Erdoğan, AK Parti ile Türkiye siyasetinde her açıdan farklı bir dönemi başlattı. Toplumsal ihtiyaçları önceleyen ve bu ihtiyaçları, toplumun tarihsel deneyim alanının dışına çıkmadan gerçekleştirmeye çalışan politikalara odaklandı. AK Parti’nin muhafazakârlık anlayışını “geleneği dışlamayan bir modernlik, yerelliği kabul eden bir evrensellik, manayı reddetmeyen bir rasyonellik, köktenci olmayan bir değişim” olarak açıkladı.
Siyasal düşünce tarihinde, 19. yüzyılın başlarında yer almaya başlayan muhafazakârlık, geleneksel değerlerin pozitivistlere karşı önemini savunmuştur. Türkiye’deki muhafazakârlığın kökleri Tanzimat ve Islahat Devri (1839-1876) reformlarına kadar uzanmakta olup, Cumhuriyet’in kuruluşu ile daha belirgin hale gelmiştir. Muhafazakârlar, her ne kadar kültürel ve tarihsel olarak geçmiş toplumsal kodların korunması gerekliliğine yönelik ideolojik bir fikriyata sahip olsalar da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra başlatılan devrimleri eleştirmekten kaçınmışlardır. Siyasal bir ideoloji olarak muhafazakâr düşüncenin en başat ilkelerinden birisi, bilindiği üzere her türlü devrim karşısında statükonun korunması yönünde konumlanmaktır. Bu yönüyle devrim gibi radikal değişim hareketlerinden büyük tedirginlik duyulmakta ve doğal akışı içerisinde ilerlemeyen değişim düşüncesine karşıtlık oldukça baskın bir karakterde karşımıza çıkmaktadır. Tüm bu ideolojik ilkelerine rağmen, dönemin muhafazakâr aydınları ve ideologlarının Cumhuriyet Dönemi devrimlerini eleştirme konusundaki dozu düşürülmüş eleştirel tavırlarının altında yatan en önemli motivasyon düşüncesi; ülkenin acil sorunlarına çare bulmak amacındaki devleti yöneten kadronun çok ağır bir yük altında olduklarını var saymalarıydı. Yeni devletin, emperyal güçlerin gizli ve kötü emellerine karşı güçlü bir duruş sergileyerek mücadele ettiği fikrinin öne çıkmasıyla “devletin bekası” meselesini ön planda gören muhafazakarlar, dönemin yönetim kadrosu ile emperyal güçlere karşı ayrışma yerine, birliktelik yapmayı zaruri görmüşlerdir.
MUHAFAZAKARLIĞIN GELİŞİM SEYRİ
Cumhuriyet dönemi, TBMM içerisinde muhalifleri temsil eden yapı, toplumsal ve siyasal alanları belirleyen Batılı pozitivist politikalara karşı çıktı. Bu nedenle TBMM’de yenilenme ihtiyacı doğdu. Parlamento dışına atılan ve “kutsal devlet” geleneğini benimseyen bu muhalefet grubu “muhafazakârlar” olarak adlandırılabilir. Bu muhafazakâr grup Cumhuriyet devrinin hemen ilk yıllarında TBMM dışında kaldı. Bu kanaldan gelen birinci ve kısmen ikinci kuşakların temel sorunu “temsil krizi” idi. İkinci Grup olarak da adlandırılan Muhafazakârlar, meclis egemenliğinin yani millet iradesinin her şeyden üstün olduğunu savunarak kişisel yönetime karşı çıkmışlar, devlet işlerinin meclis yerine tek bir kişide toplanmasının muhtemel olumsuz sonuçlarından duydukları endişeleri sıklıkla dile getirmişlerdir.
