Değişen uluslararası şartlar ve toplumsal gelişim, Türkiye’nin tarihte önemli bir eşikte olduğuna işaret etmektedir. Bu eşikte geçmişten gelen, hâlâ aşılamayan ve kendini yeniden farklı formlarla üreten toplumsal meseleler söz konusudur. Vefatının yüzüncü yılında Ziya Gökalp’e yöneltilen ilgide bu hususların da göz önünde bulundurulması yerinde olacaktır.
Ziya Gökalp, Cumhuriyet’in kuruluşunun birinci yılı tamamlanmadan dört gün önce, 25 Ekim 1924 tarihinde vefat etti. Vefatının yüzüncü yılı dolayısıyla Türkiye’de bazı üniversitelerde ve derneklerde onu ve fikirlerini konu alan konferans, panel ve sempozyum tarzında etkinlikler yapıldı. Yine bazı dergiler Ziya Gökalp için özel sayılar hazırladılar. Bu ilgi, ideolojik bir hassasiyetin ötesinde onun çok yönlü bir düşünür ve eser verdiği bazı konuların bugün hâlâ Türkiye’de karşılığının olması ile de açıklanabilir.
Türkiye’de bir akademik disiplin olarak sosyolojinin kurucu isimlerinin başında gelen ve İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Türk milliyetçiliğinin de etkili düşünürlerinden biri olan Ziya Gökalp, 1876 yılında Diyarbakır’da doğdu. Akranlarının çoğu gibi geleneksel aile ve sosyal çevre etkilerinin yanında Osmanlı son dönemi yenilik hareketlerine bağlı etkilere de muhatap oldu. Diyarbakır, Selanik ve İstanbul, hayatına yön veren gelişmelerin merkezleriydi. Yirminci asrın başından itibaren devletin ve toplumun yaşadığı büyük olaylar düşünüldüğünde Ziya Gökalp’in de dahil olduğu neslin kısa zamanda pek çok şeyin değiştiği; hatta alt üst olduğu bir tedirginlik ve korku havasında yaşadığı söylenebilir. Bu neslin aydın, siyasetçi ve bürokratları devletin ve toplumun nasıl kurtarılabileceği sorusunu hayatlarının merkezine almak zorunda kaldılar. Farklı fikirlere sahip olsalar da çoğunun benzer hassasiyete sahip olmalarında ve zor şartlarda kendilerini çok donanımlı bir şekilde yetiştirmelerinde bu tarihi gerçeklerin rolü vardır.
FİKRÎ TARTIŞMALARIN YÖNÜNÜ BELİRLEDİ
Her insan gibi Ziya Gökalp de dünyayı yaşadığı dönemin içinden kendi sınırlarında anlamaya çalıştı. Türkiye’de toplumun nasıl bir dayanışma modeli ile örgütleneceği meselesi, onu en çok meşgul eden konuların başında gelmişti. Balkan Savaşları sırasında ve sonrasında oluşan toplumsal travma, zaten başlamış bulunan ulus devletleşme tartışmalarını geri dönülemez bir aşamaya taşımıştı. İttihad ve Terakki Fırkası’nın ideoloğu olan Ziya Gökalp’in, siyasi otoritenin sağladığı avantajı da kullanarak toplumun hangi dayanışma modeli ile nasıl örgütlenmesi gerektiği üzerine yazdığı eserler, dönemin fikrî tartışmalarının yönünü belirlemişti. O, bütün bu değişim sürecinde sosyolojiye öncü ve kurucu bir rol atfetmişti. Türkiye’de sosyoloji ile fikir tarihçiliği arasında yakın bir ilişkinin oluşmasında bu kurucu etkinin izleri takip edilebilir.
HEM SOSYOLOG HEM İDEOLOG
Ziya Gökalp’in eserleri, fikirleri ve özellikle kavramları yeniden tanımlayıcı yönü, dönemlere göre farklı tartışmalara ve değerlendirmelere muhatap olmuştur. Bazı aydınlar ve sosyal bilimciler, onun Cumhuriyet’in de ideoloğu olarak kabul edilebileceğini iddia etmişlerdir. Buna karşılık tek parti döneminde fikirlerinin etkisini yitirdiğine vurgu yapanlar da bulunmuştur. Onu sadece bir sosyolog ya da sadece bir ideolog olarak değerlendirmekten kaynaklanan anlama ve yorumlama biçimlerinin bütüncül bir bakış açısını yakalamaktan uzaklaşma riskleri vardır. Dolayısıyla bu iki yön birlikte değerlendirildiği takdirde daha sağlıklı bir Ziya Gökalp analizi yapılabilir. Sosyolojiye atfettiği önem, toplumun sürekliliğini sağlayan kendine özgü kültürel gerçekliğinin değişim sürecinde yok sayılamayacağı kabulünde kendini gösterir. Başka bir deyişle ona göre topluma bir olması gereken ve hedef belirlendiğinde bunun gerçekleşmesi mevcut olandan hareketle gerçekleşmek zorundadır. Sosyoloji, var olan gerçekliği kendi sürekliliğinde tespit eden bir disiplinidir. Ziya Gökalp, bir medeniyet değişiminden yanadır. Bu nedenle olanlardan olması gerekenlere geçişi ister. Türkiye’nin uzun süredir bir medeniyet geçişini tecrübe ettiğini ve bu medeniyet geçişinin topluma yayılması gerektiğini kabul eder. Ancak burada bir ihtiyatlı olma hali dikkat çeker. Ziya Gökalp’e göre olması gereken değişim kaçınılmazdır. Ancak bu değişim, kendi toplumsal gerçekliği ile uyum yollarını da aramalı ve değişimin sınırlarında kalmalıdır.
