Trump’ın 2017 başında ABD başkanlık koltuğuna oturmasından sonra geçen dört yıl içerisinde İsrail’in yetmiş yıldır gerçekleşmesini beklediği hayallerine kavuştuğunu söylemek mümkündür. Zira Trump tarafından 6 Aralık 2017’de Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunun kabul edilmesiyle başlayan süreçte, ABD; büyükelçiliği Kudüs’e taşınmış, İran nükleer anlaşmasından çıkmış, Golan Tepeleri’nin İsrail toprağı olduğunu kabul etmiş, Arap ülkeleri ile İsrail arasında yakınlaşma başlatmış, tek taraflı sözde yüzyılın anlaşmasını kotarmış ve nihayetinde de İbrahim Anlaşması’nı hayata geçirerek İsrail’i Ortadoğu bölgesinin merkez aktörü haline getirmiştir.
Pek çoğu sorunlu olan bu kazanımlardan sonra İsrail’in bölgesel konumunun pekiştiğini ve asla bu noktadan geriye gidişin söz konusu olamayacağı ileri sürülmüş olsa da, ABD’deki başkanlık değişimi ve sonrasında yaşananlar, İsrail’in bu asimetrik kazanımlarından bazılarını kaybedebileceğini ortaya çıkarmıştır. Zira tüm kazanımların ABD’nin küresel gücünden kaynaklanan de facto bir durum olması ve yeni ABD yönetiminin de İsrail’e sunulan koşulsuz destek konusunda isteksiz davranması, bu konudaki öngörüleri doğrular mahiyettedir.
Yeni sürecin ilk işareti ise bölgenin kadim meselesi olan İsrail-Filistin anlaşmazlığında ABD’nin pozisyon değişikliğine gitmesiyle verilmiştir. Bu değişiklikte Dışişleri Bakanlığı’nın İsrail-Filistin işlerinden sorumlu Bakan Yardımcılığı’na Beyrut doğumlu bir Arap olan Hady Amr’ın atanması etkili olmuştur. Zira hatırlanacağı üzere Trump döneminde Ortadoğu barış sürecini, damadı Jared Kushner ve özel temsilci Jason Greenblatt yürütmekteydi. Ancak her ikisinin de Yahudi olması nedeniyle süreç maalesef tamamen İsrail lehine işlemiş ve Filistinlilerin tamamen yok sayıldığı bir durum ortaya çıkmıştır.
Biden yönetimi, Trump dönemindeki tek taraflı (İsrail yanlısı) perspektifi terk ederek daha eşitlikçi bir çözüm arayışında olacağını açıklamıştır. Bu kararla uyumlu olarak Trump döneminde kesilen yardımları tekrar başlatmış, Filistin’in kapatılan diplomatik temsilcilikleri yeniden açılarak artık onların da muhatap alındığı gösterilmiştir. Ayrıca Filistinlilerin kabul etmemesi nedeniyle zaten kadük kalan sözde Yüzyılın Planı da yok sayılarak yeni bir çözüm planı üzerinde çalışılacağı açıklanmıştır. Trump’ın seçim öncesi son kozu olan İbrahim Anlaşması’na yönelik olarak ise tamamen reddiyeci bir tutum alınmasa da en azından ilgili muhatap ülkelerin önceki yönetim kadar teşvik edilmeyeceği sinyalleri verilmiştir. Özellikle Fas’a verilen, İsrail ile normalleşme karşılığında Batı Sahra’daki egemenliğinin tanınmasına dair sözün ulusal çıkarlara uygun olmadığı anlaşıldığından, bu gibi ölçüsüz vaatlerden uzak durulacağı tahmin edilmektedir.