1946 seçimlerine kadar, muhafazakâr kitlelerin siyasi temsiline izin vermeyen rejim, kendini koruma reflekslerine göre hareket ediyordu. Devlet kurumlarını kullanan Rejim, muhafazakârlara karşı bir pozisyon aldı. Kuvvetler ayrılığını savunmasına rağmen, adaleti sağlaması beklenen yargı organı, vatandaşların devlete bağlılığını denetleyen bir disiplin kurumu olarak çalıştı. 1950 seçimleri Türk demokrasisi için önemli bir kırılma noktası oldu. Bu tarihten sonra siyaset elitlerin elinden kaymaya başladı. Parlamento, “egemenlik milletindir” sloganına uymaya başladı. Siyasi krizler sırasında yaşanan askeri darbelere rağmen, parlamento en fazla birkaç yıl sonra yeniden kurulurdu. Sağcı partiler, elitist organlara karşı mücadele etmek için “sandığı öne çıkarma” ve “millete gitme” sloganlarını kullandı. 1950’de iktidarı devralan Demokrat Parti (DP) iktidarı ile halk özgürce nefes almaya başladı ve toplumun farklı kesimlerinin büyük desteğini aldı.
Halkın oyunun gücünün bu seçimlerden itibaren açık bir şekilde ortaya konmasıyla birlikte Türkiye’de farklı bir dönem de başladı. Demokratik gelişmenin önünün açılabilmesi adına da DP’nin iktidar olması oldukça önemli bir başlangıçtı. Ancak muhafazakar düşüncenin temsilcilerinin hukuksal siyasi sisteme katılımı oldukça uzun bir süredir mümkün olmamıştı. Necmettin Erbakan’ın milletvekili aday adaylığı bile Adalet Partisi (AP) tarafından reddedildi. Daha sonra, Erbakan tarafından kurulan ve muhafazakâr kitlenin temsil edilmesi amacını güden, Milli Nizam Partisi (MNP) kısa sürede yasaklandı. Bunun ardından Erbakan tekrar harekete geçti ve 1972’de Milli Selamet Partisi’ni (MSP) kurdu. Ardından yapılan seçimlerde beklentinin üzerinde başarı elde eden MSP dikkat çekti. Muhafazakâr kitlelerin MSP’nin de yer aldığı koalisyon hükümetleri çatısı altında temsil edilmesi öz güvenlerini önemli ölçüde artırdı.
1970’lerin sonuna gelindiğinde ise Türkiye’de siyasal alanı ve sivil inisiyatifleri âdeta yeniden dizayn edecek darbeye giden yol açılıyordu.
GELENEĞİ DIŞLAMAYAN MODERNLİK
12 Eylül 1980 öncesi darbe döneminde, kutuplaşmanın doruğa çıktığı bir ortamda Erbakan, taraftarlarını bu çatışmalardan uzak tutarak kısmen de olsa şiddet ortamından korumaya çalıştı. MSP lideri Erbakan her ne kadar o dönem gerçekleşen Terör faaliyetlerine karışmakla suçlanmasa da bazı eylemlerinden dolayı irticai faaliyetler yürütmek ve bunlara destek olmak ile suçlanması sonucunda 15 Ekim 1980’de 20’den fazla MSP yöneticisi ile birlikte tutuklanmıştır. 14 Şubat 1985’te serbest bırakılmasına rağmen diğer siyasi parti genel başkanları gibi aktif siyasetten men edilerek depolitize bir durumda bırakılmıştır.
Sivil toplum alanında etkin olan cemiyet, dernek ve vakıf gibi birçok STK, 12 Eylül 1980 darbesiyle ciddi şekilde kısıtlandı. Bu süreçte Turgut Özal’ın güçlü liderliği altındaki hükümette muhafazakârlar öne çıktı. ANAP her ne kadar dört eğilimin bir çatı altında toplandığını siyasal bir söylem olarak dile getirse de 1980 ve özellikle 1985 sonrası dönemden 1993 yılında Turgut Özal’ın vefatına kadar MSP muhafazakâr çevrenin sosyo-politik ve sosyo-kültürel merkezi olarak hareket etti.