FİKİRLERİ ELEŞTİRİLDİ VE YENİDEN DEĞERLENDİRİLDİ
Bir toplumda değişimin sınırlarını zorlamak, toplumsal geleneğe ve dirence karşı devrimci bir anlayış ve pratikle hareket etmek de pekâlâ mümkündür. Sosyolojinin, Fransız Devrimi’nin değişimi radikalleştiren ve toplumu altüst eden tecrübesine karşı bir ihtiyaç olarak kurulduğu hatırlanabilir. Ziya Gökalp, bu yıkıcı tecrübenin farkındadır. Onun sosyoloji anlayışı, olan ile olması gerekenin uyumunu geleneğe bağlı Türk kültürü ile Batı medeniyeti arasında kurulacak ahenkli bir birlikteliği sağlamaya hizmet eder. Türkçülüğün Esasları başlıklı artık klasik kabul edilebilecek eseri, bu toplumsal dayanışma ve değişim iddiasını çeşitli yönleriyle ele alır.
Ziya Gökalp’in fikirleri hem yaşadığı dönemde hem de vefatından sonra pek çok tartışmaya konu olmuştur. Emilé Durkheim’ın etkilerini taşıyan ancak özgün yorumlarla geliştirdiği sistematik sosyoloji anlayışının bugün çok karşılığı olmadığını söylemek kolaydır. Çünkü sosyoloji, toplumsal gerçekliğe yönelen bir disiplin olarak kendi sürekliliğinde çeşitlenmiş, yeni yöntem ve teknikler geliştirerek önemli değişimler yaşamıştır. Onun özellikle üzerinde durduğu ve sosyolojisinin merkezine aldığı kültür-medeniyet ilişkisi de bugün o döneme göre çok daha farklı değerlendirilen bir konudur. Türkiye’de sosyoloji ve sosyal psikoloji alanlarına önemli katkıları olan iki milliyetçi sosyal bilimci, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör, Ziya Gökalp’in fikirlerini eleştirmiş ve yeniden değerlendirmişlerdir. Böylece onun geleneğine bağlı bir şekilde mirasına sahip çıkmışlardır ki bu süreklilik önemlidir.
TÜRKİYE BUGÜN ÖNEMLİ BİR EŞİKTE
İkinci Meşrutiyet dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yılları ile kıyaslandığında Türkiye kendi içinde büyük değişimler yaşamıştır. Bugün uluslararası konjonktür de ciddi bir şekilde değişmiştir. Yüzyıl önce yöneticilerimiz ve aydınlarımız, büyük ve sarsıcı olaylar sonunda Türkiye’ye bir gelecek inşa etme eşiğinde düşünmüşler ve belli kararlar almışlardır. Bu kritik eşikte Ziya Gökalp’in fikirleri ister takip edilsin ister reddedilsin, belirleyici bir bağlam oluşturmuştur. Millet mefkuresi anlayışında özellikle aşmaya çalıştığı ikilem, modern eğitim almış aydınlar ile kendi geleneğine bağlı kültürel gerçekliğinde yaşayan halk arasındaki mesafeden kaynaklanmıştır. O, bütün zümrelerin kendini bir millete ait hissetmesini sağlamak amacıyla bu ikilemin aşılması gerektiğini iyi niyetli bir şekilde arzu etmiştir. Bu arzuya bağlı fikirler, döneminde ve sonrasında eleştirilere muhatap olmuştur. Ancak her görüşten aydınlar bu fikirlerin samimiyete ve sağduyuya dayandığını kabul etmişlerdir. Türkiye, farklı toplumsal kesimlerin içinde yaşadıkları topluma katkı sağlama ve aidiyet duyma konularında bugün hâlâ ciddi risklerle karşı karşıyadır. Yine değişen uluslararası şartlar ve toplumsal değişim, Türkiye’nin tarihte önemli bir eşikte olduğuna işaret etmektedir. Bu eşikte geçmişten gelen, hâlâ aşılamayan ve kendini yeniden farklı formlarla üreten toplumsal meseleler söz konusudur. Vefatının yüzüncü yılında Ziya Gökalp’e yöneltilen ilgide bu hususların da göz önünde bulundurulması yerinde olacaktır.