Ancak asıl dramatik değişiklik ABD’nin İran politikasındaki gelişmelerde yaşanmıştır. Keza Biden’ın kampanya döneminde de ısrarla tekrar ettiği üzere, gerekli şartların oluşması halinde İran ile; 2015’de imzalanan fakat Trump’ın 2018 yılında tek taraflı olarak çıktığı nükleer anlaşmaya tekrar dönülmesi için girişimler başlatılmıştır. İsrail’in anlaşmayla belirlenen süreç sonunda İran’ın nükleer silaha ulaşmasının mümkün hale geleceği endişesiyle, kendisinin kırmızı çizgisi olduğunu belirttiği bu hususta, ABD’nin İsrail’in tüm engelleme girişimlerine ve itirazlarına rağmen geri atmaması da bölgedeki yeni düzenin habercisi durumundadır.
Zira Trump döneminde İran, maksimum baskıya maruz bırakılarak bölgede iyice yalnızlaştırılmış ve yaptırımlar marifetiyle ekonomik gücü törpülenerek, vekillerine sağladığı desteğin kesilmesi hedeflenmiştir. Bu esnada bölgedeki Sünni Arap devletleri İran tehdidine karşı İsrail ile aynı paydada buluşturularak, ABD’nin bölge ülkelerine sunduğu savunma şemsiyesi İsrail’e havale edilmiş ve yeniden dizayn edilen bölgenin güvenlik mimarisinde İsrail’e merkezi bir konum atfedilmiştir. Bu sayede İsrail, üretim ortağı olmamasına rağmen F 35’lere sahip olan ilk bölge ülkesi olmuş ve yadsınamayacak bir hava üstünlüğüne kavuşmuştur. Buna mukabil ABD’nin siyasi ve askeri desteğini garantilemek isteyen bölge ülkeleri, İsrail ile normalleşmeyi ABD’ye açılan kapının anahtarı olarak görerek bu konuda ziyadesiyle istekli olmuşlardır. Nihayetinde de ABD yönetiminin takdirlerine mazhar olarak bagajda tuttukları pek çok konuda istedikleri desteği almayı başarmışlardır. Kaşıkçı cinayetinin üzerinin örtülmesi, BAE’ye aralarında F 35’lerin de olduğu muhtelif silahların satışının onaylanması bu konudaki en somut örneklerdir.
Ancak yeni ABD yönetimi bu konuda da farklı bir yolu tercih etmiş ve Trump döneminde Körfez ülkelerine sağlanan destekleri ve silah satışlarını mercek altına almıştır. BAE’ye yönelik silah satışları askıya alınmış, Suudi Arabistan’ın Yemen’de sürdürdüğü operasyonların desteklenmediği açıklanmış ve bu ülkede bulunan Patriot bataryalarının bir kısmı Husilerden kaynaklanan tehdidin devam etmesine rağmen geri çekilmiştir. Suudi Arabistan ve BAE’ye Trump yönetime göre daha mesafeli duran Biden yönetimi, bu ülkelerle ilişkilerinde demokrasi ve insan hakları gibi enstrümanları öne süreceğini beyan etmiştir. Her ne kadar Kaşıkçı cinayetine yönelik açıklanan rapor sonrası beklenilen adımlar atılmamış olsa da, ABD’deki bu tavır değişikliği Körfez ülkelerinin İsrail’in merkezde olduğu bölge politikalarını gözden geçirmelerine yol açmış ve bu durum İsrail’e gereğinden fazla atfedilen önemin kaçınılmaz şekilde azalmasına sebep olmuştur. ABD’nin İsrail politikasındaki değişiklik, diğer Arap ülkelerinin İsrail ile normalleşme sürecine de ket vurmuştur.
Benzer bir süreç ABD’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yönelik yaklaşımda yaşanmıştır. Zira ABD’nin Afganistan’da işlemiş olduğu savaş suçlarının yanısıra İsrail’in Filistinlilere yönelik işlediği insanlığa karşı suçlar nedeniyle de soruşturma yürüten UCM’nin hakim ve savcılarının ABD’ye girişini engelleyen başkanlık kararnamesi 2 Nisan itibariyle kaldırılmıştır. Böylelikle UCM’nin 5 Şubat’ta açıkladığı kararla Filistin toprakları üzerinde de yargı yetkisi olduğuna hükmetmesi sonrası, mahkemenin soruşturmasını engellemek için ABD’nin desteğine başvuran İsrail’in bu konudaki beklentisi de boşa çıkmıştır.