1990’larda kurulan sağ ittifak taraftarlarının çok istemelerine rağmen ortak ilkeler etrafında ve bir çatı altında ittifaklarını pekiştirmeleri başarılamadı. Osmanlı sonrası Türkiye’nin demokratik evrimi, yani 1920-2002 arasındaki tüm muhafazakâr hareketler veya ikinci kuşaktan günümüze kadar gelen deneyimler, Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 Kasım 2002’deki seçim zaferinde önemli bir etkiye sahiptir. Erdoğan o günden itibaren bir çeyrek asrı kapsayacak şekilde Türk siyasi hayatının en önemli aktörü olmayı başardı. “Muhafazakâr demokrat” olarak adlandıran AK Parti’nin benimsediği muhafazakâr anlayış, geçmişten beri kazanılan toplumsal ve kültürel kodların, değerlerin ve kazanımların muhafaza edilmesinin yanı sıra, aynı zamanda yeniliğe, gelişime açık modern bir anlayıştır. Bu yönü AK Partiyi, Türk siyasal yaşamında siyasi hayatta ilk defa bu kadar net bir şekilde muhafazakâr kimlikle konumlanan bir siyasal parti ve siyasal hareket haline getirmiştir.
2001’de Fazilet Partisi içerisinde yaşanan gelenekçiler ve yenilikçiler arasındaki ayrışma sonucu yenilikçiler tarafından kurulan AK Parti, Erdoğan liderliğinde Türkiye siyasetinde her açıdan farklı bir dönemi başlattı. Siyasal kimliğini “muhafazakâr demokrasi” olarak açıkladı. Partinin kurulduğu ilk andan itibaren temel bazı parametreler üzerinden hareket etti. Toplumsal ihtiyaçları önceleyen ve bu ihtiyaçları, toplumun tarihsel deneyim alanının dışına çıkmadan gerçekleştirmeye çalışan politikalara odaklanıldı. Bizzat Erdoğan, AK Parti’nin muhafazakârlık anlayışını “geleneği dışlamayan bir modernlik, yerelliği kabul eden bir evrensellik, manayı reddetmeyen bir rasyonellik, köktenci olmayan bir değişim” olarak açıklamıştır.
MİLLET İLE KURDUĞU DUYGU BAĞI
AK Parti’nin 20 yılı aşkın iktidarı boyunca yükselen muhafazakâr demokrasi, istikrarlı reform ve siyaset başarısının en önemli ayağını Erdoğan’ın yüksek meşruluğa sahip, karizmatik ve toplumla özdeşleşmiş liderliği oluşturmaktadır. Aristoteles’in de ifadesinde beliren İktidar ve özellikle siyasal lider açısından “toplum ile kurulan duygu bağı, otoritenin gücünü simgeler” anlayışının somut bir örneği olarak Erdoğan’ın toplum ile kurduğu duygu temelli otorite bağı, zayıflık ve güçlülük imgelerinden oluşmaktadır. Otorite bağı aynı zamanda iktidarın muhalefet karşısında sahip olduğu gücün duygusal ifadesi olmakla birlikte diğer yandan muhalif kesim ve ideolojiler için bir sınırlamadır.
Diğer taraftan Aristoteles dahil hemen hemen tüm siyaset felsefecilerine göre siyaseti sürükleyen lideri iktidara taşıyan temel dinamik esasen lidere duyulan güven ve inanç olgusudur, diğer dinamikler ikincildirler. Bu Edward Shilds’in deyimi ile toplumum sosyal muhayyileyisini liderin ne kadar temsil ettiği ile ilgili bir durumdur. Dolayısıyla sosyal muhayyile (social imagination) nedir sorusunu cevaplamak gerekir. Sosyal muhayyile bir milletin, toplumun kendine varoluş kazandıran anlam ve kavram çerçeveleri, değerleri, sembolleri, yargıları, tarih ve kültür kodlarıdır. Bu bağlamda Erdoğan’ı en güçlü kılan, onu iktidara taşıyan faktör Erdoğan’ın milletin sosyal muhayyilesi ile çelişmemesi, yabancılaşmaması ve onu büyük ölçüde temsil kapasitesine ulaşmış olmasıdır.
