiştim, dedi ki: Ben Onun meclisine gittiğim zaman hocalara öyle sert konuşurdu ki adeta kendi çocukları gibi, “Niye okumuyorsunuz, niye gayret etmiyorsunuz?” diye. Tabii ki onlara böyle hitap ederken onun neyi kastettiğini onlar da gayet iyi biliyorlardı. Hatta Ömer Nasuhi Efendiyle nasıl konuştuklarını bilirim, “Ömer Efendi evladım, Ömer Efendi evladım” deyişini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü onun “Heyeti Telifiyye”de (uzlaştırma kurulu) reis olduğu dönemde Ömer Nasuhi Efendi Kalem-i mahsusu yani başkâtibi olarak çalışıyorlardı. Ali Haydar Efendi hocamızın başkanlığındaki heyet, Mecelle-i Ahkam-i Adliye’yi (Osmanlı’da borçlar, eşya ve yargılama hukuku esaslarını içeren kanun) tamamlama ve düzenleme üzerine çalışıyordu. Çok üzülürdü: “o zenginliğimizi ne ettiler, nerde kaybettiler, o zaman çok şeyler ortaya koymuştuk, ne oldu o birikim” derdi.
Bir defasında, hangi seneydi bilemiyorum memleketten döndükten sonra yine derse gittim, “Hocam derse başlayacak mıyız?” diye sordum, ellerini şöyle yana açaraktan, “Halimi görüyorsun ya, artık çok yaşlandım nefesim yetmiyor, bu sene ders okuyamayacağız.” dedi, ben de boynumu büktüm, cevap vermedim, döndüm. Ertesi gün, bugünkü gibi hatırlarım, Üçbaş Medresesi’nde minarenin dibindeki birinci kapıdır bizim odamız. Hocamızın hanımı annemiz sabahın saat sekizinde kapıyı çaldı, “Efendi baban seni çağırıyor.” dedi. “Ne zaman geleyim?” deyince “Her zaman geldiğiniz gibi öğlen namazında gelirsiniz.” dedi. Gittim. Hocamız, “Dün akşamdan beri uyuyamadım.” dedi. Ellerini dizlerine vurarak “uyuyamadım” diyordu “Ben nasıl ilime yönlenmek isteyen bir kimseyi geri çevirdim, bu nefes bu bedende var iken nasıl talib-i ilmi reddettim.” diye üzülüyor ve “Her kim ki kendisine bildiği bir mesele sorulur da cevap vermekten çekinirse Allah Teâla ona kıyamet günü ateşten bir gem vurur”, hadisini okuyor, üzüntüsünü belirtiyordu. “Hadi derse başlayacağız ve bu nefes bu bedende varken derse devam edeceğiz, ne kadar nefesimiz varsa bu yolda sarf edilecektir.” demişti. Allah şahittir, tek kişiye ders okuturken elli kişiye, yüz kişiye ders okutur gibi dikkat ve itina gösterirdi. Bu bize bir örnektir. Biz bu hayata bir daha gelecek değiliz, ilim yolunda olan kimseler daima bildiklerini sarf etmekle mükelleftirler, yoksa Allah’tan çok büyük azar alırlar. Bizim en büyük vazifemiz ilmi yaymaktır, kainatın nizamı eğitim meselesi üzerine bina edilmiştir. Kitabullah’ın Sünnet-i (Allah’ın, evren, insan ve diğer tüm canlılar için geçerli kıldığı kanunları), Resulullah’ın (peygamberimizin) bildirdiklerinin yayılması, bunları bilen, okuyan kimselerin bu hususta gayret göstermesiyle mümkündür. Milletimizi ikaz etmek, onlara kutsal emaneti ulaştırmak zorunluluğu vardır, bundan dolayı herkesin kendi vazifesini bilmesi, okutmaya çalışması lazımdır.
İlim dendiği zaman aklımıza gelen ilk şey Allah’ın sıfatlarından birisinin “Alim” olduğudur. Kuran-ı Kerim’in bize öğrettiği doksan dokuz sıfatın her biriyle mütehallik ahlaklanmış olmamız için bize haddi hesabı olmayan teşvikler vardır. İşte o tergib edilen sıfatlardan birisi de ilimdir… İnsanın bilmediğini bilmesi lazımdır. Bu çok güzel bir vasıftır. Bilmediğini bilmiyor ve kendisini de çok bilen sanıyor ve başkasının sözlerini de göz önüne almıyor, kendisinin bildiklerini her şeyin üzerinde zannediyorsa, bu da yüz karasıdır…
Bu yola adım atmak için evvela ilmin de esası olan Arapçayı iyi bileceğiz. Artık bütün ilimlerimizi, fikirlerimizi Türkçe yazdık. Arapça bilmeyişimiz bu memleketin bilgisizliğinin biraz daha artmasına sebep olmuştur. Hayır, öyle değil Arapçayı bileceğiz, gramerini bileceğiz… İlmin iki vasfı vardır efendim: Bir kesbi (okuyarak öğrenmek), bir de vehbi (ilham yoluyla öğrenmek). Kesbi tarafı, hocaefendilerden aldığınız sözleri iyice ezberleyerek öğrenmeniz; vehbi tarafı ise: “Bildiğiniz ile amel ederseniz Allah bilmediklerinizi de hediye eder. İttika sahibi (Rabbe duyulan saygı) olursanız Allah size öğretir,” emrinin sırrında gizlidir. Bilmek her şey değil demek hocam. Yalnızca ilimle arzulanan hedefe ulaşamıyoruz yani. Öğrencilerimizi takva (Allahın (cc) emirlerine uyup yasakladıklarından kaçınmak) üzerine yetiştirmemiz, ibadetle, itaatle donatmamız zorunluluğu vardır.