Şimdiye kadar başta Birleşmiş Milletler olmak üzere tüm uluslararası kurumlarda, aleyhindeki kararlara rağmen ABD’nin koşulsuz desteği sayesinde herhangi bir yaptırıma maruz kalmayan İsrail, belki de ilk defa uluslararası hukukla yüzleşmek durumunda kalmıştır. İsrail’e yönelik etkin soruşturma yürütülebilmesi halinde büyük ihtimalle ihlaller nedeniyle bir hüküm verilmesi mümkün olabilecek ve bu durum İsrail’in dokunulmazlık mitini ortadan kalkacaktır.
Bir diğer değişiklik ise, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı 2020 yılı insan hakları raporunda Filistin toprakları için “işgal altındaki topraklar” tanımının yeniden kullanılmasıdır. Zira İsrail’in 1967’den beri işgal altında tuttuğu Filistin toprakları, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmi metinlerinde geleneksel olarak, “işgal altındaki Filistin toprakları” şeklinde tanımlanırken, Trump’ın İsrail yanlısı politikalarının bir tezahürü olarak 2017 yılından itibaren bu uygulamadan vazgeçilmiş ve bu topraklar sanki İsrail toprağıymış gibi isimlendirilmeye başlanmıştır. Çok basit ve önemsiz bir konuymuş gibi gözüken bu uygulama aslında Trump’ın İsrail büyükelçisi olarak atadığı, illegal Yahudi yerleşim yerlerinin en önemli destekçilerinden olan David Friedman’ın başarılarından biriydi. Ancak değişen yönetimle birlikte bu zihniyet etkisini kaybetmiş ve ABD geleneksel konumuna dönüş yapmıştır. ABD’nin İsrail-Filistin meselesindeki pozisyonuna dair en kuvvetli mesaj ise kendisi de bir Yahudi olmasına rağmen Dışişleri Bakanı Antony Blinken’den gelmiştir. İsrail Dışişleri Bakanı Gabi Aşkenazi ile telefonda görüşen Blinken, önceki yönetimin tek taraflı bakış açısından farklı olarak hem İsraillilerin hem de Filistinlilerin özgürlük, güvenlik, refah ve demokrasiden eşit bir şekilde faydalanmaları gerektiğine inandıklarını söyleyerek politika değişikliğini ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, İsrail’in Trump döneminde yakaladığı maksimum kazanç dönemi sona ermiş, ABD yönetimi geleneksel Ortadoğu politikasına dönüş yapmıştır. Başta İsrail-Filistin sorunu olmak üzere bölgenin tüm meselelerini Obama dönemindeki gibi bir perspektifle çözmeye çalışacağı anlaşılan ABD, bu kapsamda tekrar İran nükleer anlaşmasına katılmak için uygun zemini hazırlamaya çalışırken, İran tehdidi nedeniyle bir araya getirilen İsrail-Sünni Arap devletleri eksenine ise mesafeli durmaktadır.
İç politikada yaşadığı istikrarsızlığın yanısıra ABD’nin değişen politikası nedeniyle de sıkıntılı günler geçiren İsrail’in, yeni dönemde özellikle İran konusunda nasıl bir politika izleyeceği ise şimdilik belirsizdir. Zira sahip olduğu kapasite itibariyle ABD’ye rağmen İran’la tek başına sıcak çatışmaya girmesi mümkün gözükmese de, ABD’nin dayattığı koşullara da razı olması da beklenmemelidir. Buna mukabil İsrail’in ilk önceliğinin İran’ı provoke ederek muhtemel bir anlaşmayı sabote etmek olacağı aşikardır. Her halükârda İsrail’in önümüzdeki dört yılı zorlu geçecek olup, mümkün mertebe bölgedeki Arap devletlerini yanında tutmaya çalışacak ve aralarında Türkiye’nin de olduğu bir dizi daha devletle normalleşerek İran karşıtı cepheyi genişletmeye çalışacaktır.