Ayrıca, Erdoğan, Weber’in sınıflandırdığı otorite tipolojisinde özellikleri belirtilen hukuksal otorite ve karizmatik otorite niteliklerini haiz olmakla birlikte baskın siyasal meşruluk kaynağını karizmatik karakterinden almaktadır. Erdoğan’ın her seçimde toplum destekli yüksek siyasal otoritesinin siyaseten her geçen gün güçlenmesi, kriz ve kritik siyasal dönemlerdeki kararlı ve topluma güven veren duruşu, seçim başarıları ve reform niteliğindeki değişiklikleri gerçekleştirmesi, mensup olduğu ve temsil ettiği muhafazakâr demokrasinin yükselmesine, Parti tabanını ve toplumu ortak hedefler doğrultusunda konsolide etmesine ivme kazandırmıştır.
ALAMET-İ FARİKASI: SEVDA VE DAVA
Erdoğan’ın hem siyasal hem de toplumsal meşruiyeti vardır. Siyasal meşruiyeti seçimlerle sandık başarısından gelmekte olup, toplumsal meşruiyetini de millet ile kurduğu duygusal bağ ile sağlamıştır. Erdoğan’ın siyasal iktidarını korumasını ve büyütmesini de seçim başarıları sağlamaktadır. Sahip olduğu güçlü halk desteği, Erdoğan’ın partisi ve ideolojisi doğrultusunda yürüttüğü siyasete kutsi bir mana (dava) yüklemesi, siyaseti Hakk’a hizmet olarak görmesi, halkla olan iletişimini ve hizmet etme odaklı duygusal bağını “sevda” olarak anlamlandırması onun sıra dışı liderlik özelliklerinden birisi olarak millet ile arasındaki bağı oldukça güçlendirmiştir. Erdoğan bu süreçte cesaret ve kararlılıkla yerel ve milli bir duruş sergilemiş aynı zamanda yereli ve küreseli sentezlemiştir. Erdoğan’ın sahip olduğu bu kişisel ve politik hasletler bir alamet-i farika şeklinde onu diğer siyasal aktörlerden ayırmaktadır. İlaveten toplumda başarılı olarak kabul edilen yönetim uygulamalarının sonucu olarak Erdoğan’a yönelen STK’lar, üniversiteler, çıkar/baskı grupları, düşünce kuruluşları ve gönüllü kuruluşlar gibi toplumsal örgütlerin sağladığı destek artmış ve Erdoğan’ın meşruiyet alanını ve gücünü arttırmıştır. Bu durum Erdoğan’ın, hem Milli hem de uluslararası toplum düzeyinde “özgün” bir lider olarak tanımlanmasını sağlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluşundan bu yana geçen 100 yılda kaydettiği ilerlemelerin oldukça önemli bir kısmı, Erdoğan’ın iktidarda olduğu son çeyrek asırda meydana geldi. Cumhuriyet ikinci yüzyılına adım atarken esas hedef, 21. yüzyılı “Türk Asrı” yapmak ve muasır medeniyet seviyesinin zirvesine çıkarmaktır.
Milli değerlerle uyumlu ve farklılıkları özümseyen ilerleme anlayışı, Türkiye’nin gerçekliklerini dikkate alarak siyaseti temel uzlaşı alanı olarak görme gayreti ile öne çıkmaktadır. Sahip olduğu bu çizgi ile Erdoğan katıldığı her seçimde halkın kendisine teveccüh göstermesini sağlamaktadır. 21. yüzyılda da çok daha büyük projelerle bu çizgisini sürdürmekte olup, “kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz” söylemi ile de, Türkiye’de siyasetin bağlı ya da bağımlı olmayacağının da ilanı niteliğindedir. Erdoğan, sahip olduğu karizmatik otoritesiyle bu bağımsız olma durumunu gerek siyasal gerekse de bireysel kimliğinde açık bir şekilde ortaya koymaktadır.