Bu şekilde başlarsa o ilimler hayırlı olur. Bakınız, eskilerimiz bir taraftan sarf-nahiv ile meşgul olurken talebelere bir taraftan da güzel ahlaklı olmaları için bir ders okuturlarmış. Buna ikindi dersi ya da koltuk dersi olarak isim verirlerdi. Tarikat-ı Muhammediyye (11), Ta’limu’l Müteallim (11) okutulurdu. Niçin? Öğrencinin ahlakı güzel olsun diye. Bu kubbenin altında yetişen ve kendini buraya vakfeden hocalarımızdan biri olan Hüsrev Efendi Hocamız derdi ki, Tarikat-ı Muhammediyye’yi on bir defa okuttum. Şimdi var mı böyle ders okutan bir yer, ahlak güzel olsun diye bir ders bizim ilahiyatlarımızda okunuyor mu, yok. Hele peygamberin hadislerini ihmal etmek, ona saygı göstermemek felaketlerin en büyüklerindendir. Peygamberimizin sünnetini reddettikten sonra Ayet-i Kerime anlaşılmaz hale geliyor. O zaman da Ayet-i Kerimeleri kendi bozuk ve eksik olan fikirleri ile anlaşılmaz bir hale getiriyorlar.
Muhterem hocam, belirli bir yaşa ulaştığında anne baba tarafından çocuğa birtakım sorumluluklar verildiği malumdur. Bu şekilde çocuk her geçen gün biraz daha büyür ve toplumda kendi ayakları üstünde durabilecek seviyeye ulaşır. İlim talebesi için de böyle bir yol izlenebilir mi? Öğrenirken öğreten bir talebe düşünebilir miyiz?
Bir başka husus daha vardı. Onu sonradan kötülemeye başladılar ama onun da manası vardır. Üç aylar geldiği zaman tatil yapılır, Ramazan ayı girdi mi ders devam etmez. Biz Mısır’a gittiğimiz zaman Ezher’de usul öyleydi. Ramazan ayında ders tatil olur. Talebe tatbikata çıkar halk arasına dağılır; hafız ise mukabele okur, imamlık yapar; hafız değilse vaaz eder. O vaazı veren hoca olacak talebeleri, halk o çağdan tanır. Hem halk onların hem de onlar halkın meziyetlerinden haberdar olurdu. Bunlar ileride halkın gönlünde yetişmiş hocaefendiler olur. Biz yurtlarda orada burada çocukları kendi hallerine bırakıyoruz, hazır yiyip içiyorlar. Fakat o özelliklerde bir insan yetiştiremiyoruz.
Muhterem hocam, günümüzde bir ilim yolcusu için karşılaşılan problemlerden biri belki de en mühimi iktisadi sıkıntılardır. Hocam, önceki alimlerimiz bu tehlikeli yolun önünü nasıl kesmişler acaba? Hayatlarını sadece okumaya mı adamışlardı?
Eskiden bir usul vardı efendim. Hocanın başkasına muhtaç olmadan yetişmesi, kanaatle yaşaması için bazı sanatlarla meşgul olurdu. Hatta babam bana cilt yapmayı öğretmişti. O zamanlar teclit yani kitap ciltleme bir sanattı. Sonra efendim saatçi olmak da bir sanattı. Hasan el-Benna’nın babası (Ahmed es-Saatî) hem büyük bir hadis alimi hem de saatçiydi. Böylecegeçimini sağlardı. Yemen’in San’a şehrinde Abdülmecid Zindani’nin kurduğu bir medrese vardı, ismi Medresetu’l İman’dı. Burada okuttuğu talebelere hem icazet veriyor ve bunların her birisine bir sanat öğretiyordu. Bunlar oradan ayrıldıktan sonra geçimini temin edecek ve okutacak. Fakat gelin görün ki burasıyla da uğraştılar. İslam dünyasında hiçbir memleket yok ki onların ders programına müdahale edilmesin.
O da çok salih bir insandı, Allah için. Bacanağımın babasıdır kendisi oradan da tanırım. Tüccardı ama öyle bir tüccardı ki Beylerbeyi’nde oturduğu iki katlı çok güzel evini bırakıp Fatih’te bir ev kiralamıştı, sırf Fatih Camii cemaati olacağım diye. İmamın arkasında namaz kılardı. Allah rahmet eylesin.
Evet, Mustafa Doğan Bey Sirkeci Konya Lezzet Lokantası’nın sahibi. İlim Yayma Cemiyeti’nin toplantıları, henüz kendi merkezi yokken onun lokantasının üstünde yapılırdı. Sonraları İbnu’l Emin Mahmud Kemal Bey’in konağına geçti. M. Emin Saraç Hocaefendi ile Son Devir Alimlerimiz her defasında değişik koku veren bir çiçek gibiydiler adeta, Rabbim rahmetiyle muamele etsin hepimize… Amin. Tavsiyem kitabı edinip okumanız. Zira ben bazı tabirleri ve sözcükleri güncelleştirdim ve akışı bozma pahasına kısalttım. Ama okuduğunuzda o günleri yaşayacak ve yakinen bileceksiniz, ve Selam.